Türkiye solundaki oryantalistler kimler?

Son dönemde, kurtuluş savaşından ve bunun anti-emperyalist niteliğinden, bir burjuva devrim olarak Cumhuriyet’in tarihsel anlamda ilerici bir içerik taşıdığından, bunun kazanımlarından söz edildiğinde sanki çok garip şeyler söyleniyormuş gibi yüzünüze tuhaf tuhaf bakan devrimciler zuhur etmiştir. Nasıl olabiliyor?

Metin Çulhaoğlu -soL

Oryantalizmin oryantal figürleri

“Adamlar (AKP kastediliyor) devleti yıkıyorlar işte, zaten biz de bunu istemiyor muyduk?”

Yanlışlığının ötesinde fazla dangıl dungul olduğu için yazılmayıp daha çok eş dost sohbetlerinde dillendirilen bu görüş, devrimci, sol, sosyalist kesimlerde epey rağbet bulmuşa benziyor. Hani hepimiz devrimciyiz ya, AKP’nin kendi kafasına göre yaptıkları bizim işimizi de kolaylaştıracak, kendi mücadelemizi verirken AKP sayesinde karşımızda çok daha kolay alt edilebilecek bir “devlet” bulacağız…

Denecektir ki saçma sapan bir tespit neresinden tutsan dökülüyor, tartışmaya bile değmez…

İyi de, bunca yıllık mücadeleye, birikime, eğitimlere, okunan kitaplara, yazılıp çizilenlere rağmen nasıl olup da böyle şeyler söylenebiliyor?

İşte, bunun üzerinde durmaya değer…

***

Yüz yıla yaklaşan tarihinde Türkiye sosyalist hareketinin iki temel “paradigması” olmuştur. Bunlardan ilki, 1920’li yıllara damgasını vurmuştur. Komintern’e (Üçüncü Enternasyonal) de yansıyan bu paradigmanın özünde, sosyalist hareketin önce kurtuluş savaşına, sonra da genç Cumhuriyet’e, Kemalist ideolojiye ve uygulamalarına nasıl bakması gerektiği sorusu vardır. Paradigmanın düğüm noktası da şudur: Gerçekleşmekte olan burjuva devrimiyle birlikte kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişmesini beklemek mi, yoksa (genç Sovyetlerin de desteğiyle) bu aşamayı hiç yaşamadan ve “kapitalist olmayan yoldan” bir tür sosyalizme geçiş mi?

İkinci paradigma ise 1960’lı yıllarda ortaya çıkmıştır. 1920’li yılların paradigmasının izlerini de taşıyan bu ikinci temel tartışma ise milli demokratik devrim mi, sosyalist devrim mi? sorusuna odaklanmıştır.

Şöyle bir soru sorulabilir: Bu kadar mı? Türkiye sosyalist hareketinde son otuz yıl içinde hararetle tartışılan bunca konu ve başlık varken, iki “temel paradigma” neden bunlardan ibaret sayılıyor? Daha güncel denebilecek pek çok başlık var bunlar önemsiz mi?

“Paradigma” ve “temel” sözcüklerini kullanma gerekçesi şudur: İki tarihsel tartışmanın belirleyici özelliği, ilgili tüm tarafları cezp etmesinin, pratiğe yansımalarının vb ötesinde klasiklere (Marx, Engels ve Lenin) yapılan atıflar, bu anlamda birincil kaynaklara başvurulması ve gene aynı anlamda belirli bir “Ortodoksi” içinde kalma çabalarıdır.

İşte bu sonuncu özellik, Türkiye sosyalist hareketinin son otuz yılında gündeme gelen tartışmalarda kimi gayretlere rağmen başat öğeler arasına girememiş, büyük ölçüde es geçilmiş, bilmezlikten gelinmiş ya da bilinçli olarak referans dışı tutulmuştur. İsteyen, “sivil toplum”, “demokratikleşme”, “asker vesayeti”, “merkez-çevre ilişkileri” gibi başlıklardaki tartışmaları da “paradigma” saysın ama bu başlıkların tartışılmasına, klasiklere yapılan başvuruların da damgasını vurduğunu kimse iddia edemez.

Son söylenenler, neyin “paradigma” sayılacağına ilişkin tercihin gerekçesiyle ilgiliydi.

Asıl önemli nokta ise, iki temel tarihsel paradigmanın her ikisinde de tartışan tarafların en azından bir noktada buluşmalarıydı. Görüşlerindeki önemli kimi farklılaşmalara rağmen taraflar 1920-1922 döneminde bir “ulusal kurtuluş savaşı” verildiğini kabul ediyor 1923 Cumhuriyeti’ni ve ardından gelen inşa çabalarını da “burjuva devrim” kategorisinde değerlendiriyordu.

Son otuz yıldır, bu “ortak nokta” da kaybolmuştur.

Son dönemde, kurtuluş savaşından ve bunun anti-emperyalist niteliğinden, bir burjuva devrim olarak Cumhuriyet’in tarihsel anlamda ilerici bir içerik taşıdığından, bunun kazanımlarından söz edildiğinde sanki çok garip şeyler söyleniyormuş gibi yüzünüze tuhaf tuhaf bakan devrimciler zuhur etmiştir.

Çoğu, böyle yaptıklarında, diğerleri ve daha “eskileri” bir yana, Mahir Çayan’ı da, Deniz Gezmiş’i de inkâr etmiş olduklarının farkında değildir.

Nasıl olabiliyor?

***

Yanıt olarak 12 Eylül’ün ağır darbelerinden liberal siyaset anlayışının, Avrupa Birliği üyelik sürecinin ve Kürt hareketinin etkilerinden söz eden olacaktır…

Bunlarda gerçek payı olabilir, vardır. Gelgelelim, aslında tekil tepkilerde ve sorgulamalarda kalması gereken bu etkilerin giderek özel ve reddiyeci bir ideolojik çerçeveye taşınmasının başka ve daha köklü bir etkeninin olması gerekir. Yeterince açık olmadıysa şöyle de söylenebilir: Liberalizm bir ideoloji olsa bile, bu ideolojinin genel olarak değil de özellikle Türkiye’nin tarihsel gerçekliği açısından böylesine reddiyeci bir bağlama oturmasında bir başka “ideolojinin” aracılığı gereklidir.

Bu aracı ya da katalizör ideoloji, Türkiye’de sol düşünceye son birkaç on yılda nüfuz eden bir tür oryantalizmdir.

12 Eylül’ün, AB sürecinin, Kürt sorununun ve başka faktörlerin etkisi olabilir ama sonuçta bizdeki oryantalizmin asıl çerçevesi şudur: Gelişmiş olan Batı’da yaşanan tarihsel süreçlerin bizde ancak sahtesi olabilir Türkiye gibi “geri” toplumlar, Batı’dakini ancak keyfi biçimde çarpıtarak, özünden koparıp işlerine nasıl geliyorsa öyle “taklit” ederler Batı’da tarihsel zorunlulukla açıklanabilecek dönüşümler, bizde mutlaka ve mutlaka özel bir manipülasyonla ilişkilendirilmelidir (örneğin Kürtlerin asilime edilmesi ya da Ermeni katliamı suçlamalarından kurtulma). Ve sonuç: Marksizm’in (bu arada Leninizm’in de) kategorileri, kavramları ve süreç analizleri bize “gitmez…”

Bu durumda, Türkiye’deki devrime ilişkin olarak örneğin Taner Timur’un, Sina Akşin’in, Feroz Ahmad’ın, Yalçın Küçük’ün, Sungur Savran’ın, Tarık Zafer Tunaya’nın derinlikli bir “izleyicisi” olarak Bülent Tanör’ün ve başkalarının yazdıklarının hepsini çöpe atmak gerekecektir. Çünkü şöyle ya da böyle içerideki sahici toplumsal ve/veya sınıfsal dinamiklere işaret etmişler, bunlara ağırlık tanımışlardır.

Sanki batılı bir toplum muşuz gibi…

***

Başa dönelim:

“Adamlar (AKP kastediliyor) devleti yıkıyorlar işte, zaten biz de bunu istemiyor muyduk?”

Bu ilkelliğin ardında yatan düşünce, az önce söylenenler bağlamında şöyle özetlenebilir: Tarihsel bir sürecin zorunlu bir sonucu olmayan Cumhuriyet, esasen bir yapaylıktır, sınıfsal-toplumsal temeli olmayan bir garabet, bir darbedir ayrıca, eğer sermaye sınıfının (daha sonra oluşan!) toplumsal-siyasal egemenliğinden söz ediliyorsa, “Kemalist devlet” bu egemenliğin vazgeçilmez tek biçimidir…

Dolayısıyla, “Kemalist devlet” yıkıldığında hepimizin önü açılacak, bu büyük engelden kurtulan sol-sosyalist hareket de “tutmayın beni” diyerek önündeki yolu hızla kat edecektir…

Bu arada, 12 Eylül’le başlayan ve AKP iktidarında daha da hız kazanan süreçlerle sermaye egemenliğini tahkim eden ve mekânsal olarak yayan bir sürü düzenleme yapılmış, birçok kurum getirilmiş, eğitimi, medyası şusu busu hep buna göre yapılandırılmış, ne gam…

“Kemalist devleti” yıkıyorlar ya, biz buna bakarız…

Son olarak, bu kesimin tamamı için olmasa bile önemlice bir bölümü için geçerlilik taşıyan bir not: Acaba bir zamanlar kendi “sol projelerinde” Kemalist devlete ve kurumlarına fazla ağırlık tanıyıp sonra büyük düş kırıklığına uğradıklarından mı böyle yapıyorlar?