"İmamın Ordusu"ndan pasajlar

Ahmet Şık'ın kitabı "İmamın Ordusu" olduğu iddia edilen kopyadan önemli bazı pasajlar aktarıyoruz.

soL'un notu: Ahmet Şık'ın kitabı, önemli bir siyasi mücadelenin parçası haline geldi. Kitabın değerini, bu mücadeledeki katkısı belirleyecek. Ahmet Şık'ı da asıl ilgilendirenin bu olduğunu biliyoruz. Yine de, soL olarak tüm okurlarımızı hem buradaki pasajları okumakla yetinmemeye, hem de elbet bir gün basılacak olan kitabı edinmeye teşvik ederiz.
Alttaki pasajlar, kitabın "en kritik" yerleri değil, kitabın derdine dair genel bir sunum vermek üzere seçilmiştir. Kitap, alıntılarda bahsedilen iddia ve görüşleri destekleyecek çok sayıda ayrıntı içeriyor.

- Aslında devletin ne irtica ile mücadelesinde bir süreklilik ne de her fırsatta ifade edilmesine karşın rejime karşı tehdit olarak görülen bu tehlikeyi yok etmek gibi bir derdi oldu bu ülkede. Kıvrıkoğlu’nun da altını çizdiği gibi İslamcılar palazlandıkça ordu tırpanlıyordu. Zaten 2000’li yıllara kendi iradeleriyle değil, devletin ihtiyaç duyduğunda tedavüle sokmak üzere verdiği izin ve destekle palazlanabilen İslamcılar ihtiyaç olmaktan çıktığı anda da hep budanarak hizaya sokuldu.

- Din-Politika-Para üçgeninde bir organizasyon olarak ABD’de çok fazla benzeri bulunan bu cemaat ya da şeffaf olmayan organizasyonu artık kendileri de dâhil olmak üzere herkes Fethullahçı diye anıyor.

- [Fethullah Gülen'in yıllarca çok yakınında bulunan ve sonradan cemaatten ayrılan Nurettin Veren'in ifadelerinden alıntı] "1990 öncesinde bir gün Gülen beni odasına çağırdı, elinde 100 sayfalık kağıt ve dört beş tane teyp kaseti vardı. Bunları bana gösterdi. ‘Bak Nurettin Bey, bunlar sizin ve pek çok kimsenin telefon dinleme kasetleri ve raporları’ dedi. Aldım, baktım. Dinlenen telefonlar, başta benim, İlhan İşbilen’in ve kendisiyle beraber hareket eden bizim arkadaşlarımızın telefonlarıydı. Ben de kendisine ‘Bu dinlediklerinizin içinde ne gibi mahsurlu bir şey var ki... Bunu bize sorabilirsiniz. Fakat Müslümanlıkta, değil telefon dinlemek, birisinin penceresinden içeriye bakmak bile günahtır. Bunu siz anlatmıştınız’ dedim. Sözlerim üzerine Gülen, şu karşılığı verdi ‘Ben sizin cüzdanlarınıza bile baktırırım. Bu benim hakkım.’ İşte Gülen, eskiden bu yana çok büyük bir istihbarat ağını kurmuştu. Fakat biz çok geç anlamıştık. Bu durumu İlhan İşbilen’e gidip, anlattım. Telefonlarımızı dinlettiğini söyledim. O da 35 senedir, Gülen’le beraber aynı binada, Altunizade’de ve Bornova’da kalan ilk arkadaşlardandır. Dedi ki ‘Odalarımıza bile dinleme cihazı konulmuş. Ben buldum’ dedi ve bunu bana gösterdi. Ben o zaman anladım ki, Fethullah Gülen korkunç bir istihbaratçı ve teşkilatçıydı."

- Gülen, tokadını yemese de dersini çıkardığı darbeye giden süreçten öğrendiklerini cemaatine de aktarıyordu. Fethullahçılar, ne komünistlerle ne de devletle çatışmayıp kan akıtmayacaktı. Çünkü nihai hedefe sadece dört bir yanda örgütlü bir eğitimle dini hassasiyeti kuvvetli, mütedeyyin kadrolar yetiştirerek de ulaşılabilirdi. Bunun yolunu açan da Turgut Özal oldu.

- AKP iktidarıyla birlikte yürütülen ve Türkiye’de bir derin devlet temizliği yapıldığına inanmamız istenen Ergenekon soruşturmalarının bugün itibarıyla geldiği nokta devletin bağırsak temizliğinden çok 28 Şubat’ın rövanşıdır aslında. İlginç olan ise bu rövanşist operasyon ve soruşturmaları yürütenlere yönelik Fethullahçılık suçlamaları yapılmasıdır. Konunun ilginçliği Fethullah Gülen’in 28 Şubat darbesinde takındığı tutumdan kaynaklanmaktadır. Çünkü 28 Şubat’a İslamcı kesimden destek verenlerin başında, kuşkusuz ki ABD menşeli ılımlı İslam’ın temsilcisi Fethullah Gülen Cemaati bulunuyordu.

- Yine Zaman gazetesi yazarlarından İsmail Ünal’ın, kendisiyle yaptığı söyleşi kitabında da Gülen, “28 Şubat, ülkenin daha iyi bir noktaya gelmesi adına Türkiye’de bazı süreçleri geciktirdi mi?” sorusunu, “Geciktirmedi aksine hızlandırdı. Hatta 28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı” diye yanıtlıyordu.

- Bu örgütü oluşturan en küçüğünden en büyüğüne dek her birimin en becerikli ve eğitimli olanlarının arasından seçilen “imam” diye adlandırılan sorumluları ve yörenin esnaflarından oluşan mütevelli heyetleri de bulunuyor. Zaten cemaatin ilk ortaya çıktığı günden bu yana finans kaynaklarının bel kemiğini de “himmet” adı altında yapılan esnaf bağışları oluşturuyordu. Artık, “alaylı” diyeceğimiz bir kuşağı geride bırakan cemaatin şu anki görünen yüzünü temsil eden “eğitimli” kuşağın son yıllarda birbiri ardına açtığı şirketler ve holdinglerle bağlı bulundukları bu hareketi artık kâr eden bir yapıya dönüştürdüğü de kesin. Adını koymak gerekirse Gülen hareketi, milyonlarca ortağı bulunan, finansal büyüklüğünü kimsenin söyleyemediği ulus ötesi bir “cemaat holdingi” haline geldi. Öyle ki güçlü finans kaynakları ve sermaye birikimleriyle Türkiye ekonomisi üzerinde ciddi bir ağırlığa sahip olan İslamcı sermaye gruplarının içinde özellikle Gülenciler ekonomik olarak İslamcı tekel haline geldi.

- AKP iktidarının kimi zaman azgın bir totaliterlik sergileyerek sadece kendi yandaşları ve Fethullahçıların hâkim olmasını istediği medya sektörünün, 2010 yılına gelindiğinde yarıdan fazlası bu zihniyetin eline geçmişti. Kalanlarsa zaten medya sermayesinin çetrefilli yapısı ve hükümetlerle girdiği akçeli işler ve vergi kaçakçılığı gibi defoları nedeniyle sesini çıkaramaz hale geldi.

- AKP’nin iktidara gelmesini ve sonraki seçimlerde iktidarda kalmasını sağlayacak cemaat oylarına duyduğu ihtiyaç, cemaatin de devlet kadrolarında örgütlenmesini sağlayacak iktidara olan ihtiyaçla birleşince bu pragmatik çıkar ilişkisi devletin idari yapısında yıllardır süregelen örgütlenmenin AKP iktidarıyla hızlanmasını da sağladı.

- Cemaatin her daim sızmak istedikleri yer olan TSK içinde istedikleri biçimde bir yapısal örgütlenme kuramamaları üzerine ülkenin ikinci silahlı gücü olan Emniyete el attılar. Buradaki örgütlenmenin başladığı yer de, cemaatin eğitimle örgütlenme modeline uygun olarak Polis Kolejleri ve Polis Akademisiydi. Okullarda cemaatçi öğrenci imamlar ve hocaların koruma zırhında eğitilen öğrenciler mezun olduklarında da “cemaatin görevlendirdiği” birimlerde kadrolaşmaya devam etti.

- Kimi zaman kendilerin gizlemek zorunda kalsalar da, haklarında soruşturmalar da açılsa hiçbir zaman hız kesmedikleri Emniyet içi örgütlenmelerinde en önem verdikleri birimler ise Polis Okulları, Personel, İstihbarat, KOM Daireleri ile bu birimlere bağlı şube müdürlükleriydi. 25 yıldan uzun bir zaman önce başlayan çalışma 2000’li yıllarda meyvelerini vermiş ve polis teşkilatı adeta cemaatin silahlı birimi haline getirilmişti.

- Fethullah Gülen’in altını çizdiği emniyetteki örgütlenmenin en önemli adresi öncelikle atamaların belirlendiği Personel Dairesi, sonra da teknik takip, izleme ve dinleme faaliyetlerini yürüten birim olan İstihbarat ve KOM Dairesi Başkanlığı ve bu birime bağlı il şube müdürlükleriydi. Sadece telefonların dinlenmesiyle bile rekabet edilemez bir siyasi ve ekonomik güç olunacağının kanıtını da özellikle teknolojinin gelişmesiyle birlikte daha da yaygınlaşan dinleme olanaklarıyla siyasi ve ekonomik birçok rakip kişi ve kurumun alt edilmesi hepimize gösterecekti. Bilgiye sahip olanın güce sahip olacağı inancıyla hareket etmenin meyveleri de 2000’li yıllarda şantaj, itibarsızlaştırma, görevden el çektirtme, siyaset sahnesinden yok etme gibi olaylarla toplanmaya başlandı.

- 1980’li yılların ortalarından itibaren de cemaatçiler, gelecekte Türkiye’yi yönetecek kadroların yetişmesi planı olan “Altın Nesil” projesi kapsamında eğitim yoluyla bürokrasiye girmiş Işık Evleri’nden mezun öğrencilerden polislik mesleğine yönlendirilenler de 1987-91 yılları arasında Polis Akademisi, Polis Koleji, Polis okulları ve bazı emniyet daire başkanlıklarında etkili olmaya başlamıştı.

- 1980 darbesi sonrasındaki uzun ANAP iktidarında da, İçişleri Bakanlığı gibi kritik önemde bir koltuğun sahibinin Nakşibendî olduğu bilinen Abdülkadir Aksu olması cemaat için büyük bir özgürlük alanı yaratmıştı. O dönemde Turgut Özal’ın da, Gülen cemaatinden gelen baskılarla 1984 yılında Polis Akademisi Yasası’nda yapılan bir değişiklikle lise ve üniversite mezunlarına doğrudan Polis Koleji’ne girme imkânı tanındı.

- Ve aradan 20 yıldan fazla zaman geçtikten sonra o dönem mezun olanlar polis teşkilatının en önemli şubelerinde Daire Başkan Yardımcılığı rütbesine kadar çıktılar. Daire Başkanı olmaları için önlerindeki tek engel olarak kıdem sorunu vardı. Çünkü Polis Şûrası kararı ile II. sınıf emniyet amirinin I. sınıfa çıkması için dört yıl beklemesi gerekiyordu. Nihayet 2009 yılında bu sürede sona ermişti. Artık bu kadroların Emniyetin en kritik birimleri olan ve adeta fiili genel müdürlük olarak nitelendirilen İstihbarat, KOM ile Terörle Mücadale ve Harekât Daire Başkanlıkların başında olmaları için bir engel kalmamıştı. Her biri birbirinden değerli bir stratejik merkez olan bu birimlerden en önemlisi ise yasalara bağlı kaldığı müddetçe görev ve sorumluluk alanının, neredeyse sınırları olmayan İDB’ydi.

- Açılan soruşturmalar ve suç duyuruları nedeniyle o dönemde görevden el çektirilen emniyet görevlilerinin neredeyse tamamı, kendilerini kapsamayan Sicil Affı Kanunu’ndan da faydalanarak ve açtıkları davaları kazanarak teşkilata hem de kritik noktalardaki görevlerine döndü. Fethullahçı oldukları gerekçesiyle soruşturulan bu personelin birçoğunun görev yeri ise İDB’ydi. Bu görevlendirmeleri dönemin İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun, DGM’nin verdiği “takipsizlik” kararıyla gerekçelendirecekti. O dönemde cemaatçi bir yapının içinde örgütlü olmaktan çok, sadece inanç sahibi oldukları için soruşturulan bu personeli “koruyan” Sabri Uzun yıllar sonra, “O tarihlerde bu adamların sadece görevleriyle ilgilendim hiçbir personelimi inançlarına göre tasnif ederek, cezalandırma yöntemini seçmedim. Ama bugünlere gelindiğinde yapılanlara bakıldığında şimdiki örgütlenmeyi o günlerde görememişim” diyecekti.

- Fethullahçı olarak bilinenler kendilerini “ülkücü, laik, demokrat” kimliğiyle gizliyor ve cemaatten olmayanları İDB’den uzaklaştırmak için “irticacı, tarikatçı, Fethullahçı” suçlamalarıyla ihbar mektupları yazıyorlardı. Bu durum öyle bir hale gelmişti ki kim Fethullahçı kim değil bilinemiyordu. Bu şekilde hazırlanmış kimi listeler de bizzat cemaate yakın olan kişilerce kamuoyuna sızdırılıyor ve bu şekilde gerçekten cemaat mensubu olanların gizlenmesini de sağlıyordu. Bu ihbar mektuplarına dayanılarak hazırlanan listelerde ise sadece gerçekten Fethullahçı olmayanlar yer alıyordu.

- Fethulahçıların tek hedefi vardı: Tarikatları ve cemaatçiliği bilen dolayısıyla Fethullahçıların da ne büyük tehlike olabileceğini farkedecek kadrolar başta istihbarat olmak üzere teşkilatın etkili birimlerinden, cemaatçilerin ihbarcılık mekanizmasıyla uzaklaştırılmak ve böylece ileriki yıllarda karşılarına çıkabilecek olan olası rakipleri oyun dışına çıkarmak. Böylece devletine ihbarcılık yapan “ülkücü, demokrat, laik” görünümlü cemaatçilere de boşalan bu kadrolara yerleşme fırsatı doğacaktı. Öyle de oldu. 1991-92 soruşturmalarında Emniyetteki “irticacıları” ihbar eden cemaatçiler de, kurulan tezgâhı farkedemeyenlerin gözünde devletini seven demokrat, laik kadrolar olarak görülünce iş daha da kolaylaştı.

- Tüm parti liderlerine ve siyasetlere eşit mesafede durduğunu göstermeye çalışan bir cemaat lideri olarak sahnenin en önünde duran Gülen’in hükmettiği taraftarlarının partileri için oy deposu olarak gören siyasetçilerin ılımlı yaklaşımları nedeniyle kamuoyunda ve devlet katında oluşturulmak istenen “tehlikeli” olmama algısı başarıyla yerine getirilmişti.

- Fethullah Gülen 2008 yılında Amerikan İç Güvenlik Kurumu’nun ve Göçmenlik Bürosu’na (USCIS) “olağanüstü yetenekli eğitimci” statüsünde yeşil kart başvurusu yaptı. Bu başvuruyu yaparken CIA emekli Analiz ve Prodüksiyon Direktörü, Balkanlar Uzmanı, Washington Üniversitesi öğretim üyesi George Fidas CIA eski ajanı, Rand Şirketi danışmanı Graham Fuller eski ABD Ankara Büyükelçisi, Reagan dönemi CIA başkan adayı Morton Abramowitz eski Başbakanlardan Yıldırım Akbulut eski Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam TÜGİAD yönetim kurulu üyesi Murat Saraylı Washington Rumi Forum Başkanı H. Ali Yurtsever Niagara Foundation (Niagara Vakfı) Başkanı Kemal Öksüz bazı ABD üniversiteleri öğretim üyeleri ve bölüm başkanları ile Katolik, Evanjelist, Cizvit Rum Ortodoks kilise ve tarikat mensupları gibi hayli geniş ve ilginç bir yelpazeden referanslar sunulmuştu. Ancak Gülen’in başvurusu reddedildi. Avukatları da ABD Göçmenlik Bürosu’na dava açtı. Mahkeme Gülen’in “eğitim alanında olağanüstü yeteneklere sahip kişi” olduğuna dair kriterleri yetersiz buldu. Göçmenlik Bürosunu temsil eden Pensilvanya Eyalet Savcısı Patrick L. Meehan, Gülen’in için “Dini ve siyasi bir figür, akademisyenlere para ödeyerek kendisi ve hareketi için yazı yazdırıp akademik prestij elde etmek istiyor” ifadelerini kullandı. Gülen Pensilvanya eyalet mahkemesi kararını temyize götürdü. Temyiz mahkemesi Gülen’in çok büyük ve etkili bir dinci ve siyasi hareketin bir lideri olduğuna ABD’de yaşamasının Birleşik Devletler’in menfaatine olduğuna hükmederek Yeşil Kart başvurusunu kabul etti.

- Evet, kitabın ana ekseni, her daim Emniyet içinde varolduğu öne sürülen Fethullahçı yapılanma. Ama kimi bölümlerde daldan dala atlayıp emniyet dışındaki yapılanmaları da anlatmaya çalışsak da hepsinin nedeni malum: Bu örgütlenmeyi sadece Emniyetle sınırlı tutmak fazlasıyla safdillik olur. Öte yandan anlattığımız ya da anlatacağımız ilginç gariplikler zincirinin bir yerinde karşımıza mutlaka polis çıkıyor. Daha doğrusu Emniyetin içinde örgütlü olduğu öne sürülen cemaat teşkilatının polisleri. Karşımıza çıkmadığını düşündüğümüz olaylarda ise insanın kafasında mutlaka kuşku kalıyor.

- Hakkında gizlilik kararı bulunan Ergenekon soruşturmalarıyla ilgili yapılan her haber, yazılan her kitap için soruşturma ve istisnasız bir şekilde dava açan savcılar, sadece soruşturmanın kolluk kuvveti polis ve yargı makamı olan savcılık dosyalarında yer alan telefon dinlemelerine dayalı konuşmalarının basın servis edilmesi hakkında ise kıllarını kıpırdatmadılar. Daha dava açılmamışken, gizli bir soruşturmanın bilgi ve belgelerine ulaşacak kişi sayısı da kimlerin görevli olduğu için bilindiği halde savcılıklar bir yana İçişleri Bakanlığı’nın açtığı bir idari soruşturmaya da tanık olmadık. Ya da açılmışsa sonucunun ne olduğuna dair bir bilgimiz yok. Zaten işin bu “detay” kısmını da kimsenin sorguladığı yok. Ve en önemlisi Türkiye’nin tamamının bir “Tele Kulak” cenneti olduğunu artık kimse inkâr edemiyor. Kitabın hazırlanması aşamasında, kendi telefonlarını dinlendiğini bildiği gibi yılardır benim telefonlarımın da dinlenmesi nedeniyle, Emniyet içindeki üst düzey bir yetkili, “Seni farklı numaralardan aradığımda ve XXX dediğimde çıkıp bakkaldan ya da ankesörlü telefonlardan beni ara” demesi ise konunun vahametinin bir göstergesi olarak önemli.

- Burs alanında cemaatin hem ideolojik olarak karşısında duran hem de rakibi olan en büyük yapı da kuşkusuz ki Çağdaş Eğitim Vakfı ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğiydi. Bu vakıflar, askerler ve köktenlaik çevreleri de arkalarına alarak kısa sürede örgütlenip Gülenci ve diğer İslamcı cemaatlerin karşısına alarak burs dağıtıyorlar, kız çocuklarının okula gönderilmesine ilişkin kampanyalar düzenliyorlardı. Askerlerle ve bazı Ergenekon sanıklarıyla olan dirsek teması ve kimi zaman faşizmle özdeş tutulan ideolojik saplantıları ayrı bir değerlendirme konusu ama ilginç olan bu iki kurumun da bir kumpasla 2007’den itibaren adı sıkça anılan Ergenekon soruşturmalarına dâhil edilmesi oldu. Ergenekon soruşturması ve davalarının zanlı ya da sanıklarını gerçek suçlarından yargılamaktan çok tamamen bir karalama ve itibarsızlaştırma, siyaset sahnesinde rakiplerini yok ederek tek büyük güç olma planını bir parçası gibi işlediği tespiti yapmak mümkün.

- ÇEV’in cemaate rakip olması bir yana hedef haline gelmesinde en büyük etken kuşkusuz ki Fethullah Gülen hakkında açılan davada müdâhil olarak yer alması ve Işık Evleri’nde yetiştikten sonra “itirafçı” olan kişileri bulup tanıklık yaptırtmasıydı. Bu nedenle üzerinde baskı kurulmaya çalışılan ÇEV ve ÇYDD, Saadettin Tantan’ın İçişleri Bakanı olduğu dönemde kapatılmak istendi. Bu amaçla vakıf ve dernek üzerinde yapılan araştırmalar incelemelerden bir sonuç çıkmadı. Derken İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü Değerlendirme Bölümü’nde görevli komiser B.Ö. polis kimliğini kullanarak vakfa ajan olarak sızdı. O süreçte evi de kurşunlanmış olan Yaşer’e hem kendisine hem de vakfa yönelik saldırılara ilişkin yardımcı olacağını söyleyerek sızan Komiser B.Ö., iddiaya göre önce Fethullah Gülen’le ilgili görülen davanın tanıkları arasında olan Işık Evleri’nde yetişen “itirafçı”ların kimliğini öğrenip tanıklıklarından vazgeçmesini da sağladı. Ardından da vakfın dağıttığı burslardan PKK’lıların da yararlandırıldığı iddiasını oluşturacak gizli kamera çekimleri gerçekleştirdi.

- Nuh Mete Yüksel, doğruluğu ya da hukuk sınırları içinde olup olmadığı tartışılsa da başta Gülen cemaati olmak üzere dini yapıdaki her örgütlenme ve kişiye karşı soruşturma ya da dava açan kimliğiyle bilinen bir savcıydı. Kendisini elbette aklamaya çalışmıyoruz. Hatta başından sonuna dek iyi bir eleştiriyi hak ettiğini, yaptıklarının hukuk bağlamında değil ideolojik altyapıyla olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak bu durum, kendisinin de ilk günden itibaren sadece malum grubu işaret ederek “komplo” dediği olayı irdelemememiz gerektiği anlamına gelmiyor. Şu tespiti net olarak ortaya koyabiliriz: Yüksel’in başına yakan Fethullah Gülen ve cemaatine dokunmasıydı. Yüksel’in ayağı planlı bir tezgâhla kaydırıldı.

- Eskiden Ankara polisi-İstanbul polisi çekişmesi şeklinde yaşanan Emniyet içi çatışma, siyasal İslamın hükümet ortağı ya da tek başına iktidar olmasını sağlayacak biçimde yükselişe geçtiği 1990’ların sonuna doğru ilginç bir hal almıştı. Hemen her görüşteki emniyetçi hakkında çeşitli ihbar mektupları ilgili makamlara ve hatta savcılara dek ulaştırılıyordu. Sosyal demokrat kimliğiyle bilinen Emin Arslan, milliyetçi muhafazakâr ve hatta Fethullahçı olarak anılan Hanefi Avcı, dürüstlüğüyle bilinen Sabri Uzun, liberal görüşlü İsmail Çalışkan ve merkez sağı temsil eden Celalettin Cerrah’ın ortak paydası ise asılsız ihbar mektupları ve görevden alma girişimleri oluyordu.

- Rütbesi ne olursa olsun emniyet içinde istenmeyen kişilere “irticacı, Fethullahçı, aşırı solcu, Bulgar Alevisi, Sabetayist, mason, cemaatçi, tarikatçı” gibi suçlamalar yönelitliyordu. Bu ihbar mektuplarında ilginç olan ise dinci ve hatta tarikatçı olduğu bilinen bir emniyetçi “sarhoş işe gelmek” ya da “taciz” solcu ya da demokrat kimliğiyle bilinenler “tarikatçı, sabetasiyst, mason”, milliyetçiler ise “aşırı solcu, komünist, mason” gibi suçlamalar içermesiydi.

- Elbette Avcı’nın özellikle AKP ve Gülen cemaatine yakınlıktan öte bir tavır sergileyen ve “liberaller” diye anılan kesimde yarattığı yarılmaya da burada yer vermek gerekirdi. Ancak “liberal jakoben” cenahı her şeyin kolay unutulduğu, toplumsal belleğin balık hafızasıyla ölçüldüğü bir ülkede bu ayrışmayı aşması hiç de zor olmadığı için irdelemeye gerek duymadık.

- Avcı ile yaptığımız telefon konuşmasında da kendisine söylediğim üzere kitabının eksik kısmı kanımca işkenceciliğiyle yüzleşememesiydi. Evet, Hanefi Avcı, meslek yaşamının bir döneminde işkenceciydi. Her ne kadar kendisi daha sonra bununla yüzleşmeye çalışıp ve hatta kimi mağdurlarını bulup, birisi bu satırların yazarının tanıklığında olmak üzere özür dilemiş olsa da bu bir dönem işkenceci olduğunu değiştirmeyecektir.

- Avcı kitabında, Hrant Dink suikastının “milliyetçi arkadaş çevresinin” gerçekleştirildiği bir tepki olarak gördüğünü ve çözüldüğünü öne sürüyor. Tetiği çekenin, silahı ve hatta mermileri temin edenin bile bulunarak yargı önüne çıkarılarak çözüldüğünü anlatıyor. Eğer sıradan bir sokak kavgasında işlenen bir cinayet olsaydı, Dink’in öldürülmesini sıradan bir polisiye olay gibi ele alan Avcı’ya hak verilebilirdi. Ancak sözkonusu kişi devletin, kimi ulusalcı ve milliyetçi çevrelerin hedefinde olan, tehdit alan bir kişiyse bunu söylemek nasıl mümkün olabilirdi? Dink’i ölüme götüren olaylar zincirinde yer alan polis ve asker kamu görevlilerinin en hafifinden ihmal boyutuyla bu suikasta olan katkıları ya da iştiraklerini görmek istemiyordu Avcı. Bunun nedenin de, tıpkı kitabında eleştirdiği “kol kırılır yen içinde kalır” mantığı üzerinden yaptığını iddia etmemiz de mümkün. Avcı, kendisinin de Gülen Cemaatine mensup olduğu öne sürülmesine karşın bizzat cemaatçiler tarafından yerinden edilmek istenen eski İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler’i korumaya çalışırken bilerek ya da bilmeyerek tam da bu tuzağın içine düşüyor aslında.

- Cemaatlerin, dini sivil toplum örgütleri olduğunu öne sürenler olsa da Gülen hareketi için bu tespiti yapmanın ne kadar doğru olduğu tartışmalı bir konu. 1970’lerden başlayarak özellikle eğitim alanında yaptığı yatırımlarla, geleceğin yönetici kadroları olacağını düşündükleri “Altın Nesil”, tam da hesaplandığı gibi 2000’li yıllarla birlikte artık bürokrasiye yerleşmiş durumda. O zaman başta polis teşkilatında olmak üzere bürokrasinin her kademesinde ve henüz ne kadar yaygın olduğunu bilmesek de TSK içinde de örgütlendiği bilinen bu cemaatin gerçekten sivil olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da devleti kendi inançları doğrultusunda yönetmeyi arzu etmediğine, böyle bir niyeti olmadığına inanabilir miyiz? Hele ki ülkenin en önemli hesaplaşmalarından birine sahne olan Ergenekon soruşturmaları ve davalarının üzerindeki en büyük gölgenin, polis ve yargıdaki örgütlenmesi nedeniyle Gülen cemaati olduğunu kimse inkâr edemezken.Ve işte tam da bu nedenle ideolojik hesapları olanların da varolduğunu gerçeğini gözardı etmeyerek, yaratılan bu korku ikliminden beslenenlerin, bel bağladığı tek umut kapısının darbe yapacak bir ordu olmasının bize anımsattığı tek şey, “İki ucu pis değnek” sözü oluyor.

- Susurluk’tan sonra derin devletin bir kez daha paçasından yakalandığını düşündüğümüz Ergenekon soruşturmaları kanımızca gelinen süreçte toplumun hemen her kesimi için yaratılmış bir illüzyon olmaktan öteye gidemedi. İstisnasız hepsi askerin tokadını yemiş ya da kurbanı olmuş Kürtler, İslamcılar, sosyalist sol biraz zorlarsak ulusalcılığı reddeden sosyal demokratlar ya da birazcık vicdan sahibi olan kesimler bu illüzyondan kendilerine gösterilmek istenenle karşılaşınca sesini de çıkarmaz oldu. Adlarını saydığımız bu grupların her biri için bir soruşturma dosyasına eklenen, akıl ve vicdanlarda suçla anılan kimi sanıklarla da bu illüzyonun gerçek olduğuna inanmamız istendi. Oysaki ne derin devlet sorgulanıyordu ne de onunla bir hesaplaşma niyeti vardı. Kimisinin suçluluğundan emin olduğumuz bu sanıkların hiç biri maalesef gerçek suçlarından yargı önüne çıkarılmış değil.

- Bu kitapla amacımız elbet bir takım suçlamalara maruz kalan emniyetçileri ve elbette Ergenekon sanıklarını aklamaya çalışmak değildi. Kısaca, “Kral çıplak” diyenlerin başlarına ne geldiğini göstermek istedik. Çünkü maalesef bunu yapan medya organları ya da gazeteciler yok denecek kadar az. Var olanlar da ekonomik ya da ideolojik gerekçelerle türlü biçimlerde sansürlenerek susturulmuş durumda. Bu yüzdendir ki son dönemde Ergenekon ve benzeri soruşturmalara ilişkin yazılan kitapların sayısında ciddi bir artış görülüyor. Haber yazamadığı için kitap yazanların yanı sıra, yazılan yanlı ve “rıza üretimi” gerçekleştirmek maksadıyla yapılan haberlerin derlendiği kitaplar da mevcut elbette. Ancak görünen o ki, kravatlı vesayet iddiaları artarsa haber yapılamayan ülkede belki kitap yazmak değil ama okuyucuya ulaştırmak hayli zor olacakmış gibi görünüyor.

(soL - Haber Merkezi)