Meriç Şenyüz yazdı: Kaos ihtimali yükselirken

Yeni Osmanlı projesinin ideolojisi olan siyasal İslamcılık, Haziran'da Türkiye'nin ilerici birikimine çarptı. Amerikancı kalemlerin yazdığı gibi ABD bölgede strateji değişikliğine gitmek durumunda kaldı ve Erdoğan'ın üzeri çizildi. Ancak Emperyalist-Kapitalist sistemin rasyonel bir alternatifi yok.

A. Meriç Şenyüz
Küresel emperyalist-kapitalist sistem, içine yuvarlandığı son krizi, bir türlü aşamıyor. Çok yönlü, çok boyutlu, çok derin bir kriz bu. Krizin ekonomik boyutu sanıldığından daha ağır. 2010 yılı itibariyle finansal krizin aşıldığı ilan edilse de bizzat bu ilanı yapanlar dahil olmak üzere herkes sadece aslında sadece zevahirin kurtarıldığını büyük resesyon adı verilen sistemik arızanın derinleşerek sürdüğünü biliyor. Krizin siyasal yanının ağırlığı zaten tümüyle göz önünde. Öte yandan Kapitalizm tarihinin en büyük ideolojik krizinin de içinde...

Sistemin, halklara, kitlelere yani 'büyük insanlık'a hiçbir gerçekçi hedef, hiçbir gelecek düşü, hayatlarını anlamlandıracak hiçbir düşünce kırıntısı sunma yeteneği kalmamış durumda. Hiçbir sistemin, geniş kitlelerin 'mana dünyasına' sunacak bir şeyi yoksa ayakta kalamayacağı hepimizin bildiği bir gerçek.

Türkiye örneği üzerinden somutlayalım. Kemalist ideolojinin topluma sunduğu bir hedef vardı: "Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak!" Ortada bir muasır medeniyet vardı ve ona ulaşılınca refah, medeniyet, adalet de gelecekti. Bu hedef asıl olarak toplumun görece aydınlanmış kesimlerini etkilemekle birlikte oradan yayılarak geniş halk kitlelerini de motive edebiliyordu. Son tahlilde yine bir sömürü rejimi olan Kemalist rejimin görece ilerici yönleri Demokrat Parti iktidarıyla beraber adım adım budanırken, bu hedef de "Küçük Amerika olmak" şeklinde revize edildi. Bir Amerika vardı, bir Amerikan rüyası vardı, Türkiye de ufaktan buna ulaşacaktı. 1990'ların ortalarında Kemalist rejime son darbeler vurulurken bu hedefin adı oldu "Avrupa Birliği'ne tam üye olmak."

2008'e kadar da Türkiye kapitalizmi bu hedef etrafında kilitlenerek topluma iyi kötü bir doğrultu sunabildi. Ancak kapitalizmin 2008 kriziyle birlikte gerçek apaçık ortaya çıktı Avrupa Birliği sanıldığı gibi bir cennet değildi, kendi derdi boyundan aşkındı ve Türkiye'yle uğraşacak hali yoktu. Bu koşullarda ve ABD'nin Ortadoğu planları çerçevesinde AKP iktidarı, Türkiye'nin önüne yeni bir hedef koymaya çalıştı 'Yeni Osmanlı'... ABD, 'Büyük Ortadoğu' denen coğrafyada 'Ilımlı İslam' rejimleri kuracak Türkiye'de bu 'Stratejik Derinlik'te tıpkı 'ecdadımız' gibi kılıç oynatacak, buraların zenginliği Anadolu'ya akacak, Anadolu Kaplanları coşarken, 'garip gurebaya' da tarikatlar eliyle buralardan kömür, makarna artık Allah ne verdiyse yağacaktı.

Yeni Osmanlı kayaya çarptı
Bu proje birkaç yönden birden çöktü. Irak'ta, Mısır'da, Libya'da, Tunus'ta planlanan stabil Ilımlı İslam rejimleri kurulamadı. (Bu ülkelerle Türkiye kapitalizmi arasındaki iş hacmi 'bahar' öncesinde nasıldı çok büyük umutlar bağlanan bahar sonrası ne oldu bilen var mı? Misal Libya'da durumun tam bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim. Sahi Libya ekonomisi diye bir şey kaldı mı ortada?) Suriye'nin bu projeye karşı gösterdiği büyük direnç de projenin tümden iflasına neden oldu.

Daha da önemlisi Yeni Osmanlı projesinin Türkiye'deki ideolojisi olan siyasal İslamcılık, Haziran'da çok büyük bir kayaya Türkiye'nin ilerici birikimine çarptı. Amerikancı kalemlerin yazdığı gibi ABD bölgede strateji değişikliğine (ve hatta stratejisizliğe) gitmek durumunda kaldı ve Erdoğan'ın 'üzeri çizildi'. Ancak Emperyalist-Kapitalist sistemin rasyonel bir alternatifi yok. Sadece Türkiye'de değil, Ukrayna'da da, Bosna'da da, Libya'da da Suriye'de de, Mısır'da da yok.

Emperyalistler arası 'ikircikli' çelişmeler
Bir başka kaos faktörü iki emperyalist blok arasındaki çelişmelerin aldığı tuhaf biçim. Bilindiği üzere Dünya kapitalizmi uzunca bir süredir başını ABD ve AB'nin çektiği Atlantik ittifakıyla başını Rusya ve Çin'in çektiği Avrasya ittifakı etrafında amorf bir şekilde kamplaşmış durumda. Ancak bu iki blokun kamplaşması I. ve II. savaş öncesi kamplaşmalar gibi keskin bir nitelik taşımıyor. İki emperyalist blok arasındaki rekabet, alttan alta ve düşük profilli olarak yürütülüyor. Zira halihazırda bu iki blok arasında, karşılıklı çıkar ilişkileri ve işbirlikleri yoğun olarak varlığını sürdürüyor.

Bu rekabette inisiyatif alan, aktif olan, agresif olan taraf Atlantik ittifakı. Avrasya ittifakı ise esas olarak karşı tarafın bu hamlelerini yumuşatmaya çalışmakla, bu süreçte kendi hinterlandını olabildiğince savunmakla yetiniyor. Bunu da daha çok AB-ABD ittifakının yerleşmek istediği yeni alanlarda düzen kurmasını izin vermeyerek yapıyor. Bloklar arası kamplaşma daha keskin biçimler alsa her iki taraf da kendi çeperini sıkı bir şekilde konsolide edecek bu da dünya siyaset sahnesinde daha toparlayıcı, cepheleştirici bir etki yapacaktır. Her iki blokun da (özellikle Avrasya blokunun) erken bir hesaplaşmadan mümkün olduğunca kaçınması, iki blokun rekabet ettiği alanlarda, derlenip toparlanma yönünde değil, dağılma ve kaos yönünde bir etkiye neden oluyor.

Arap coğrafyası üzerinden somutlamaya çalışalım. Arap Baharı adı verilen süreç, Rusya'nın 1960'lardan itibaren hinterlandı olan Baas coğrafyasında, otoriter rejimlere karşı biriken tepkinin ABD-AB blokunun çıkarları doğrultusunda bir isyana dönüştürülmesi ve bu rejimlerin yıkılması süreciydi. Hedeflenen, yıkılan Baas rejimleri yerine Atlantik blokuyla daha uyumlu Ilımlı İslam rejimleri kurulması, Rus emperyalizminin etki alanının daraltılmasıydı. Avrasya Bloku bütün bu süreç boyunca, Atlantik cephesinin hamlelerini etkisizleştirmek yönünde tavır aldı ancak erken bir hesaplaşmadan da hep kaçındı. Dünya siyasal sisteminin kilit noktalarındaki konumunu (BM Güvenlik Konseyi vs.) Atlantik Bloku'nun hamlelerini mümkün olduğunca kısıtlamak yönünde kullandı. Ancak Atlantik Bloku'nun çok ısrarcı olduğu ve işi restleşmeye vardırdığı her anda geri adım atarak inisiyatifi Atlantikçilere vermiş gibi göründü. Aslında Avrasya Bloku'nun yaptığı bir şey daha vardı. Atlantikçilerin 'zafer' kazandığı hiçbir yerde istikrarlı bir rejim kurmalarına da izin vermedi. Baas rejimlerinin yıkılmasının ardından Avrasya Bloku, bu ülkelerin normalleşmesine destek vermedi. Bu ülkelerdeki bağlaşıklarını yeni sisteme entegre olmaları yönünde yönlendirmedi, bu ülkelerdeki yeni rejimlerle kalıcı ilişkiler kurmadı. Tam aksine tüm imkânlarını Atlantikçilerin yeni rejimlerini istikrarsızlaştırmak yönünde kullandı. Libya'da, Irak'ta, Mısır'da hatta Tunus'ta stabil rejimler kurulamamasının bir yanını Atlantik Bloku'nun ideolojik krizi oluşturuyorsa bir yanını da Avrasya Bloku'nun buralardaki istikrarsızlaştırıcı faaliyeti oluşturuyor. Ortaya çıkan durum, Avrasya'nın kaybettiği her yerde tam bir kaos halinin sürmesi...

Bir yönüyle bakıldığında aslında Suriye'de de Avrasya'nın çekinceli desteğinin sancıları yaşanıyor. Rusya kendisi için Libya'dan daha büyük bir stratejik önem arz eden Suriye'nin kaybedilmemesi yolunda elbette daha çok çaba sarf etti. Ancak Beşar Esad rejiminin muhalifleri ezip geçmek için ihtiyaç duyduğu tam ve koşulsuz desteği de esirgedi. Sonuç yıllar süren bir pat durumu ve bunun yarattığı kaos oldu. Şu anda inisiyatif Esad rejiminde olsa da Suriye halihazırda bir harabe durumunda. Özetlersek iki emperyalist kamptan AB-ABD cephesi, saldırı konumundayken, Avrasya cephesi, saldırıyı savuşturma, savuşturamadığı noktada da AB-ABD cephesinin yerleşmekte olduğu, göz diktiği yeni alanlarda düzen kurmasını engelleme pozisyonunda. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın pek çok yerinde kaosu tetikleyen faktörlerden biri de bu.

Avrasya halklara ne vaat ediyor?
Bu durumun bir de ideolojik boyutu var. Atlantik Blokunun halklara yeni bir doğrultu, hedef, arzu edilir bir alternatif göstermekte zorlandığından söz ettik. Ancak Avrasya Bloku da bundan azade değil. Yine Türkiye'den örneklersek, ülkemizdeki 'Avrasyacı' partilerin toplam oy oranlarına bakmak yeterli olacaktır. Geniş kitleler, AB-ABD yolunun çıkışsızlığını sezinliyor ancak bunun yerine Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi daha otoriter bir rejim seçeneğini de arzulamıyor. Böyle bir rejim, ekonomik üretkenliğin belki biraz daha arttığı, dışa bağımlılığın bir ölçüde bertaraf edildiği dolayısıyla daha 'onurlu' bir dış politikanın izlendiği, ülkenin 'birlik ve bütünlüğünün' daha fazla güvence altına alındığı bir seçeneği temsil etmekle birlikte aynı zamanda Putinvari bir polis-istihbarat devleti çağrışımını da içinde barındırıyor. İşte bu son özellik, bu seçeneği gözden düşürmeye yetiyor.

Dünyada ve Türkiye'de 'kaos' ihtimalini yükselten genel tablodan bahsettik. Öte yandan memleket sathında böyle bir ihtimali kuvveden fiile çıkarabilecek çok sayıda iç dinamik de kımıl kımıl: Bağıra çağıra geldiği yönünde artık hiçbir ciddi ekonomistin herhangi bir şüphe belirtisi göstermediği ekonomik kriz, Tayyip Erdoğan'ın kendisine her yerden gelen 'git' mesajına 'gerekirse memleketi yakarım, yine de şuradan şuraya gitmem' tepkisiyle karşılık vermesi, düzen siyasetinin Tayyip Erdoğan rejimi yerine hazırlamakta olduğu 'Güller Bahçesi' (Gül, Gülen, Sarıgül) çözümünün büyük ölçüde çökmüş görünmesi ve ufukta yeni bir seçeneğin belirmemesi, Türk ve Kürt uluslarının ikisinde birden yükselen ve tehlikeli boyut arz etmeye başlayan ulusalcılık eğilimleri, devlet aygıtının MİT ve Jandarmanın birbirine silah çekebileceği ölçüde kamplaşması ve yönetemez duruma gelmesi, devletteki bu yönetememe halini kendince son derece anlaşılır nedenlerle bir özerklik inşası yönünde değerlendirmekte tereddüt etmeyecek silahlı bir Kürt hareketinin varlığı, ülkenin sınırları içinde dolaşan ve herhangi bir kargaşalık halinde nerede patlayacağı, nereyi patlatacağı asla kestirilemeyen ve sayısı binli rakamlarla ifade Kaide militanlarının mevcudiyeti, tüm çabalara rağmen sönümlendirilemeyen ancak şimdiye dek gerçekçi bir iktidar alternatifi de yaratmamış olan Haziran Halk Hareketi... Bunlar olası bir kaos senaryosunun bir çırpıda sayılabilecek iç aktörlerinin yalnızca bir kısmı. İstenirse liste uzatılabilir.

Elbette Türkiye herhangi bir ülke değil. Dünyanın en büyük 20 kapitalist ekonomisinden biri. Ayrıca 'devlet adamlarımızın' usanmaksızın vurguladığı jeostratejik önem, salt bir demogojiden ibaret değil. Türkiye, dünya kapitalist sistemi içinde kritik bir noktada ve uzun süreli bir kaos haline bırakılması beklenemez. Uluslararası sistemin 'ortak aklı' Türkiye'de bir kaos halini önlemeye, önleyemediği noktada da şiddetini azaltmaya, süresini kısaltmaya işleyecektir. Bu 'ortak akıl' çökmekte olan AKP rejimini, ana aksı dağıtmadan bir çeşit 'restorasyon' iktidarıyla değiştirmek için de elinden geleni yapacaktır. Bu kadar fazla kaos faktörü yan yana gelmişken ve tüm bu faktörler sistemin topyekûn kriziyle çakışmışken bu ne kadar mümkün olabilecek hep birlikte göreceğiz.

Gerçekçi ve güncel bir seçeneği temsil ediyor muyuz?
Peki, sistem bu durumda da sistem karşıtlarının durumu ne? Ne yazık ki, durumun çok parlak olduğunu söyleyemeyeceğiz. Aksi halde bu yazının başlığı 'Devrim ihtimali yükselirken' olurdu. Rosa Luxemburg'un “Ya barbarlık içinde yok oluş, ya sosyalizm” denkleminin kendisini Türkiye halkının önüne çözülmesi gereken gerçek ve acil bir sorun olarak dayatma ihtimali gün geçtikçe artıyor. Ne var ki, 'bizim cenahın' bu günlere hazır olduğunu söylemek de pek olanaklı görünmüyor. Mesele salt bir örgütsel-teknik hazırlık eksikliğinden ibaret olsa, kaos kapıyı çalana kadar var gücümüzle eksikliklerimizi tamamlamaya yönelerek süreci göğüslemeye hazırlanmak tek görevimiz olurdu. Oysa sistemin ideolojik kriz içinde olduğu bir momentte sosyalistler, ideoloji alanında gerçek bir hakimiyet ve bariz bir üstünlük iddiası taşımaktan çok uzak. Geniş kitleler nezrinde sosyalizm (eş anlamlı olmak üzere proleterya diktatörlüğü) vaadi, insanlığın 'eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' özlemine ideal bir şekilde karşılık veren bir 'yeryüzü cenneti' olma özelliğini bir süredir taşımıyor. Sosyalist idealin prestijinin yerlerde süründüğü bir dönemi belki geride bırakmak üzereyiz yine de gerçekçi, uygulanabilir ve arzu edilir bir alternatif olarak 'sosyalizm'i yeniden halkların gündemine sokmak için kat etmemiz gereken çok mesafe bulunuyor. Bu noktada önümüzdeki görevlerin bir kısmı pratiğe ilişkinse önemli bir kısmını da masabaşı çalışma oluşturuyor hiç kuşkusuz. Neyse ki kaos kapıya dayanmadan henüz biraz vaktimiz ve zamana karşı yarışırken yapacak çok işimiz var.

Bu yazıda ortaya atılan ve birçoğunun üzerinden hızlıca geçilen fikirlerin kuşkusuz hepsi geliştirilmeye, derinleştirilmeye muhtaç. Buradan ve başka mecralardan elden geldiğince bunu yapmaya çalışacağız.