Tetsuya Sahara ile görüşme: Dünya siyasetinin kalbi Asya Pasifik’te mi?

Meiji Üniversitesi'nden Tetsuya Sahara, uluslararası siyasetin merkezinin Asya Pasifik'e doğru kaymasının nedenlerini gözler önüne sererken, IŞİD tehdidinin de doğrudan ABD programının bir ürünü olduğunu söylüyor.

Pınar Kahya

2011 yılı Kasım ayında dönemin ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton’un Foreign Policy’de yayımlanan “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı” başlıklı yazısı büyük yankı uyandırmıştı. Siyasetin geleceğinin Afganistan ya da Irak’ta değil Asya’da belirleneceğini öne süren Clinton, bu geleceğin merkezinde ABD’nin yer alacağını iddia etmişti. ABD, Asya kıtasının ekonomik ve güvenlik yapısını tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da gerçekleştirdiğine benzer bir biçimde merkezinde kendisinin bulunduğu bir yapıda şekillendirme çabası içerisinde. Bu çabanın, ‘süper gücün’ uzun süredir içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkışının ve fazlasıyla tırtıklanan dünya egemenliğini sürdürmenin tek yolu olduğu tartışılıyor. Clinton bahsi geçen yazıda bu yüzyılda da ABD’nin küresel liderliği kotaracağına ve sürdüreceğine kimsenin şüphesi olmaması gerektiğini salık vermişti. Durumun kendisi bile ABD’nin zayıflığını gözler önüne seriyor. Uluslararası siyasetin Asya- Pasifik ayağını, Türkiye’yi ve bölgemizi de yakından takip eden Meiji Üniversitesi tarihçilerinden Profesör Tetsuya Sahara ile konuştuk. Bir süredir İŞİD üzerine incelemeler yapan Sahara da dünyanın geleceğinin Asya’dan izleneceği konusunda hemfikir.

Soğuk Savaş’ın ardından ABD öncülüğündeki tek kutuplu sistemin çokkutuplu (multipolar) bir hale geleceği konuşuluyor. Özellikle ABD'nin ekonomik, politik ve askeri gücünü yitirdiği, dünyadaki diğer aktörlerin güçlendiği tartışılıyor, bu görüşlere katılıyor musunuz? Çin'in ekonomik başarıları askeri ve siyasi alana yansıyor mu? Sizce Asya kıtasındaki Amerikan etkisi ne durumda?
Son zamanlarda, birçok kişi ABD egemenliğindeki tek kutuplu dünyadan, çok kutuplu bir sisteme geçişin yaşanmakta olduğundan bahsediyor. Bu meseleyi tartışanlar genelde iki gruba ayrılıyorlar, bir tarafta hali hazırdaki sistemden çıkarı olanlar var. Onlara göre, bu değişim dünyaya bir çeşit yıkım, belirsizlik, kaos ve felaket getirecek. Genel kanı ise sistem değişikliğinin Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi yeni büyüyen güçlerden kaynaklanacağı yönünde. Başka bir grup, değişimin nedenini dünya ekonomisindeki gelişmelerin doğal sonucu olarak değerlendiriyorlar. Asya ve Latin Amerika’daki ülkelerin yükselişiyle, dünyanın üretim merkezi ve arzı Trans-Atlantik’ten Asya Pasifik kıyılarına diğer bir değişle Trans-Pasifik’e kaydı. Bu yeni ekonomik düzende, eski sistemin katı ve merkezi karar alma sistemi işlemez hale geldi, bu nedenle uluslararası uzlaşı noktasında yeni bir mekanizma gerekli ve bence bu değişim bir zorluk olarak karşımıza çıkmayacak, sistemin şu andaki eksiklerini tamamlayacak bir değişim olacak.

SİSTEMİN YENİ MERKEZİ NEREDE OLACAK?

Değişim taraftarları da karşıtları da ilginç bir biçimde dünya üretim ve tüketim sisteminin zaten değiştiğinin, bir önceki üst yapının işlemediği noktasında hemfikirler. Bundan dolayı, asıl tartışma şimdiki sorunlara daha iyi çözümler üretecek yeni bir sistemin nasıl gerçekleşebileceğine odaklanıyor. Yeni sistem, yeni güçlerin taleplerini de içerir biçimde ancak eskiden olduğu gibi ABD- AB ekseninde mi inşa edilmeli ve yahut tamamen farklı temellerde yeniden mi şekillenmeli? Bu soru, daha şimdiden BRICS para birliği sürecinde somut bir hal aldı. ABD’nin IMF reformunu reddetmesine reaksiyon gösteren BRICS, IMF’de daha fazla ekonomik yük üstlenmeyi, karar alma sürecinde daha geniş alan tanınması şartıyla kabul etti fakat bu ülkelerin IMF sözleşmesine getirdikleri değişiklik önerisi ABD parlamentosunca geri çevrildi. BRICS de kendi para fonunu kurmaya karar verdi. Bu örnekte görüldüğü gibi, çok kutupluluk, muhafazakar güçlerin önüne geçemeyecekleri değişimler nedeniyle gönülsüzce taviz vermelerinin doğal bir sonucu. Krizin nedeni ise yükselen güçler değil, aksine ABD başta olmak üzere, AB, Japonya, Avustralya ve Kanada gibi müttefiklerinin oluşturduğu Batı ittifakı.

'ZAYIF BİR RUSYA, ÇİN İÇİN DAHA İYİ BİR ORTAK'

Çin, Asya’da çok yönlü (multitrack) bir politika izliyor, Rusya’yla yalnızca ekonomik değil askeri ilişkileri de çok iyi. Asya’da Rusya önemli bir enerji satıcısı ve Batı’yla yaşadığı sorunlardan sonra Doğu pazarını genişletmeye çalışacak. Geçtiğimiz yıl ABD Rusya’yı zayıf bir rakip görerek büyük bir hata yaptı. Aslında, Çin’in işine geleni yaptılar, zayıf bir Rusya Çin için çok daha iyi bir ortak. Rusya da özellikle Orta Asya hakimiyetini, ABD’dense Çin ile paylaşmak istiyor. Japonya’da bile bürokrasi ve diplomasi halen ABD ile ortak hareket etme konusunda ısrarcı olsa da, bazı sermaye çevreleri Çin ile ilişkileri geliştirmek istiyor. Şangay İşbirliği Örgütü ve Rus-Çin yakınlaşmasından görüleceği üzere Asya’da bir ekonomik uzlaşı var, yakın vadede Hindistan da buna dahil olabilir.

'IŞİD ABD DESTEKLİ BİR PROGRAMIN ÜRÜNÜ'

Ulus devletin küçülmesinin güvenlik üzerine olumsuz etkilerini araştırıyorsunuz ve özellikle uluslararası cihatçı grupları yakından takip ediyorsunuz, İŞİD'i 'yeni savaş'  konseptiyle tanımlıyorsunuz. 'Yeni savaşlar' ve İŞİD arasında kurduğunuz ilişkiyi kısaca açıklayabilir misiniz?
İŞİD uluslararası cihatçılığın son formu ve ABD destekli ‘radikal Müslüman’ programının ürünü. Amerika cihatçılığı, önce Afganistan’da komünizme karşı, daha sonra Bosna, Kosova ve Çeçenistan gibi yerlerde komünizmin ardılı olan istemediği rejimleri devirmek ve son olarak Irak, Libya ve Suriye’deki Arap sosyalizmine karşı, kendi savaşını yürütecek taşeronlar olarak savaş sahasına sürdü. Cihatçılar ve Amerika’nın ortak paydası sekülarizme ve eşitlikçiliğe olan düşmanlıklarıdır. ABD, Selefiliği ideolojik bir ortak olarak görüyor ki ikisi de fanatik püritenliğin (Protestan ahlakı)  ürünleri. İki ideolojide de ortak herhangi bir taraf olmadığını iddia etmek tam bir yanılgı. Batı değerleri, Katolik temelli şövenist Hristiyanlığın ürünü fakat içerisinde evrensellik, özgürlük, baskıya direnme, eşitlikçilik ve rasyonalizm gibi başka değerleri de muhteva ediyor. Öte yandan, cihatçılık Müslüman bölgelerdeki anti-sömürgeciliğin ürünü. Önceleri, Batı karşıtı görünen cihatçılık zamanla antik İslam’ın radikal püritan yorumu haline dönüştü. Cihatçılığın şimdiki formunun ise Amerika’nın “batı değerleri” olarak kutsadığı şeyle bir ilgisi yok ama ikisinin ortak noktası da köktencilikleri diyebiliriz. İŞİD bilinmeyen, deneyimlenmemiş yeni bir tehdit değil, birçok açıdan Bosna, Ruanda, Afganistan ve Filipinler’de ve başka yerlerde benzerlerini gördük. Bu bağlamda, IŞİD ile mücadelede Batı değerlerinin faydasız olduğunu düşünüyorum.

'TÜRKİYE'DE KONU YOLSUZLUK YA DA PKK DEĞİL, CUMHURİYETİN VARLIĞI'

Uluslararası cihatçılık gündeminde Türkiye hangi noktada?
Türkiye İŞİD tipi tehdide doğrudan maruz kalabilecek kırılgan ülkelerden biri. Ülkenin geleceği için, Selefilerden olabildiğince kurtulmak çok acil bir görev. Bana göre hala yok edilebilirler, MİT ve AKP’nin bunların nerede olduklarına dair istihbarat bilgileri yeterlidir. Ancak, hükümetin böyle bir şeyi aklından bile geçirmediği de ortada. Rejim ne yapılacağı konusunda tereddüt ettikçe, Selefilik tehlikesi büyüyor. Bu noktada, anahtar nokta rejimin nasıl değiştirileceği oluyor ki bu Türkiye vatandaşlarının iradelerine bağlı. Bana kalırsa, önümüzdeki seçimler ulusun geleceği için tarihsel bir dönüm noktası. Söz konusu olan yolsuzluk, otoriter yönetim, ekonomik büyüme ya da PKK değil, fakat cumhuriyetin varlığı gibi görünüyor.