Muhafazakarlık araştırmalarında yeni moda: Nalıncı keseri ekolü

Türkiye’de muhafazakarlık üzerine yapılan araştırmalar üst üste kamuoyuna sunulmaya başlandı. Çıkan sonuçlar medyada “muhafazakarlık kötü bir şey değil” imasıyla yer edinirken, dindarlık da “toplumun değişmez değeri” olarak tanımlanıyor. Geri kalan toplumsal kesimlerden ise, neredeyse ses yok.

Türkiye’de son haftalarda muhafazakarlık üzerine yapılan araştırmalar sık sık gündeme geliyor. Çalışmaların her birinin yöntemi ve cevap aradığı sorular farklı olsa da, kamuoyuna aynı başlıkla ve içerikle sunulduğu görülüyor. Türkiye’nin muhafazakar bir toplum olduğu ve dindarlığın değişmez bir toplumsal değer olarak görüldüğü araştırmalarda, ortak bir ses “muhafazakarlık ılımlılaşıyor” sözlerini tekrarlıyor. Üstelik söz konusu araştırmalar konuyu hep bir yanından ele alarak, nalıncı keseri gibi muhafazakar ya da dindar kesimlerin değerlerini sunuyor. Bu tabloda laik ve modern kesimlerin eleştirel duruşlarına yer verilmiyor.

Muhafazakarlık ve dindarlık değişmez değer
Muhafazakarlığın ılımlaşması olarak tarif edilen sonuçların, AKP iktidarı boyunca sık sık dile geldiğini hatırlatmak gerekiyor. Diğer bir deyişle, AKP’nin siyasal ve ideolojik açılımlarından rahatsız olan ve yaşam tarzlarına dönük bir saldırı olduğunu düşünen kesimler, her dönemde “sandığınız gibi değil, bunlar ılımlı dindarlar” avuntusuyla cevaplanıyor.

Bu tür araştırmalarla birlikte, Libya’da ABD elçisinin linç edilmesiyle dünya çapında da tartışma yaratan ve AKP ile Gülen cemaatinin de parçası oldukları “İslamcılar ılımlıdır, Libya’dakiler marjinal gruplar” söylemine de destek olunmuş oluyor.

Oysa hem gündelik yaşamın içerisinde göze çarpan birçok haberde hem de AKP’nin icraatlarının büyük bir kısmında muhafazakarlık ve dindarlık ağır bir baskı unsuruna dönüşmüş durumda. Özellikle Anadolu’nun küçük yerleşimlerinde kural haline gelen kamusal alanın dinselleşmesi olgusu, artan bir oranla devlet ve siyaset alanında da kendisine yer ediniyor.

Araştırmalarda çıktığı öne sürülen bir sonuç olan, Türkiye’de muhafazakar ya da dindar nüfus oranının fazla artmamış olması da bir yerden sonra yanıltıcı oluyor. Çünkü insanların kendilerini nasıl tanımladığından ziyade, tanımlarının içini nasıl doldurduğu daha önemli. Diğer bir deyişle, kendisini muhafazakar ya da dindar olarak tanımlayan toplumsal kesimde hiçbir artış söz konusu olmasa bile, muhafazakarlığın ya da dindarlığın kamusal yaşamda ve devlet politikalarında ne tür karşılıklar aldığı sorgulanmıyor.

Sadece istatistiklerle anlaşılamayacak olan bu toplumsal durum rakamların arkasına saklanarak, AKP politikalarından rahatsız olan kesimlerin iddiaları ve saptamaları da geçersizleştirilmeye çalışılıyor. AKP’nin toplumu ve devlet yönetimini gericileştirdiğini ileri sürenlerin sesi, “rakamlar öyle söylemiyor” diyerek kısılmaya çalışılıyor. Böylece AKP’ye yönelik seküler ve modern bir muhalefetin de önü kesilmiş oluyor.

Laik ve modern kesimler tablonun dışında
Muhafazakarlık üzerine yürütülen onca araştırmaya rağmen, kendisini bu sıfatla tanımlamayanların siyasal ve kültürel dinamikleriyle ilgili araştırma yok denecek kadar az. Deyim yerindeyse, laik ve modern kesimler, bu tür araştırmaların yalnızca edilgen unsurları konumunda. Hem başrol hem de toplumsal egemenlik rolü, araştırmaların başlangıcında muhafazakarlık ve dindarlığa verilmiş durumda.

Muhafazakar ya da dindar kesimlerin dışındaki toplumsallıklar ise, ya bu araştırmaların kapsamına giremiyor ya da “ödü kopmuş” bir grup insan olarak ele alınıyor. Kimsenin Türkiye’de laiklik ya da modernliğin hangi temellerde yaşadığını ve bu toplumsal kesimlerin ne tür beklentilere sahip olduğunu sorgulamadığı ortaya çıkıyor. Üstelik gerici saldırının tüm ağırlığına karşın, Türkiye toplumunun istenen ölçüde dindarlaştırılamamış olması da, söz konusu araştırmaları yapanların dikkatini çekemiyor. Dolayısıyla, Türkiye’de ilerici birikimin tarihsel kökleri ve meşruiyeti görülemediği gibi, bu kesimlerin AKP’ye karşı sergiledikleri direniş de dile getirilmemiş oluyor.

Laik ya da modern kesimlerin pozitif bir siyasal ve toplumsal kurguya sahip olamayacakları da, söz konusu araştırmaların örtülü varsayımlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Laik ya da modern kesimler, ancak muhafazakarlık karşısındaki konumlarıyla tarif ediliyor. Bu durumda da, Türkiye’deki laik ya da modern kesimlerin dinamik ve pozitif özelliklerini görmek mümkün olmadığı gibi, esas olarak muhafazakar ülkenin “sıradışı” azınlığı olarak resmediliyorlar.

Oysa söz konusu kesimler, hem sanıldığı kadar hareketsiz ve teslimiyetçi değiller hem de siyasal ve toplumsal varoluşlarını salt muhafazakarlık ve dindarlık karşısındaki korunmacı reflekslerle sınırlandırmış sayılamazlar. Sol, ilerici, Alevi, Kürt ve genç kesimler arasında, AKP’nin tüm çabalarına rağmen var olmaya devam eden yaşam tarzı ve siyasal talepler, esasında toplumsal bir dinamiğe de işaret ediyor. Söz konusu araştırmalar ise, bu kesimleri, sadece “ödü kopmuş” bir kütle, “endişeli modernler” olarak tanımlayarak onlara mutlak bir edilgenlik atfediyor.

Bu haliyle, muhafazakarlık araştırmalarının toplumsal yaşamın dinselleştirilmesi çabalarının bir parçası haline geldiğini söylemek mümkün. Bir yandan muhafazakarlığı karşı konulamaz bir "gerçeklik" olarak sunan, öte yandan da AKP’nin korkulacak bir yanı olmadığını ima eden bu tür çalışmaların, yaşam tarzlarına ve siyasal-ideolojik değerlerine sahip çıkan geniş bir kesim için yatıştırıcı olarak kullanıldığını söylemek mümkün.

(soL - Haber Merkezi)