Balfour Deklarasyonu'nun 100. yıl dönümünde Mustafa Türkeş'le söyleşi: Kapitalizmde sorunlar çözülmez

Bugün, siyonist hareketin tarihinde köşe taşı olan ve 1948'de İsrail devletinin kuruluşunun önünü açan Balfour Deklarasyonu'nun 100. yıl dönümü. soL yazarı Mustafa Türkeş, Deklarasyon ve İsrail devletinin kuruluşu ile emperyalizmin sorunu dönüştürdüğünü, Filistin sorununun çözümünün emperyalizme karşı halkların ortak mücadelesinden geçtiğini söylüyor.

Erman Çete

2 Kasım 1917 tarihinde, Britanya Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, ülkedeki Yahudi topluluğunun liderlerinden, siyonist Lord Walter Rothschild'a bir mektup gönderiyordu.

9 Kasım'da basın tarafından tüm dünyaya duyurulacak olan kısa mektupta, daha sonra Balfour Deklarasyonu adıyla anılacak, tek cümleden ve 67 kelimeden oluşan bir duyuru yer alıyordu.

Bu kısa duyuru, modern Ortadoğu tarihinin neredeyse tamamını etkileyen ve dönüştüren sarsıcı sonuçlara yol açtı:

Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Yahudiler için bir ulusal yurt kurulmasını uygun görmektedir ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır, Filistin'deki mevcut Yahudi olmayan toplulukların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin sahip oldukları hak ve siyasi statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır.

Sykes-Picot Antlaşması, Şerif Hüseyin-McMahon mektuplaşmaları ve nihayet Balfour Deklarasyonu... Emperyalist paylaşımın Ortadoğu'daki bu üç meşum adımı, sırasıyla, Fransa ile Britanya'nın bölgeyi bölüşmesini, Osmanlı'ya isyan karşılığında bir Arap devletinin kurulmasını ve Filistin'de bir Yahudi ulusal yurdunun yaratılmasını gündeme getiriyordu.

Deklarasyon, muğlak ifadelerle esasında bir "Yahudi devletinden" bahsetmese de, Filistin'e yönelik yasa dışı Yahudi göçünün arkasına dönemin en güçlü ve savaştan galibiyetle çıkmış emperyalist ülkesinin desteğini alıyor ve Yahudileri Arapların karşısına "sömürgeci" bir pozisyonda çıkartıyordu.


Lord Walter Rothschild

Siyonist hareketin tarihinde bir dönüm noktası olan, Araplar açısındansa 1948 felâketine giden yolun köşe taşı sayılan Belfour Deklarasyonu'nun 100. yılında, emperyalizmin bölgeye müdahalesini, Arap ve Yahudi halklarının pozisyonunu ve Filistin sorununun çözüm olasılıklarını, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve soL Portal yazarı Mustafa Türkeş ile konuştuk.

İlan edilişinin 100. yıl dönümünde Balfour Deklarasyonu’nu tek başına ele almak doğru olmaz sanırım. Sykes-Picot Antlaşması ve Şerif Hüseyin-McMahon yazışmalarıyla birlikte bu deklarasyon, aslında birbiriyle tutarsız görünen bir “paket”ti. Temelde emperyalist paylaşım sorunsalı yer alıyordu ve Yahudilere Filistin’de bir “yurt” vaat eden tek ülke de Britanya değildi. Sizce o dönem Ortadoğu’ya göz diken Fransa ya da Almanya değil de, neden Britanya Yahudi anayurdu konusunda öne fırladı?
Cevap sorunuzun içinde mevcut. Sykes-Picot antlaşması, McMahon - Şerif Hüseyin müzakereleri ve Balfour deklarasyonu bir paket. Emperyalistlerarası müzakerenin ürünü. Britanya’nın Mısır’da bulunan Yüksek Temsilcisi McMahon yetkili oyun kurucu iken Mekke Şerifi Hüseyin figüran rolünde. Asıl müzakere Britanya ile Fransa arasında gerçekleşiyor. Söylediğiniz gibi paketin bütünü bir yönüyle çelişkili, diğer taraftan da uzlaşıya vardılar, aksi halde emperyalistlerarası rekabet savaş sonrasında yeni çatışmalara yol açabilirdi. Sözünü ettiğim uzlaşı Birleşik Krallık ile Fransa arasında gerçekleşti. Sykes-Picot antlaşması bunu yansıtıyor. McMahon ile Şerif Hüseyin arasında geçen müzakerenin özelliği şu:Verilen sözlerde bilinçli belirsizlik hakim, karşılığında alınan ise net. Şerif Hüseyin Osmanlı’ya isyan edecek, bu durum net. İsyan gerçekleşti. Karşılığında ne alacak? Muğlak. Buna bilinçli belirsizlik diyebiliriz. Şöyle ki, Şerif Hüseyin Lübnan ve Filistin dahil bütün bölgede Arap bağımsız devletinin kralı olacağı beklentisi içinde iken McMahon Lübnan ve Filistin bölgelerini müzakere sürecinde muğlak bırakıyor. Öte yandan L. George hükümeti Filistin’de Yahudilere yurt (homeland) sözü veriyor. Balfour Deklarasyonu bu. Söz konusu edilen alan - Filistin- Balfour deklarasyonunda Yahudilere sunulan toprak – yurt ile örtüştüğü için Araplar ile Yahudiler arasında çatışmaya yol açtı.

'EMPERYALİZMİN KLASİĞİ'

Neden Britanya sorusuna gelince; Yahudi toplumunun sözcülüğünü yapan Rothschild ailesinin Britanya’da bulunan L. George’un liberal hükümetine rahat ulaşabilir olması işi kolaylaştırmış gözüküyor, fakat esas önemli olan, Britanya’nın emperyalizm klasiğini ustaca kullanmasıdır. Başkasına ait olan bir alanı, toprağı, birden fazla topluma söz vererek – bahşederek - o alan üzerinde çatışmayı sürdürülebilir kılmayı öngören bu politika bir emperyalizm klasiğidir. Britanya yönetimi, bu konuda “ince” diplomasi yürütmeyi iyi becerirken, Fransa yönetimi daha kaba saba bir yöntem izlemiştir. Almanya ise bu yıllarda bu bölgeye Osmanlı üzerinden sarkmayı planladı, fakat savaşı kaybetti. Bu nedenle müzakereler Britanya ile Fransa arasında gerçekleşmiştir. Italya’da bu müzakerelerde yer almakla birlikte az şey elde etmiştir.

100. Yılında Balfour deklarasyonu için kısaca şunu söylemek mümkündür: Emperyalizm klasiği. Bakın halen kavgası sürüyor. Çok verimli bir çatışma konusu, sorun biraz dönüştürüldüğünde çözümsüzlük garanti. Alın size Arap-İsrail çatışması.


Balfour Deklarasyonu adıyla anılan kısa mektup

1902 yılında, Balfour başbakanken, Britanya’ya Yahudi göçü konusunda siyonizmin babası Herzl’in tanıklığına başvurulmuştu. Yahudilere yurt olarak Doğu Afrika’nın verilmesinin planlandığı “Uganda Planı” bu süreçte ortaya çıkmıştı. Yine birkaç on yıl sonra, Nazilerin Yahudilere yurt olarak Madagaskar’ı akıllarından geçirdiklerini de biliyoruz. Avrupa’daki Yahudi düşmanlığından siyonizme uzanan nasıl bir bağ vardı? Balfour Deklarasyonu bu zincirin önemli halklarından biri sayılmalı mıdır?
Avrupa’da zaman zaman aşırı düzeylere çıkan Yahudi düşmanlığının Siyonizmi tetiklemiş olabileceği doğru olabilir, fakat Siyonizm bununla sınırlı değil. Filistin, Kudüs gibi bölgeler üzerine yaşanan çatışmalar dini bilgilerle de beslenmektedir. Kutsal kitaplar arasında bilgi akışı çok belirgin. Kudüs, bütün tek tanrılı dinlerde kutsal yer olarak anılır, daha önemlisi irredantizm bütün tek tanrılı dinlerin öğretisinde mevcut. Bu nedenle dinsel bilgi üzerinden geleceği kurgulayan herkes için Kudüs elde edilmesi gereken bir yerdir, bu nedenle çatışmayı öngörür. Balfour Deklarasyonu bu bilgi akışını yansıtır, emperyalizm bu fırsatı elbette kaçırmaz. Emperyalizm için her yol mübahtır.

'DİNSEL MÜCADELELER SORUNU ÇÖZMEZ'

Tek bir cümleden ve 67 kelimeden oluşan Balfour Deklarasyonu, daha sonra Britanya ile olan inişli çıkışlı ilişkisine rağmen, siyonist hareket için büyük bir zaferdi. Ancak bu zafer, Yahudilerle Araplar arasında sömürgeci bir karşı karşıya gelişi de sebep oldu. Deklarasyon’da en çok dikkat çeken noktalardan birisi, Filistin topraklarında yaşayan Yahudi olmayan ulusları -ki en büyük ulus Araplar- yok sayılmasıydı. 100 yıl sonra, kendisini Yahudi devleti olarak tescil ettirmeye çalışan İsrail’in Araplara yönelik sömürgeci pozisyonunu sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz?
Deklarasyon metninde geçen ifade “Yahudi olmayanların haklarına saygı”dır. Burada tuhaf olan, bu dönemde Yahudi nüfus %3 civarındadır. Nüfusun bu kadarına sahip olan bir topluluğa yurt sözü verilmesinin nedeni hakları tanınmayan bir nüfus varlığı değil, dinsel bilgiler üzerinden üretilen ve irredantizme dayanan siyasal bir talebin karşılık bulmasıdır. Yahudiliğin epistemolojisinde bulunan kutsal topraklar söyleminin, Britanya hükümetinin sorunları sürdürülebilir kılmak için ürettiği politikaya dayanak oluşturmasıdır. Aslında milattan önce 7. asır ile milattan sonra 7. asır arasında bu bölgede ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin hepsinde bu bölge kutsaldır. Kutsallık, kutsalın başkasının eline geçmemesini de öngörür ve bu nedenle çatışmayı davet eder. Yahudilik inancında ise kutsallığın ötesinde vaat edilmiş topraklar, yani irredantizmi öngören bilgi üretimi söz konusudur. Bu nedenle çatışmacıdır. Halbuki, millattan önce 7. asırdan önce bölgede bulunan mücadelenin nedeni başkadır, dinsel bilgi üretiminden kaynaklanmaz. Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman inanç sistemleri bu gerçeği kabul etmezler. İsrail devleti varlığını dinsel bilgi üzerinden meşrulaştırmaya özen göstermektedir. Bu bağlamda kendisinden başkasını yok saymayı öngördüğü açıktır, ancak bölgenin gerçekliğine karşılaştırmalı olarak bakıldığında bugün halen İsrail küçük bir nüfusa sahiptir. Balfour Deklarasyonu’nda Britanya’nın hesabına uygun hareket eden Siyonistler kimi kırılmalar yaşasa da 1948’e kadar, hatta 1956’ya kadar, Britanya’nın himayesinden faydalandılar. Giderek güçlenen, kapitalist sistemin ana koruyucusu ABD’nin, emperyalist politikalarını Ortadoğu’da hayata geçirmeye başladığı andan itibaren İsrail’i desteklemesi şaşırtıcı değildir. İsrail’in ayrıcalıklı konumda tutulması Arapları güç duruma soktu. Fakat, Arapların izlediği politika da benzer kutsallık üzerinden üretildiği ölçüde çatışma bir türlü çözülmedi, aksine daha fazla sürdürülebilir kılınmasına katkı sundu. Dini bilgiler üzerinden üretilen karşı çıkışlar bir çözüm üretmek yerine sorunu dönüştürüp, devamına neden oldu. Balfour Deklarasyonu’nu icat eden Britanya liberal hükümeti, onun bu kadar etkili olacağını hesapladı mı, emin değilim.


1936 yılında Ürdün'ün başkentinde Deklarasyon'u protesto eden Araplar. Pankartlarda, "Filistin, Araplar içindir" ve "Vatanımız, inancımız; tam özgürlük, hayatımızdır" yazıyor.

'KAPİTALİZMDE SORUNLAR ÇÖZÜLMEZ, DÖNÜŞTÜRÜLÜR'

100. yılında, Filistinli Araplar ve dostları, Nakba’ya giden yolun başlangıcı olarak lanetleyecek, İsrail ve siyonizm yanlıları ise Filistin topraklarında bir Yahudi devletine açılan kapı olarak Deklarasyon’u selamlayacak. 100 yıl sonra, Balfour Deklarasyonu’nun üzerine bina edilen bölgesel mimariyi yıkmak ya da dönüştürmek mümkün mü? Daha açık sormak gerekirse, Filistin sorununun nihai çözümü sizce nedir?
Filistinli Araplar artık monolitik değiller. Hamas icat edileli beri daha zor bir durum ortaya çıktı. Dini bilgi üzerinden mücadele yürütmeye başladılar, bu durum sorunu çözücü değil, dönüştürücüdür. Şimdilerde gündemde tutulan çözüm önerisi şu: iki devletlilik. İsrail bunu kabul etmiyor, ABD’den çok ciddi bir baskı gelmediği sürece de kabul etmemeye devam edecek gibi gözüküyor. Bu işin bir tarafı. Öte yandan iki devletli bir çözüm kabul edilse dahi sorun çözülmeyecek. İki taraf için de geçerli. İsrail yönetimleri her durumda konuyu güvenlik bağlamında nüfusa endeksleyip beka meselesi olarak görmeye devam edecek. Bu kez Filistinli Araplar irredantizme yönelecekler. Kısacası dini ve etnik kimlikler üzerinden üretilecek yeni bir mimari sorunu çözmek yerine onu dönüştürecektir.

Halbuki sorunun çözümü mümkün: Kapitalizmde sorunlar çözülmez, dönüştürülür. Bu gerçek karşısında anlamlı çözüm sistemin değiştirilmesidir. Kapitalist-emperyalist sistem değiştirildiği durumda çözüm üretmek mümkün olacaktır. Emeğin dini, etnisitesi olmaz, emekçilerin önceliği birbirine karşıtlık değil, sömürüye karşıtlıktır. Marifet bu gerçeği görerek çözüm arayışına girmektir.

Edward Said bir yerde, Balfour Deklarasyonu’nu, “bölgeye yabancı bir gücün, bölgeye dışarıdan taşınmış insanlara yurt vaadi” olarak nitelendirmişti. Gerek siyonizm, gerekse Filistin’e yasa dışı Yahudi göçü, gerekse şu anda tüm Filistin’i ve özellikle de Kudüs’ü işgal eden yasa dışı Yahudi yerleşimleri düşünülürse, Filistin sorunu ve siyonizmin rolü ile bunlara karşı mücadele mutlaka “yabancı” faktörünü devre dışı bırakmak zorunda herhalde. Özellikle, şimdiki Britanya Dışişleri Bakanı Boris Johnson’ın Deklarasyon’dan “gurur duyduğunu” söylediğini düşünürsek…
Johnson kendisi ile gurur duyabilse o bile ehven-i şerdir. Onu bir tarafa bırakalım. “Yabancı” faktörü ciddi bir sorundur. Bölgede kim yabancı değil ki? Bu toprakların ilk yerleşik halkları benim diyenler kendilerinin de göçmen olduğunu gizlerler. Yerlilik söylemi sahip olmaya, mülkiyete ilişkindir. O mülkün kendisine ait olduğunu vurgulamak için üretilen bir söylemdir. Kapitalizmin kutsalını hatırda tutar. Halbuki yerkürede ve evrende bulunan herşey herkese aittir, olmalıdır. Emperyalizmin klasikleşen politikalarını tersine çevirme arayışına girmek yerine ona alternatifi üretmek, hayata geçirmek daha anlamlı ve mümkündür.

Şöyle bir örnekle somutlaştıralım: Kudüs bu haliyle çatışma alanı olmaya devam eder, Kudüs müze yapılırsa herkesin görebileceği bir alan olur. İsrail’de yaşayan Yahudi bir emekçi ile Filistinli Müslüman bir emekçiyi dini bilgiler üzerinden üretilecek bir çözümle bir araya getirmeye çalışmak abesle iştigaldir, emek ortaklığı ve emekçi mücadelesi ile bir araya gelebilmeleri ise mümkündür. Bunu görmeden yapılan öneriler sorunu çözmez, dönüştürür.