Britanya seçimleri ve Corbyn: Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak

Britanya'da Corbyn'in seçim yenilgisinden en çok hüsrana uğrayan ikinci topluluk belki de Türkiye'deki solcular oldu. Bunun bir sebebini Corbyn’e yönelik duyulan genel sempatiye bağlamak mümkün olsa da Türkiye’deki siyasi mücadeleyle ilişkisini görmemek de mümkün değil.

Eren Korkmaz

Britanya’da Corbyn’in iktidara gelmesi ihtimalinden en çok heyecanlanıp yaşanılan seçim hezimeti sonucunda en çok hüsrana uğrayanların başında Britanya’daki solcular gelirken, belki de dünya genelinde en çok beklentiye girip üzülen ikinci topluluk da Türkiye’deki solcular oldu. Bunun bir sebebini Corbyn’e yönelik duyulan genel sempatiye bağlamak mümkün olsa da Türkiye’deki siyasi mücadeleyle ilişkisini görmemek de mümkün değil. Corbyn’in başarısı sosyal demokrat bir parti etrafında birleşen sosyalist güçlerin seçim zaferiyle iktidara gelebileceğini kanıtlayacak ve başarılı bir yönetimin de radikal bir dönüşümü mümkün kılacağını gösterecekti.

Corbyn’e yönelik bu sempatinin kendince haklı nedenleri var. Corbyn 1970’lerin sonlarından bu yana mecliste yer alıyor ve tutarlı bir şekilde Filistinlilerin mücadelesini destekliyor, İngiltere’nin Kuzey İrlanda’da en sert müdahalelerde bulunduğu dönemlerde İrlanda halkını savunuyor, IRA sebebiyle tutuklananlarla dayanışma gösteriyor, göçmenlerin haklarını savunuyor ve Britanya’nın tüm askeri müdahalelerine karşı savaş karşıtı eylemlere önderlik ediyor, ayrıca Britanya’nın nükleer silah programının durdurulmasını istiyor. İşçi Partisi iktidarda olsa da bu muhalefetini sürdürüyor. Ve bu tutumunu bugün de parti lideri olarak sürdürüyor.

CORBYN KENDİSİNİ MARKSİST OLARAK TANIMLAMIYOR

Corbyn ayrıca Britanya gibi sosyalist, devrimci muhalefetin çok zayıf olduğu bir ülkede kendisini sosyalist olarak tanımlıyor ve İşçi Partisinin sol kanadındaki konumunu koruyor. Ancak Corbyn kendisini Marksist olarak tanımlayan biri değil. Bir teorisyen de değil. İşçi Partisinin tarihsel geçmişi içindeki sol birikime dayanan ve gelir dağılımı, toplumsal adalet gibi kavramlara dayanan bir yaklaşımı var.

Corbyn’in bahsi edilen dış politika duruşu (barış eksenli, Filistin yanlısı vb) ve iç politikada göçmenleri savunup kamusal alanda yatırımlara öncelik vermesi mevcut şartlarda radikal bir seçenek olarak görülse de aslında seçim vaatleri sosyal demokrasinin sınırlarını aşmayan, sol liberal ilkelere hayat veren bir yaklaşım. En zengin yüzde 5’in vergilendirilmesi ile sağlık ve eğitimin sübvanse edilmesi, geniş çaplı kamu yatırımı ve kamulaştırmalarla telekom, tren ve diğer altyapı alanlarında ciddi bir dönüşüme imza atmak, işyerlerinde sendikalara daha fazla yetki vermek Kıta Avrupası’nda sıradan konular, Britanya’yı Almanya ve Fransa seviyesine getirmekle sınırlı.

Bunlar kapitalizmin sınırları dahilinde önerilen reformlar olsa da Britanya’da geniş kesimlerin ihtiyaç duyduğu konulara denk düşüyor mu? Evet, bu reformlar dahi yaşam standardını ciddi şekilde arttıracaktır. Üçüncü Dünyanın kapısı olarak tanımlanan Britanya’da hızlı internete nüfusun sadece yüzde 8’i ulaşıyor, tren hatları ve ulaşım çok kötü, sağlık sistemi çökmüş durumda. 

BRİTANYA'DA SANAYİ GÜÇSÜZ

Bu altyapı yatırımlarının ülkede kapitalizmi canlandıracağı, üretimi arttıracağı da net. Ancak bunun için ya emekçi halkın çok örgütlü ve mücadeleci olması lazım, bu durumda da neden daha ileri, sosyalist taleplerle hareket edilmediğini sorgulamak gerekecek. Veya burjuvazinin bir kesiminin desteğini almak gerekir. Altyapı yatırımlarından ve işçi sınıfının daha iyi eğitimli olmasından yararlanacak bir sanayi burjuvazisinin olması gerekir. Ancak Britanya’da sanayi güçsüz. Mevcut büyük otomotiv ve diğer fabrikaların neredeyse hepsinin sahibi yabancı. Britanya’nın eski sanayicileri üretimi başka ülkelere kaydırmış ve Britanya’da tasarım, pazarlama ve yönetim işleriyle meşgul. Yani Almanya’daki gibi hızlı trenlere, geniş otoyollara ihtiyaç duyan büyük sanayi merkezleri, onbinlerce işçinin çalıştığı fabrikalar ve çevrelerine kümelenmiş geniş bir tedarikçi ağı yok. Britanya’da esas olan finansal sermaye ve hizmet sektörü. Bu sektörlerin toplumun geneline yayılacak yatırım programlarını desteklemeye niyeti yok, zaten en ileri teknolojiye ve en vasıflı çalışana Londra gibi birkaç metropolde rahatlıkla erişebiliyorlar. 

CORBYN'İN BİR BUÇUK YIL ÖNCEKİ BAŞARISI

Ancak bu yenilgi üzerinden uzun vadeli analizler yapmaya gerek olmadığı kanaatindeyim. Örneğin buna yönelik analizler arasında işçi sınıfını “geleneksel” ve “yeni işçi sınıfı” olarak iki kategoride düşünerek “geleneksel olanların” desteklemediği, yaşlılarla gençler arasındaki farkın buna sebep olduğu veya meselenin Thatcher’dan bugüne kadar uzanan bir süreç olduğu öne sürülmektedir. Bunların hepsi sorumluluğu Corbyn’in önderliğinden alıp “nesnel şartlara” havale ediyor. Fakat sadece parlamenter sınırlar içinde ve seçim odaklı bakıldığında da Corbyn’in gösterdiği liderlik zaaflarını anlamak mümkün. Çünkü sadece 1,5 yıl önce Corbyn büyük bir başarıyla İşçi Partisinin tarihindeki en büyük sıçramayı gerçekleştirdi. Seçim sisteminin özellikleri olmasa iktidara gelmesi dahi mümkün olabilirdi. Bu seçimlerdeki hayal kırıklığı aslında tam da aynı başarının tekrarlanmasının beklentisine dayanıyordu. 2017’deki sonuçla aynı oran dahi çıksa İskoç Ulusal Partisi ile koalisyon kurmak ciddi bir olasılık haline gelecek ve Muhafazakar hükümet iktidarını korusa dahi ciddi bir alternatif iktidar baskısına maruz kalacaktı. Bugün hem Britanya’da hem de ülkemizde sol yayınlarda sıkça eleştirilen “geleneksel” işçi sınıfının göçmen karşıtlığı, ihtiyarlığı, lümpenliği gibi konular aslında 1,5 yıl önce de vardı ve hepsi Corbyn’in İşçi Partisine oy verdi. 

Corbyn’in 1,5 yıl önceki başarısının arkasında seçimlere katılmayan geniş bir potansiyel kesimi dinamik bir güç haline dönüştürmesi yatıyordu. Bu da metropollerde yaşayan ve siyasetten dışlanan geniş göçmen kesimleri ve gençlerdi. Bu kesimden yüzbinlerce kişi partiye katıldı. Örneğin Londra’nın en lüks semti Kensington’ı tarihinde ilk kez İşçi Partisi aldı, bu seçimde de az farkla kaçırdı. Bunun en önemli sebebi ise milyonlarca poundluk malikanelerin olduğu bölgelerin hemen yanındaki belediye sosyal konutlarında yaşayan çoğu siyah binlerce göçmenin ilk kez kitlesel olarak oy kullanmasıydı. Veya tarihi boyunca muhafazakarların kalesi olan Canterbury’de iki dönemdir Kent Üniversitesi öğrencilerinin yoğun seferberliği ile İşçi Partisi adayı kazandı. Ancak bu dinamizmin parti üyeliği ve seçimde oy kullanma odaklı bir dinamizm olduğunu unutmamak gerekir. Seçimler dışında uzun soluklu mücadele yürütme söz konusu değil. Ancak apolitik bir kitlenin politikayla, seçimle ilgilenmesi açısından önemli bir ilk adım.

'KIZIL DUVAR'DA SANAYİSİZLEŞME VE AB

Bu seçimlerde partiye yeni katılan metropollerdeki işçiler, göçmenler, öğrenciler desteklerini sürdürdüler. Ancak sürpriz Kuzey İngiltere’deki geleneksel parti tabanından geldi. Onlar tarihte ilk kez partilerini terk ettiler veya başka bir açıdan bakılırsa yıllardır bölgeyi yöneten parti onları zaten terk etmişti, onun doğal sonucu yaşandı. İşte bu noktada Corbyn’in önderliği ve kampanyadaki eksiklere odaklanmak mümkün, yoksa Thatcher’dan gelen politikalar, nesiller arası çatışma, işsizlik ve lümpenlik gibi konular ne oldu da 1,5 yıl önce etkili olmadı?

Kızıl Duvar olarak tanımlanan ve tarihi boyunca hep İşçi Partisine oy vermiş bu sanayi bölgeleri Thatcher’den bu yana gelen neo-liberal politikalar sonucunda sanayisizleşti, mevcut işler göçmenlere kaptırıldı, bir zamanların canlı şehirleri çöküş dönemine girdi, alkolizm ve uyuşturucu yayıldı ve ülkenin en yoksul insanları umutsuzluğa kapıldı. Eğitim sistemi kötü olduğu için gençler de iyi okullarda ve iyi üniversitelerde okuyup Londra’daki işlere giremediler ve çeteleşme yayıldı. Buradaki toplum suçu Avrupa Birliği’nde gördü. Bu konuda haksız da sayılmazlar. Bu bilinci de zaten bu bölgelerde yıllarda İşçi Partisi ve sendikalar içinde faaliyet yürüten solculardan almışlardı. Ancak uzun yıllardır bölgede halkın örgütsüz olması aşırı sağ ve göçmen karşıtı fikirlerin örgütlü bir hal almasını mümkün kıldı. 

Corbyn de 4 yıldır partinin başında ve Londra’da sağladığı dinamizmi burada gösteremedi. Alternatif bir yol açamadı, bu insanları kazanacak bir çalışma yapmadı. Oysaki tüm vekiller, tüm belediyeler İşçi Partisi yönetiminde. Sanayisizleşse de sendikal hareketin en yaygın olduğu yerler yine bu bölgeler. Kooperatifçilik gibi alternatif mülkiyet ilişkilerinin de en güçlü olduğu yerler buralar. Seçimlerde oy verip iktidara gelme beklentisi dışında bu bölgelerde toplumun ırkçılığa karşı örgütlenmesi ve yoksulluğa ve işsizliğe karşı üretimi geliştirecek çalışmalar elbette yapılabilirdi. Ama bunların hiçbiri yapılmadı. 

CORBYN'İN SEÇİM STRATEJİSİNDE AB

Corbyn 40 yıllık vekilliği süresince her zaman AB karşıtı oy kullandı ve sendikaları destekleyen bir politika izledi. Bu yaklaşımlarıyla bu bölgedeki halkı kazanması mümkündü ama bunu başaramadı. Tam tersine 2017 seçimleri öncesinde kendisini 2 kez açıktan devirmeye çalışan ama tabanın desteğiyle başaramayan parti içindeki sağ-merkez muhalefetin 2017 sonrasındaki taktiğini aşamadı. Uzlaşmacılığı ve dengeciliği sonucunda partiyi yeni üyelerle dönüştürme sürecini ilerletemedi. Corbyn karşıtları 2017 seçim başarısının ardından artık açıktan devirme yerine yönetimde yer alma ve medyanın vb. desteği ile Corbyn’in politikalarını sınırlama ve etkileme taktiğine başvurdu. Corbyn’in uzlaşmacı yaklaşımı da bunu geliştirdi. Tabandaki AB karşıtlarıyla AB yandaşı olanların bölünmüşlüğünü nötr kalarak bir arada tutabileceğini düşündü. AB’ye destek verenler kaçmasın diye titrerken AB karşıtı, geleneksel tabanı kaybetti. 

Dolayısıyla seçim stratejisi de buna uygun belirlendi: Önemli olan AB yandaşlarını tutmaktı, asıl tehlike oyları Liberal Demokratlara kaybetmemekti. Zaten geleneksel taban oy verirdi. Bu kampanya ise İşçi Partisini AB yanlısı bir parti olarak kodladı ve gerçekten AB yanlısı yerlerde İşçi Partisi kazandı.

İşçi Partisi bu yöne yoğunlaşırken Muhafazakarlar AB karşıtlarını birleştirmeye yöneldi. Irkçı Brexit Partisi bilhassa Kuzey İngiltere’de yoğun bir propaganda ile AB karşıtlığını göçmen karşıtlığıyla birleştirdi ve insanları ikna etti. Johnson’ın “Gelin Brexiti sonuçlandıralım” şeklindeki akılda kalan sloganı, “elimde anlaşma var, oy verin, Ocak ayında AB’den kurtulalım, ondan sonra elimizi bağlayan yok, her türlü yatırımı yapacağız” mesajı kitlelerce satın alındı. 

Buna karşın Corbyn ve İşçi Partisi AB yanlısı görüldü. Yeni bir müzakere süreci ve yeni bir referandum vaadi bu süreçten bıkan insanlarda tepki çekti. Corbyn’in AB gibi bir konuda tarafsız kalacağını açıklaması da tepki çekti. Seçimden sonra Brexit'in bu derece kutuplaştırdığını fark edemediğini, normal siyaset yapmanın mümkün olamadığını belirtti. AB üyeliğini normal siyaset dahilinde bir mesele değilmiş şeklinde ele alması dahi bu yaklaşımı özetliyor. 

PARLAMENTARİZM, UZLAŞMACILIK, DENGECİLİK...

Dolayısıyla kendisini devirmek isteyenlerle uzlaşmacı politikası, 2017’den bu yana geçen 1,5 senede toplumda Brexit konusunda oluşan tepkiyi anlayamaması, süreci sadece Londra gibi metropoller üzerinden okuması, bununla beraber geleneksel yoksul tabanın yaşadığı ve partisinin yönetimde olduğu Kuzey İngiltere ve Galler’de alternatif politikalar geliştirip toplumu bir araya getirmemesi, tüm meseleyi seçime indirgemesi gibi çok sayıda faktör Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmasına neden oldu. Burada 10 milyon oy almasının, metropollerde çok yüksek oy olması ve seçim sisteminin özelliklerinin buna engel olması tabii ki önemli. Ama taktikler de seçim sistemine göre kurulmalı, eldeki sandalyeler korunurken marjinal sandalyeler güçlendirilmeli ve karşı tarafa saldırılar düzenlenmeli.

İşçi Partisinin solunda yer alanlar Corbyn yerine etkili bir aday çıkartıp iktidarlarını koruyacaklar mı? Bunu göreceğiz. Geleneksel tabanını yeniden kazanacak mı yoksa onları ırkçıların, gericilerin eline mi bırakacak, bunu da zaman gösterecek. Ama parlamentarizm, uzlaşmacılık, dengecilik derken yanlış bir seçim kampanyası ile 2017’deki en büyük oy patlamasından 2019’da tarihin en kötü sonucuna gelinmiş oldu.