Alper Birdal yazdı: Orada olmayan adamların resmigeçidi

Geçtiğimiz hafta Paris’te milyonlar gericiliğe karşı yürüdü. Ancak ne yazık ki milyonların en önünde “orada olmayan adamların” resmigeçidi vardı. Işığın ne yönden geldiği apaçıkken, kendimizi yine orada olmayanların yarattığı karanlığa doğru sürüklenirken bulduk.

Alper Birdal

Cohen kardeşlerin 2000’lerin başlarında vizyona giren filmlerinden birinin başlığı “Orada Olmayan Adam”dı. Film, küçük bir Amerikan kasabasında kayınbiraderinin berber dükkanında saç kesen bir eziğin görünür olma çabasını anlatıyor dersek çok yanlış bir şey söylememiş oluruz sanırım.

Başlık, “orada olmayan adam (kişi de diyebiliriz)” bir kavram olarak düşünülebilir ve 11 Ocak’ta, Paris dolaylarında görülen Ahmet Davutoğlu’na pekala uygulanabilir. Orada olduğunu kanıtlamak için kadraja girmesi gerekiyordu ve bunun için epey mücadele etti. Ama yetmedi. Orada olmasının ne kadar önemli olduğunu anlatmak ihtiyacı duydu. Bu yüzden olsa gerek, yürüyüşün üzerinden günler geçtikten sonra hâlâ resimde olmasının ne kadar önemli olduğunu anlatıyor, “ben de oradaydım, görmediniz mi” diyordu. 13 Ocak’ta dudaklarından dökülenler tam olarak şöyle: “Paris’teki yürüyüşe biz de katıldık. Çünkü resimde bizim olmamızın hem dünya için önemi var hem de Avrupa’daki Müslümanlar ve Türkler için hem de Fransa-Türkiye ilişkileri için. Şimdi Ahmet Davutoğlu olarak söylemiyorum, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın o resimde olmamış olmasının ikame edebileceği herhangi bir şey yok. Bunlar, tarihe belirli kayıt düşme alanıdır. Beyaz Saray, özür yayınlamış. Bu sıradan bir dayanışma değil. Fransa İslam Konseyi üyeleri büyükelçilikte beni ziyaret ettiler, onun Cezayirli, Faslı yönetim kurulu üyeleri geldi. Dediler ki: ‘Biz sizin katılma kararınızı duyduğumuz anda katılma kararı verdik. Çünkü orada bulunduğunuz anda orada bulunan bütün Müslümanlara o meşruiyeti kazandırmış oluyorsunuz.’ Bu aslında Türkiye’nin taşıdığı önemi gösteriyor.”

Özeti… “Ben de oradaydım”.

Bunu kanıtlamak için bu kadar çaba neden? Çünkü oradaydı, ama varlığı sadece çektiği tepki ölçüsünde önem taşıyordu… O ise hâlâ eski teraneyi, yani “ılımlı İslam’ı” anlatıyor.

'ILIMLI İSLAM'LA NİŞAN ATILDI MI?
Paris’teki yürüyüşte kameralar önünde poz verip de aslında orada olmayan sadece Davutoğlu değildi. Bir başka “orada olmayan”ı Ankara’da Mahmud Abbas’a yeni bebeklerini gösterdiği sırada Erdoğan ünlüyordu; “Netanyahu’nun orada ne işi var?”

Ama hayır, o kadar kolay değil. Riyakârlığın resmigeçit töreninde olup da aslında orada olmayanlar saymakla bitmez. Obama da (o fiziksel olarak da yoktu), Merkel de, Hollande da, Cameron da orada yoktu. Çünkü kabaca son yirmi beş yıldır, onların ve seleflerinin temsil ettikleri sınıfın ve düzenin yüksek çıkarları adına temellerine sürekli dinamit koydukları yapılar çoktan çöktü. Burjuva anlamıyla laiklikten, yine aynı tarihsel anlamda yurttaşlıktan söz ediyorum.

Merkel’i ele alalım. Paris yürüyüşünün ertesi günü “İslam Almanya’nın bir değeridir” diyordu. Ahmet Davutoğlu da ondan bir gün sonra “İslam artık Avrupa’da kalıcı” diyordu. İkisi de durup dururken malumun ilamına özel bir merak salmadılarsa ne diyorlar? Merkel “İslam bizim iç meselemiz” diyor; Davutoğlu “bu işler bizden sorulur”. Yani özünde bir “model” tartışması yapıyor, islamcılığın nasıl idare edileceği üzerine çekişiyorlar.

Bu tartışma yeni değil ve bir tarafıyla sosyolojik, ama esas olarak siyasal. Son yirmi-otuz yılda Batı'da, özellikle Avrupa'da, “Müslüman toplumun idaresi”ne yönelik hiperaktif denilebilecek bir politika geliştiği söylenebilir. Batı'daki islamcı hareketler üzerine çalışan bir uzman bu hiperaktivizmin gelişimini şöyle anlatıyor: “(…) artık bütün hükümetler İslam'ı düzenlemenin ve toplumlarına entegre etmenin yollarını arıyor. Çoğu Avrupa devletinin geçmişteki 'iyi huylu ihmalleri'nin yerini, yetkililerin Batılı, çok kültürlü bir toplumda yaşamla uyumlu sayılan bir İslam biçiminin geliştirilmesine yönelik proaktif, hatta bazı örneklerde hiperaktif çabalar aldı. Bu yeni müdahaleci yaklaşım ülkeden ülkeye, değişik hukuk geleneklerini, devlet-kilise ilişkileriyle ilgili tarihsel deneyimleri ve yerel koşulları yansıtan farklılıklar gösterse de, bütün örneklerde hükümetler Müslüman toplumuyla birlikte çalışma gerekliliğini kavramış bulunuyor. Okullarda İslam'ı öğretmek üzere ders programları geliştirmek, imam yetiştirmek ya da radikalleşmeye karşı programlar yürürlüğe koyabilmek için, ideal olarak istenilen temsiliyet düzeyine, güvenilirliğe ve ılımlılığa sahip Müslüman örgütlerin ya da liderlerin yardımına ihtiyaçları var.” (Lorenzo Vidino; The New Muslim Brotherhood in the West, Columbia University Press, 2010: New York, s. 14).

Artık Avrupa açısından yirmi-otuz yıl öncesinde bulunmayan sosyolojik bir durum söz konusu, doğru. Geçmişte meselelerin “elçilik İslam'ı” olarak da tabir edilen, göçmenlerin vatandaşlık bağıyla bağlı oldukları devletlerin resmi kurumları üzerinden çözülmesine dayanan model, artık “vatandaşlık” bağıyla Batılı devletlerin kendisine bağlı göçmen kökenli yeni kuşakların hâkim olmasıyla çöktü. Başka bir ifadeyle son yirmi-otuz yılda, Batı devletlerinin kendi topraklarındaki Müslümanlara yönelik politikaları, artık bir “diyaspora İslamı”yla değil, yerelleşmiş bir “cemaatle” ilişkili. Dolayısıyla Batılı devletler bu yeni kuşakları “temsil eden” yapılar ve örgütler “bulma” sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Bulamadıklarında yarattılar.

Bu durumun uluslararası bir şebeke kurarak Batı devletlerinin arayışını kadro, finans, siyasi nüfuz gibi olanaklara tercüme etmeyi başarabilen islamcı hareketler açısından ciddi bir avantaj yarattığı söylenebilir. Bu da, El Kaide ya da Hizb'ut Tahrir gibi açıktan cihatçı ve reddiyeci bir tutum takınmayan, ama en “güçlüsü” bile Batı'daki Müslüman toplum içinde ancak küçük bir azınlığı temsil eden bir dizi cemaatin ön plana çıkmasını beraberinde getirdi. Bunların başında da Müslüman Kardeşler ve onun Güney Asyalı ikizi Cemaat-i İslami şebekeleri ile onların uzantıları geliyor. Hiçbir zaman Batı'da bir kitle hareketini temsil etmeyen bu şebekeler, yetmişli yılların ilk yarısından başlayarak Avrupa ve Kuzey Amerika'da Müslüman toplumun devletler nezdindeki temsiliyetini üstlenmeye oynadı ve bu konuda bir hayli başarılı da oldu.

“Ilımlı İslam” diye adlandırılan model, sadece Türkiye gibi ülkelerde uyumlu islamcı yönetimlerin desteklenmesini ifade etmiyor, aynı zamanda Batı’nın içindeki islamcılığın idaresi için bu tür şebekelere temsiliyet alanı açılmasını içeriyordu.

Şimdi bu nişan atıldı. Ancak yerine ne konacak sorusunun yanıtı belli değil ve bu nedenle Merkel’ler ve diğerleri orada olmayanların resmigeçit törenine dahiller.

Biraz daha açalım.

İSLAMOFOBİ VE 'ETNİK ŞEYHLİKLER'
11 Eylül’den sonra emperyalist merkezlerde neo-kon “güvenlik devleti” mantığı ve “terörizme karşı savaş” doktrininin ön plana çıkmasının yan ürünlerinden bir tanesi de “İslamofobi” kavramı oldu.

Sürecin diyalektiği şöyle özetlenebilir: 11 Eylül sonrasında uyumlu islamcı şebekelerin Batılı devletlerle ilişkisi daha da yoğunlaştı; temsiliyet iddiasında yol kat ettiler. Üstelik hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, pek çok örnekte “kliyentalist” biçimler de alan bu ilişkilerin kurulmasında sağcı politikacılar başı çekti. Örneğin Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy, 2004'te yazdığı din ve devlet ilişkileri hakkındaki kitapta, “Bir 'radikal', resmi bir yapıya entegre edildiğinde radikalizmini kaybeder çünkü artık o, bir diyaloğun parçası haline gelmiştir” diyerek ülkesindeki uyumlu islamcı şebekeyle işbirliği yapılmasını savunuyordu. Öte yandan Batı hükümetlerinin bu tip şebekelere yönelik politikası hep tutarsızlık ve çelişkiyle yüklü oldu. Başka bir ifadeyle emperyalist devletlerin uyumlu islamcı şebekeyle ilişkisinde gerilim hep vardı. Yukarıda alıntıladığımız uzmana göre bu bahiste sadece farklı devletler arasında değil, aynı devletin farklı kurumları, hatta aynı kurumun farklı daireleri arasında bile ciddi yaklaşım farklılıkları olabiliyordu. Yani mesele Batı’daki islamcılığın yönetilmesi olunca emperyalist devletlerin tutarlı bir tavrı hiç olmadı, ancak model, yani “ılımlı İslam”, politikaya belirli bir doğrultu kazandırıyordu.

Bu son faktör, büyüyen Müslüman nüfus ve laiklikten giderek uzaklaşan Batı devletlerinin durumu göz önünde bulundurulduğunda daha da önemsenmeli. Zira söylediğimiz gibi, Batı'daki Müslümanlara bir temsiliyet yaratmak sosyolojik bir sorun olmaktan çok siyasi bir mesele. İşte bu noktada İslamcı örgütlerin elindeki en güçlü enstrümanlardan biri de “İslamofobi” argümanı oldu.

İslamofobinin bir gerçek olduğu, 11 Eylül sonrasında daha da yaygınlaştığı ve zaman zaman Batı'da devlet politikası düzeyine taşındığı açık. Ancak bu gerçekliğin bir kavram olarak, tıpkı uluslararası Siyonist şebekenin antisemitizm kavramını İsrail ve Yahudi lobilerine yönelik her türlü eleştirinin karşısına çıkarması gibi, İslamcı hareketler için de işlevli bir silah olduğunu saptamak gerek. Bu silah, söz konusu islamcı şebekelerin yöneticilerine yönelik her tür suçlama girişiminde devreye sokuluyor, Batı devletlerinin kendi içinde islamcı hareketlere yönelik tutarsız politikaları arasında manevra yapmak için kullanılıyor ve sola da uzanan geniş bir yelpazede ittifak yapabilmenin araçlarından birisi oluyor.

Batı’da da solda duranlar arasında bu tuzağı görenler çıkıyor elbette. Çok kültürlülük politikasının “yurttaşlık” kavramından geri adım olduğuna, farklı kimliklere sahip yurttaşların kendilerini ancak “cemaat önderleri” aracılığıyla ifade edebilecekleri varsayımının Aydınlanmacılıktan tam anlamıyla kopuş demek olduğuna işaret ediyorlar. Örneğin Bengal kökenli iktisatçı Amartya Sen, “Neden Müslüman bir İngiliz vatandaşı Başbakan'la iletişim kurmak için din adamlarına ve diğer dini cemaat önderlerine bağlı kalmak durumunda olsun” diye soruyor.  Hindistan doğumlu İngiliz yazar Kenan Malik, ekliyor: “Ana akım siyasetçiler fiili olarak Müslüman toplumları doğrudan kapsamak konusundaki sorumluluklarını terk etmiş bulunuyorlar. Böylece kendi sorumluluklarını sözde cemaat liderlerine aktarmış oluyorlar. Her tondan siyasetçi bugünlerde müslümanlara İngiliz vatandaşı olarak muamele etmek ve onları genel siyasete çekmek yerine, onlara en başta inançlarına bağlı olan ve siyasi olarak başka müslümanlar dışında hiç kimse tarafından kapsanamayacak kişiler olarak görmeyi tercih ediyorlar.”

Bütün mesele tam da burada düğümleniyor. Paris’te olup da “orada olmayan adamlar”, hepsi, Aydınlanmanın iki temel direğine, laiklik ve yurttaşlık, on yıllardır dinamit koyuyor. Merkel, Hollande ve diğerleri bunu örneğin çok kültürlülük politikası vasıtasıyla kendi toplumları içinde “etnik şeyhlikler” oluşturarak yapıyor. Erdoğan ve Davutoğlu gibileri ise koca bir ülkeyi şeyhliğe çevirmeye çalışarak…

Laikliğe ve yurttaşlığa yeniden yaşama şansı veren bir düzenin kurulması dışında bu rezillikten çıkış olmadığı aşikâr. Bunu başarmak için öncelikle orada olmayanların resmigeçidiyle, orada olanların öfkesini birbirinden ayrıştırmak gerek.


* soL Dergisi'nin 18-24 Ocak 2015 tarihli 24. sayısında yayımlanmıştır.