Trump dış politikada: Obama'dan kalan miras

Nasıl Trump yoktan var olmadıysa, Trump’ın dış politika vaatleri de yoktan var olmadı. Amerikan siyasetinde ve devlet aygıtında bir şekilde kendine yer bulan eğilimler, Trump ile birlikte daha kalın siyasetlere dönüşecek. Bunun bir “kopuş”a yol açıp açmayacağını görmek içinse biraz beklemek gerek.

Erman Çete

ABD’nin ünlü (“eski” olduğu tartışmalı) diplomatı Henry Kissinger, The Atlantic’ten Jeffrey Goldberg’e verdiği mülakatta, bazı Çinli stratejistlerin şöyle akıl yürüttüğünü aktarıyordu: “Biz Amerika’nın konumunda olsaydık, başka bir ülkenin [bizimle] eşitliğe ulaşmasına engel olmayı en azından düşünmez miydik?”

Doğrusu, Amerikan devletinde ve “think-tank” çevresinde Çin’e odaklanılması gerektiğini düşünenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Donald Trump’ın ekonomik yaptırımla tehdit ettiği Çin Halk Cumhuriyeti’ni askeri olarak çevreleme stratejisi, şimdinin topal ördeği Barack Obama’nın da daha ilk başkanlık döneminde gündeme getirdiği bir politikaydı.

OBAMA DOKTRİNİ

“Ekseni Asya’ya kaydırmak” (pivoting Asia) denilen bu stratejiye göre, ABD askeri ve diplomatik kuvvetini Asya-Pasifik’e doğru kaydıracaktı. Bu Asya-Pasifik planının merkezinde Çin dursa da, Hint Okyanusu’ndan Güney Çin Denizi’ne, eski Sovyet ülkelerinden Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne kadar bir dizi alt başlığa ayrılıyordu.

Yine The Atlantic’ten Jeffrey Goldberg’in Obama ile mülakatına başlık seçerek popülerleştirdiği “Obama Doktrini”, kabaca ABD’nin işgallerden yorulmuş toplumuna ve devletine, yükü vekillerle ve İHA’larla paylaşmayı ve artık Amerikan müdahalelerini “Amerikan askerlerinin botları yabancı bir ülke toprağına değmeden” gerçekleştirmeyi hedefliyordu.

Bu sayede, tüm Afrika’yı militarize eden, Afganistan, Pakistan ve Yemen’de ağır bir İHA savaşı yürüten Obama yönetimi ve ABD, “işgalci” yaftasından kurtulacak ve genişletilmiş Ortadoğu’da başka türlü bir ittifak sistemi yaratacaktı. Barack Obama’nın, ABD’nin Ortadoğu’daki neredeyse tüm geleneksel müttefikleriyle arasının limoni olması bununla bağlantılıydı. İran ile nükleer anlaşma için bu kadar istekli olunması da, Ortadoğu’ya çeki-düzen verme ile ilgiliydi.

ÇATIRDAYAN BATI İTTİFAKI

Yine Obama döneminin bıraktığı bakiyelerden birisi, 2. Dünya Savaşı sonrası dünya düzeninde ABD’nin komünizme karşı birincil önceliği olan Avrupa’nın tek cephe hâlinde tutulması projesinin çatırdamaya başlaması oldu. Yunanistan’daki krizde açıkça karşı karşıya gelen ABD ve Almanya, daha sonra Volkswagen, FIFA gibi konularda da sürtüşmeler yaşadı. En sonunda, Britanya’nın AB’den ayrılma kararı almasıyla birlikte, 75 yıllık büyük yatırımın iflas bayrağı çekmeye başladığı görüldü.

Bununla bağlantılı diğer büyük konu ise, ABD ile Rusya arasındaki ilişkiler. Bununla bağlantılı diyoruz, çünkü açık ki, Avrupa’daki görünürde “Amerikan karşıtı” olan hareketlerin, partilerin ve iktidarların hemen hemen tamamının Rusya ile bir bağı var. Sağdan ve soldan popülizmler, Obama dönemi boyunca “koruyucu babaları” olarak Putin’i görüyorlar ve Rusya’nın AB’yi kemirme stratejisine uygun pozisyon alıyorlardı.

Hülasa, Obama Doktrini’nin kısa macerası böyleydi ve “ilk siyahi başkan”ın geride bıraktığı miras, revizyonist adımları atmakla atmamak arasındaki kararsızlıktan ibaretti. Hedef, kapitalizmin son 40 yıllık saldırısına uygun bir dünya sistemi ve ittifaklar mimarisi yaratmaktı. 2016 yılının sonu itibariyle görülen şey bir belirsizliktir ve yalnızca eğilimleri tespit edebilecek durumdayız.

OBAMA’DAN SONRA, TRUMP’TAN ÖNCE

Sorun şuydu: Zaten yapamayacağı şeyleri yapmaya çalışan Obama, kendi cephesini bir arada tutmayı becerememişti. NATO ve AB, Rusya’ya nasıl yaklaşılacağı konusunda bölünmüştü; aynı ittifaklar, IŞİD’e ve Esad’a nasıl yaklaşılacağı konusunda bölünmüştü; yine aynı kurumlar, Türkiye’ye, Suudi Arabistan’a ve İsrail’e ne şekilde davranacakları konusunda bölünmüştü. ABD bölgeye doğrudan müdahale etse bir dertti, etmese ayrı dertti.

Bu hibrid strateji, bazı açılardan ABD’ye çok şeyler kazandırsa da, sonuç olarak artık müttefiklerine güven vermeyen, “kolektif savunma” konusunda ne dediği belli olmayan, Rusya ile ilişkiler hususunda bir öyle bir böyle diyen bir ülke bıraktı.

Trump’ın başladığı nokta budur. Ne hiç olmayan bir şeyi söylüyor, ne de daha önce hiç düşünülmemiş stratejileri öneriyor.

Örneğin, Suriye’de Rusya ile ittifak, hiç düşünülmemiş bir şey midir? Obama’nın son 1 yıldaki performansı, zaman zaman bu izlenimi uyandırmıyor muydu?

Esad’ı devirmeye değil de, IŞİD’i bitirmeye odaklanmak, Trump’ın büyük icadı mı? Obama’nın 2013 yılında “kırmızı çizgiler” aşıldıktan sonra vekalet savaşının yönünü IŞİD’le savaşa döndürmesi, bir işaret değil miydi?

Suudi Arabistan ve Türkiye’ye “terör ihracatçısı” muamelesi de, Trump’ın güvenlik ve istihbarat bürokrasisine atadığı “sert adamların” kendilerine sakladıkları düşünceler değildi.

Demek ki, Trump, "Obama Doktrini"nin yadsınması değildir. Hatırlayanlar olacaktır; Obama'dan önce bir de "Rumsfeld Doktrini" vardı. Irak işgalinin Savunma Bakanı olan Rumsfeld'in adına yazılan bu doktrin, savaşan asker sayısını azaltmayı ve yüksek teknoloji ile hava kuvvetlerine dayanmayı hedefliyordu.

Obama Doktrini'nin savaş stratejisi bundan farklı mıydı?

LİBERALLERİN SEFALETİ VE STATÜKO-KIRICILIK

Bütün bunları yazmaktaki amacımız, “zaten hepsi aynı” demek değil. Farklılıklar çok; örneğin İran’a bakış, örneğin AB’ye, Küba’ya, Latin Amerika’ya bakış… Çoğu farklı ve potansiyel gerilim noktalarını azaltmak bir yana artırıyor.

Söylemeye çalıştığımız, Trump’ı “bildikleri dünyanın sonu” olarak nitelendirerek ağlaşan liberallerin, bu tabloya yol açtıkları değil, bizzat bu tablonun içinde olduklarıdır. Soğuk Savaş’ın yarattığı uluslararası statükoyu dağıtanlar Trumpvari politikacılardan çok, müdahaleci liberallerdi. Bugün belki en çok oğul Bush hatırlanıyor ama, unutulmasın: Bush iktidara gelmeden önce, Demokrat Bill Clinton’ın Ortadoğu’daki kapitalist restorasyon hızını ve yönetimini beğenmediğini ilân ediyordu. Aynı Clinton, Yugoslavya’yı bin parçayı bölmekten hiç çekinmemişti oysa.

Yani, 40 yıllık sürecin yarattığı bir bunalım bu. Bunalımdan çıkış için ortada hâlâ bir büyük plan yok. Uluslar arasında ilişkilerin ne şekilde kurulacağı hâlâ bilinmiyor. Bu bilinmezlik içerisinde, Trump hem bazı eğilimleri devam ettiriyor, hem de bazılarını reddediyor. “Kopuş”un gelip gelmeyeceği ise sürece bağlı olacak.

BOŞA SEVİNEN REİSÇİLER

Bu noktada, dünyadaki en acınası yaratıkların başında gelenlerin “Reisçiler” olduğunu söylemek gerekiyor.

Erdoğan pek renk vermese de, Erdoğan yandaşları açıkça Clinton’a karşı Trump’ı desteklediler. Bunda “ideolojik” nedenlerin rol oynayıp oynamadığı bilinmiyor; zira aynı ekip Obama seçildiğinde ve 2012-2013 yıllarına kadar “kardeşim Erdoğan”lı dönemlerinde “Müslüman dostu” siyahi başkanı da hevesle selamlıyorlardı.

Reisçilerin esas mutluluk kaynağı, Fethullah Gülen ve Kürtler konusundaki Clinton hassasiyetiydi.

Fakat, heyhat, bu insanların neye, neden sevindiğini anlamak pek mümkün olmuyor. Trump’ın etrafında oluşturduğu ekip, İslam’a ve Müslümanlara pek de hayırlı bakmıyor. Dahası, Erdoğan Türkiyesi hakkında ne düşündükleri, daha önce de soL’da haber oldu.

Üstelik, Michael Flynn'in ilgili yazısından sonra, AKP'lilerin görmezden gelmeye çalıştığı bir noktaya Bloomberg'den Eli Lake'e konuşan ve Flynn ile temas hâlindeki bir kaynak dikkat çekti: Flynn, o yazısında Gülen cemaatini açıkça "Müslüman Kardeşler" teşkilatına benzetiyordu. Bu benzetmeyle, "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" demişti.

Bloomberg'e konuşan kaynak, tam tamına şunu söylüyordu: "Flynn, Erdoğan'a, kendi partisinin İslamcı ideolojisinden uzaklaşması için fırsat tanıdı."

Eli Lake de, haberinin başlığına haklı olarak, "Türkiye'nin İslamcı Lideri Trump Konusunda Neden Bu Kadar Mutlu?" sorusunu konduruyordu.

İSLAMCILARA KARŞI KÜRTLER SİYASETİNE DEVAM MI?

Gülen'in iadesi ve Kürtlere destek konusunda ise işler karışık. Özellikle de Kürtler konusunda… Esad’la değil de IŞİD’le mücadeleyi birinci sıraya yazan bir yönetimin, IŞİD’le mücadele konusunda hiçbir güven ve garanti veremeyen bir iktidarla çalışmaktan ziyade, öyle ya da böyle IŞİD’le savaşta bir “partner” olduğunu kanıtlamış Kürtlere hayırhah bakmasından daha doğal ne olabilir?

Dahası, Gülen’in iadesi konusunda 8 Kasım’da dikkat çekici bir yazı yazan Michael Flynn’in lobi şirketine ilişkin ifşanın, daha başlangıçta Trump ve ekibini zora düşürdüğünü bir kenara yazmak gerek.

İran’a yönelik daha sert bir tutumdan yana olup Suudi Arabistan hakkında da menfi düşüncelere sahip olmak, pek birbiriyle bağdaştırılabilir düşünceler olmasa gerek. Ancak eğer devam edecek bir “eğilim” olacaksa, burada geleneksel Amerikan müttefiklerini görüyoruz: Körfez ülkeler, Ürdün, İsrail ve Mısır. Trump ve ekibinin, Ortadoğu’da yalnız bırakıldıklarını hisseden Körfez ülkelerini yatıştırmaya mı çalıştığını, yoksa samimi mi olduğunu göreceğiz. Fakat burada, Türkiye’ye düşen rolün ne olacağı hâlâ bilinmiyor ve AKP, hem bu bilinmezlikten faydalanıyor, hem de yalnız bırakılmaktan ölesiye korkuyor.

Demek ki, ortada birden çok karpuzu tek koltuğunun altında taşımaya çalışan bir Trump olacak. Sanırız “Reisçi” sevincini, düşüp ortadan yarılan karpuzlardan olmama ihtimaliyle açıklamak durumundayız. Karpuz ebatlarında dahi olmayan “Putinciler”, “Avrasyacılar” filan içinse söyleyecek söz bile yok. Mike Pompeo’nun kemalist devrime teslim olmasını beklemeleri en doğrusudur.


YARIN: Trump sonrası tufan mı? Liberal Batı'nın sonu geldi mi?

Dizinin ilk bölümü: