Kobani savaşı sürerken: Ortadoğu, ABD, Türkiye ve Kürt ulusal birliği

ABD'nin Suriye denklemine, bu kez daha güçlü girmesi ile beraber, moda deyişle "kartlar yeniden karılıyor." Kobani müdahalesi, Kürtleri bir "ulusal birliğe" doğru ittirirken, AKP'yi de haddini bilmeye zorluyor.

Erman Çete

Irak-Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Türkiye-Suriye sınırındaki Kobani kentine başlattığı saldırı, 1 ayı geride bırakırken, son 1 haftada yaşanan baş döndürücü gelişmeler, kentteki taraflaşma ve savaşın hangi politik sonuçlara bağlanacağı hususunda da gerçek bir tartışmayı başlattı.

Tartışma, emperyalizmin Kürt sorunundaki bölgesel gelişmelere, bu sefer askeri gücünü de kullanarak dahil olması ile başladı.

Önce, ABD öncülüğündeki koalisyon kuvvetleri Kobani’deki IŞİD mevzilerini bombalamaya başladı sonra, yine koalisyon uçakları, Kuveyt’ten kalkarak, Irak Kürdistanı’ndan temin edilen 27 paket silah, mühimmat ve tıbbi malzemeyi Kobani’deki YPG güçlerine havadan teslim etti.

Özellikle Kürt tarafına göre, bu malzeme yardımı bir tür “mecburiyet”ti: 7’den 70’e tüm gücüyle savaşan bir halka bu kadar yardım çok görülmemeliydi. Kentin düşmemesi için, kimden gelirse gelsin, silah ve mühimmat baştacı idi.

Ancak meselenin yalnızca askeri sahayla sınırlı olmadığı çok açık. Nitekim, ABD uçaklarının bıraktığı yardımın ardından, Kürtlerin politik sahada elde ettiklerine ve kaybettiklerine dair spekülasyonlar da ortaya atıldı.

‘Kazanım’ denilen…
Kürt siyaseti tarafından öne sürülen ilk “kazanım”, PYD’nin, bununla bağlantılı olarak da PKK’nin uluslararası meşruiyet alanını genişletmesi. Bu meselenin bir boyutu, Türkiye ile kıyaslamadan güç alıyor. Bu açıdan bakıldığında, doğru da çünkü AKP’nin Kobani performansı, hem yapabileceklerinin sınırını gösterdi, hem de kendisinden büyük öznelerin bölgede nasıl kolayca at koşturabileceğini hatırlattı. “PYD eşittir PKK” denklemi, ABD tarafından hiç umursanmadı ve AKP bir kez daha küme düştü.

Ancak PKK’nin uluslararası meşruiyetinin genişlemesi süreci, Kobani ile başlamadı. Irak’taki Şengal’e yönelik IŞİD saldırısı sırasında, bölgedeki Ezidilerin tahliyesinde YPG gerillaları büyük rol oynamıştı. Yanı sıra Irak’ta yine IŞİD’le çatışmalarda, PKK’liler de Peşmerge ile birlikte yer alıyorlardı. Zaten 22 Ekim’de Wall Street Journal’da çıkan bir değerlendirmeye bakılırsa, ABD, YPG’nin Şengal performansını “bir kenara not etmişti.”

Kobani’nin sonucu: Barzani’nin inisiyatifi ve Kürt ulusal birliği
Kobani’nin şimdiden belli olan politik sonuçlarından bir diğeri ise, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ve Kürdistan Demokrat Partisi’nin (PDK) inisiyatif alması oldu. Suriye’de emperyalizm destekli çete savaşının başlangıcından bu yana ABD’nin safında olan, Suriye ordusunun çekilmesiyle birlikte PYD öncülüğünde ilan edilen özerk kantonlara düşmanlık besleyen ve işi YPG gerillalarına karşı hendek kazmaya kadar vardıran PDK çizgisi, Kobani konusunda yaşadığı tereddütleri, ABD’nin de devreye girmesiyle giderdi ve belirleyici unsur olmaya başladı.

Bir tür “zoraki” Kürt ulusal birliğinin başlangıcı olarak da değerlendirilebilecek bu gelişmelere göre, IKBY Rojava’daki kantonları tanırken, Afrin, Kobani ve Cızire’den oluşan özerk yönetimlere artık “kanton” ismi verilmeyecekti. Barzani önderliğinde Duhok’ta bir araya gelen Suriye’deki Kürt partileri, Rojava’nın yönetiminin belirlenmesi hususunda ortak bir komite kurulmasına da karar verdi. Partiler arasında yönetim pazarlığı sürse de, Rojava’nın “tanınırlığı”na Barzani’nin verdiği destek de kayıtlara geçti.

Ne değişti?
Bu noktada akla gelen sorulardan birisi şu: Kobani savaşından önce, PYD ve PKK’den istenen zaten PDK çizgisine yaklaşması veya onun liderliğini kabul etmesi değil miydi? IŞİD saldırısının, ABD ve Barzani açısından, bir de bu hizmeti gördüğü söylenmek zorunda. PYD’nin Kobani’de “mecbur kaldığı” konu, yalnızca askeri yardım değil, siyaseten de esnemek. Bunu henüz konuşmak için erken sayılabilir ancak Kobani’ye yönelik IŞİD saldırısının Kürtleri “mecbur” ettiği diğer konu da, ulusal birlik meselesi. Farklılıklar hala açık olsa da, “savaşın aciliyeti” tezi, Kürtleri ulusal birliğe doğru ittiriyor.

Kanımca mevzu, şu anda Filistin’deki duruma çok benziyor. İsrail’in son Gazze saldırısının nedeni olarak gösterilen El Fetih-Hamas birlik hükümeti, savaşın ardından da bütün görüşmelerdeki temel mesele olmaya devam ediyor. Yakın zamanda görüşme imkanı bulduğumuz bir Filistinli barışsever, “Savaşın nedeni hala ortada durmuyor mu, ne değişti?” sorusuna, “Değişen tek şey, Filistin direnişi üzerindeki izolasyonun kalkıyor oluşu” cevabını vermişti. Gazze üzerindeki ablukanın sürdürülebilir olmadığını, çok açıktan belli etmese de, ABD de uzun zamandır dolaylı yollardan dile getiriyor.

ABD ne istiyordu, ne aldı?
ABD açısından bakıldığı zaman ise, “mecburiyet”ten fazlasını görüyoruz. Foreign Policy tarafında ifşa edilen ABD-PYD görüşmelerinde, ABD’nin PYD’den istediği şeylerin uzun zamandır bilinen konular olduğu anlaşılmıştı: 1) Esad yönetimi ile ilişkilerini kes. 2) ÖSO’ya katıl. 3) ÖSO olmazsa Barzani ile ilişkileri güçlendir.

Wall Street Journal’da yer alan habere göre, PYD’nin ABD tarafından masaya konan bu şartlar üzerine yapılan görüşmelerde, “mecburiyet”ten fazlası bulunuyor. Örneğin ABD’den askeri yardım almak için yapılan görüşmeler sırasında bir PYD yetkilisi, Halid Salih, ABD’lileri “Suriye’de ılımlı bir grup varsa, o da biziz” diyerek ikna etmeye çalışıyordu.

Kürtlerin ABD'ye tepkisi
ABD’nin ilk koşuluna Kürt cenahından gelen tepki, kendilerinin zaten Esad’la 2004’ten bu yana çatıştığı argümanı. Bu kısmen doğru çünkü Suriye’de savaş başladığından bu yana, YPG ile Suriye ordusu arasında kayda değer bir karşı karşıya geliş olmadı. Zaten, Irak Kürdistanı ile Rojava arasında kalan önemli bir bölgede, Haseke’de, YPG güçleri ile Suriye ordusu, bölgeyi IŞİD’e karşı beraber savunuyor. PYD de, birçok kez hem Türkiye’ye hem ABD’ye, Haseke’deki durumun “istisna” olduğunu söyledi. PYD’nin bir diğer güvencesi ise, Suriye’nin bütününde üzerlerine düşen görevleri de yerine getireceğini ABD’ye taahhüt etmesi.

İkinci koşulun ise, Kobani’ye yardımdan, hatta Kobani’ye IŞİD saldırısından önce yerine getirildiği anlaşılıyor. YPG’nin Halep ve civarında, eski Özgür Suriye ordusu (ÖSO) artıklarıyla kurduğu Burkan el-Fırat (Fırat Volkanı) ittifakı, ABD’nin Suriye’ye hava operasyonları başlatmasından bir gün sonra ilan edilmişti. Bu ittifakta yer alan Suwar el-Rakka (Rakka Devrimcileri) isimli grup, daha önce Tel Abyad’da IŞİD’e karşı Nusra Cephesi öncülüğünde kurulan ittifaka dahildi. Liderleri Türkiye’de bulunan bu çetenin, ABD tarafından eğitim verilen “ılımlı” gruplardan olduğu açığa çıktı. IŞİD, bu örgütün komutanlarından Ebu İssa’ya, Urfa’da “operasyon” yaptı, ancak başarılı olamadı.

Üçüncü koşulu ise, bir önceki ara başlıkta tartışmış bulunuyoruz. YPG, Peşmerge desteğine hala soğuk baksa da, kapının açıldığı ve aralıktan Barzani’nin geçtiği rahatlıkla söylenebilir.

Bu üç koşul karşılığında ise, YPG’nin bir istihbarat subayı, Erbil’de kurulan birleşik operasyon merkezine çağırıldı. YPG’li komutan, Kobani sahasındaki bilgileri ABD’lilere iletiyor ve koalisyon uçakları YPG’nin verdiği bilgilere dayanarak IŞİD mevzilerini bombalıyor.

Türkiye’nin pozisyonu
Türkiye’nin Kobani kuşatması sürerken içine düştüğü durum ise, yukarıda da değinildiği gibi, daha azına razı olmayı içine sindiremeyen, ancak fazlasını yapmaya da gücü yetmeyen küçük kardeşe benziyor.

Bir açıdan, AKP’nin PYD’den istedikleri ile ABD’nin istedikleri arasında örtüşme vardı. Ankara da, defalarca ABD tarafından dile getirilen koşulları PYD’nin önüne koydu. Bu durumda, AKP’nin istediğini ABD’yle birlikte aldığı iddia edilebilir. Ancak görünen bu olmakla birlikte, gerçek daha karmaşık. ABD’nin PYD’yle görüşmeleri alenileştirmesi ve YPG’ye askeri yardım ulaştırması, açıkça AKP’nin rızası hilafına gerçekleştirildi.

AKP'nin derdi neydi?
AKP bunu ulvi amaçlarla yaptığını düşünmek ise saflık. Özellikle tezkere tartışmalarında ortaya çıkan gerçek şuydu: İktidar partisi, bütün bölgedeki Esad karşıtı güçler bazı şeyleri yeniden değerlendirmesine rağmen, Esad’ı devirme hülyasından vazgeçemiyordu. AKP ile ABD arasındaki pazarlık, Kobani’ye yapılacak bir müdahalenin, tüm Suriye’ye yapılıp yapılamayacağı üzerinden dönüyordu. AKP, Kobani’nin düşmemesi karşılığında, savaşı Suriye’ye yaymak istiyor ABD ise önceliğin Esad olmadığını söyleyerek, AKP’yi Kobani’de tek başına inisiyatif almaya zorluyordu. Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyona dahil olmak konusundaki isteksizliği de, IŞİD ile gelişkin bağların yanı sıra, Beşar Esad’a yönelik operasyonun ötelenmesiydi.

Türkiye’deki Kobani eylemlerinin bir noktasına da bunu yerleştirmek gerekiyor. Özellikle “sağduyu” çağrısının yapılmasından sonra yaşananların, hem HDP hem de AKP tarafından “karanlık güçler” ile açıklanmasında “aklî” bir yan bulunuyor. Türkiye’de, bir çatışmalı ortamı değerlendirebilecek çok sayıda “üçüncü parti” bulunuyor. AKP’nin Kobani politikasına çekilen “ayar”ın oldukça kanlı olması ise, Ortadoğu’da siyasetin -şimdilik- kanla yapıldığının yalnızca bir diğer kanıtı.

AKP'nin manevra alanı
Ancak AKP’nin manevra yeteğinin hala ortadan kalkmadığını düşünmek için nedenler var. Suriye’nin direnişiyle ve Mısır’da Müslüman Kardeşler’in devrilmesiyle birinci perdesi kapanan Yeni Osmanlıcılık, IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle birlikte ikinci baharını yaşamaya başlamıştı.

Bu bahar, Türkiye ve Kürdistan’a doğru daralmış ancak Irak ile Suriye’de IŞİD’in kontrol ettiği Sünni kitleleri aşiretler üzerinden himayeye niyetlenmiş AKP’ye yeni bir hareket alanı açmıştı.

Şimdi, PDK ile PKK’nin Rojava üzerinden “birliğe” doğru zorlanması ve meşruiyet alanını genişletmesi, içe büzüşmüş Yeni Osmanlıcılık’ta bir revizyona daha gidilmesine neden olabilir. AKP’nin, burada yapabileceği tek manevra, “Kürtlerin abisi” rolünü oynamak gibi görünüyor.

Bununla birlikte, Kürdistan’ın kendi göbeğini ABD ile birlikte kesmesi demek, Türkiye’nin “kıskançlık” dozajının da artması demek. İki delinin yönettiği ve bölgedeki tüm barbar gruplarla bağı olan bir ülkenin, hangi çılgınlıklara kalkışacağını bugünden kestirmek zor.

‘Direniş ekseni’ ne alemde?
IŞİD’in Musul işgaliyle başlayan ve sonrasında ABD’nin bölgeye yeniden girişiyle devam eden son sürece, Rusya-İran-Suriye-Hizbullah ekseninin verdiği cevap da çeşitlilk arz ediyordu.

Önce Rusya, Ukrayna’nın doğusundaki savaşta tuhaf bir ateşkes imzalanmasına aracılık etti. Ateşkes hükümleri, Donetsk ve Luhansk’taki milis kuvvetlerinin askeri olarak kazandıklarının masada geri verilmesi anlamına geliyordu (Bu yazı yazılırken, milisler ateşkesi bitirdiklerini ve Mariopol ile Slavyansk’ı geri almak için hazırlandıklarını açıkladılar). Rusya, ABD öncülüğündeki koalisyonun uluslararası hukuka aykırı Irak ve Suriye bombardımanlarını da, yalnızca “hukuka aykırı olduğunu” söyleyerek kınamakla yetindi.

İran'dan atak, Suriye'den kabullenme
İran, bu noktada daha “atak” davrandı. İslam Cumhuriyeti, stratejisini ABD’yi karşıya almak üzerinden değil, kendi etki alanını genişletmek üzerine kurdu. Irak Kürdistanı, IŞİD saldırısının ardından kendilerine silah yollayan ilk ülkenin İran olduğunu açıkladı. İran basını, Kobani’ye silah gönderildiğini yazdı, ancak bu silahların hangi kanaldan ve hangi örgüte gittiği söylenmedi. İran’ın bakış açısını yansıtan bir dizi makalede, İran’ın Washington’la geçici bir çıkar örtüşmesi yaşadığı söylenirken, Afganistan ve Irak işgalleri daha önceki çıkar çakışmalarına örnek olarak gösterildi. Özetle İran, IŞİD’le mücadeleden daha çok, IŞİD’den sonrasına odaklanmayı tercih ediyor.

ABD saldırılarına yönelik en ilginç tepki Suriye’den geldi. Suriye yönetimi, kendileri ile işbirliği halinde olmadan yapılacak saldırıları “egemenlik haklarını ihlal” olarak değerlendireceğini söyledi. Ancak Suriye, ABD’nin İran aracılığıyla kendilerine haber verdiğini belirterek, bu saldırılara göz yumdu. İş o raddeye vardı ki, Baas’a yakınlığı ile bilinen El Vatan gazetesi, Suriye ordusu ile Washington’un terörle mücadelede aynı siperde savaştığını yazabildi. ABD basınında da, Washington’un Irak’taki Maliki’nin sonunu göz önünde bulundurarak, Esad için de benzer bir yol izlenmesi gerektiğine yönelik yazılar dolaşmaya başladı. Suriye’nin kendi havasahasını rahatça kullanan ABD’ye yönelik düşük tondan tepki vermesinin sonuçları, önümüzdeki günlerde daha net ortaya çıkacak.

Hizbullah pozisyon değiştirmedi
ABD’nin bölgeye girişi ve IŞİD’in gerçek niteliği konusunda en net açıklamalar ise Hizbullah cenahından geldi. Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, ABD öncülüğünde kurulan koalisyonla ilgili olarak, “ABD varsa, biz yokuz” demişti. Nasrallah, bölgedeki terörün esas sorumlusunun ABD olduğunu vurgularken, IŞİD’in de ABD ve Türkiye’nin çıkarlarına hizmet ettiğini söylemişti. Hizbullah lideri, ABD’nin temel hedefinin de Beşar Esad’ı devirmek değil, bölgedeki haritayı yeniden çizmek olduğunu vurgulamıştı. Direniş ekseninin ABD’nin son hamlesi karşısındaki cevabı da, Hizbullah’ın işgal altındaki Şebaa Çiftlikleri’nde İsrail askerlerine yönelik yaptığı saldırı ile verilmişti.

* soL dergisinin 26 Ekim tarihli sayısında yayımlanmıştır.