Düşmanını yitirmek ve sonsuz şimdi: 24 Nisan 1915

'Büyük Felaket’in üstünden bunca yıl geçtikten sonra buralarda Derrida’nın sözleri yankılanıyor. Düşmanımızı kaybetmişiz de onu sadece belleğimizde tutuyoruz sanki. Yaşlanmayan bir hayalet gibi...'

Aytek Soner Alpan

Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış

Affetmedi bu Ermeni vatandaş

Kürt dağlarında babasının kesilmesini

Fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin

Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına

Babasını “Soykırım”a kurban vermiş Bakkal Karabet ile Büyük Felaket'in faillerinden söz ediyor Nâzım Hikmet “Akşam Gezintisi” şiirinde. Tarihe dönüp bakınca, felaketin boyutlarını idrak edebilenlerine sesleniyor. Bir de halkın alnına sürülen bir karadan bahsediyor. 99 yıldır bu kara var düşmanımızı kaybetmiş ve dostumuzu bulamamış vaziyetteyiz.

Büyük Felaket’in üstünden bunca yıl geçtikten sonra buralarda Derrida’nın sözleri yankılanıyor. Düşmanımızı kaybetmişiz de onu sadece belleğimizde tutuyoruz sanki. Yaşlanmayan bir hayalet gibi... 24 Nisan, yaşlanmayan bir hayalet gibi dolaşıyor aramızda. Kayıp düşmanımızsa belleğimizde. Bellek aldatıcıdır. Manipülasyona, sonradan yapılan girdilere, gündelik ihtiyaçlarımıza göre hep yeniden şekillendirilir.

Nerede kayıp düşmanımız ve bulamadığımız dostumuz?

“Ulusal bellekler”in yanıtları açıktır. “Türk ulusal belleği”nin en iyi yanıtı “Rus işbirlikçisi Ermenilerin mezalimi” şeklinde başlar. “Ermeni ulusal belleği” de Soykırım’ın yarattığı yıkım üzerine inşa edilmiştir zaten. Yani belleklerde tutulan düşmanlar bellidir. Oysa düşman gerçekten “sıradan Türk” ve “sıradan Ermeni” midir? Düşman geçmişte midir?

“Evet, düşman geçmiştedir” yanıtı meseleyi tarihçilere bırakalım çağrısı ile paraleldir. Sorunu tarihçilere bırakalım! Sanki bu mümkünmüş gibi. Ne kadar saçma!

Saçma çünkü Eva Hoffman’ın da dediği gibi, bu tarz travmatik olayların boyutu insan zihninin alabileceğinin çok ötesinde olduğundan, insanların ve toplumların “ruhlarını” öyle bir eğip büker ki, bunların kendilerini bir daha düzeltme imkanı kalmaz. Anılarının içeriği boyutlarından ötürü hiç kimse için geçmişe ait değildir artık. Yaşanan büyük trajedi sonsuz bir şimdiye hapseder tarafları. Geçmişin karanlığının, loş bir arka plana sürdüğü sonsuz bir şimdi...

O halde, sorun güncel bir sorundur. Çözüm için bugün neler önerilmektedir? Giderek içerikten yoksunlaşan, herkesin eğilmiş bükülmüş ruhunu kurtarmak için yürüttüğü bir “soykırım mı, değil mi” tartışması bize bir gelecek vizyonu sunmakta mıdır? Radikal bir sol söylem gibi görünen kimlikçilik, kimlik siyaseti derdimize ne kadar devadır? Kimlik siyaseti çözüm mü?

Önce kısa bir tarif: Kimlik siyaseti derken bir ideolojik sistem, politik program, siyasal aidiyet etrafında örgütlenmek yerine ırk, din, toplumsal cinsiyet, etnisite ve/veya cinsel yönelim kategorileri etrafında tanımlanmış, bu nedenle zulme uğramış bireylerden oluşan grupların öz çıkarlarını gözeten siyaset biçiminden bahsediyoruz. Hemen hemen tüm dünyada ırkçılık, kadın düşmanlığı, seksizm, homofobi ve mezhepçiliğin zirve yaptığı bir atmosferde kimliklere yapılan vurgu normal değil midir? Bu soruya sağlıklı yanıt vermek için “kişisel kimlik”ler ile kimlik siyaseti arasında bir ayrıma gitmemiz gerek. Türkiye’de bir Ermeninin, ırkçılık karşısında kendisinin baskı ve zulme maruz kalmış bir kimliğe mensup olduğunun bilincinde olması, hatta bunun üzerinden eşitsizliklere ilişkin öfke üretmesi normal bir durumdur. Ancak bireysel zeminde kimliğin oluşumu, ifadesi ve öfke gibi tezahürleri ile kişisel olarak deneyimlenen baskıların siyasal alanda karşılığını nasıl bulacağı ayrı ayrı meseleler. Bu şekilde elde edilen kimlik, söz konusu baskı ve eşitsizliğin kökenine ve nedenlerine odaklandığı oranda kişisel deneyim düzleminden çıkarak siyasal hale gelir. Peki, kişisel kimliklerden siyasal bir hat ve mücadele nasıl örülür?

SINIF BAKIŞINDAN KOPUŞ

Bir süredir solda hakim olan kanının aksine, kimlik siyaseti ile devrimci, Marksist siyaset bir ve aynı şey değildir. Hatta iddia edilebilir ki bunlar birbirlerini dışlar. Kimlik siyaseti de Marksizm gibi eşitsizlik ve baskıdan yola çıkar. Ancak iki yaklaşım arasında ciddi farklar mevcuttur. En önemlisi de eşitsizlik ve baskının nasıl tanımlandığıdır. Kimlik siyasetinin yaptığı gibi maddi zemininden koparılmış baskı tarifleri, sorunun köklerine inemediği oranda bunların nasıl ortadan kaldırılacağı konusunda devrimci bir eyleme izin vermez. Tersine, kimlik siyaseti, örneğin ırkçılık ya da cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi, sınıfsal eşitsizliğe karşı mücadeleye denk ve paralel bir mücadele olarak kurguladıkça toplumsal sınıf temelinde kurulan devrimci birlik zeminini ortadan kaldırır. Dahası, örneğin işçi sınıfının etnik eksenler boyunca bölünmesi ve bu kimliklerin birbirine karşı bilinçli ya da bilinçsiz olarak sivriltilmesi kapitalizmin sömürü mekanizmalarının gizlenmesi ve süreklileştirilmesi noktasında işlevseldir.

Marksizm için bir sınıfa mensubiyet, birbiriyle kesişen pek çok farklı kimlikten biri değildir, bu nedenle Marksizm sınıf mücadelesine özel bir öncelik ve belirleyici önem atfeder. Peki, bunun sebebi sınıfsal baskının en vahşi ve en yaygın baskı olması mıdır? Mesela burada odaklandığımız konuda olduğu gibi ülkemiz dahil dünyanın pek çok noktasında hâlâ etnik çatışmalar yaşanırken ve hatta kimi bölgelerde soykırım şiddeti sürerken sınıfsal sömürüye ve sınıf mücadelesine neden özel önem atfedilmektedir? Bunu anlamak kimlik siyaseti ile marksizm arasındaki farkı anlayabilmek için kritik önemdedir.

KAYBETTİĞİNİZ DÜŞMAN KİM? 

Solun bir bölümü kimlikçilik tarafından teslim alınmışsa, güçlü bir şekilde söylemek gerekiyor: Milliyetçiliğin panzehiri kimlik siyaseti değildir. Kimlik siyaseti, milliyetçiliğin tersten ve estetize edilmiş biçimde yeniden üretilmesidir. Milliyetçiliğin yegane panzehiri soldur, Marksizmdir. Kimlik siyaseti ile kaybettiğimiz düşmanı bulamayız. Zira kaybettiğimiz düşman, kimlik siyasetinin gizlediği kapitalizmin ta kendisidir. Kaybettiğimiz düşman, halkların acılarını oyuncak hale getiren emperyalizmdir. Hapsolduğumuz sonsuz, şimdiden, geçmişin karanlığından kurtulmamızın yolu ise bu kayıp düşmana karşı birlikte mücadele etmek ve bulamadığımız dostlarımızla yoldaş olmaktır.


BİR PARANTEZ: MARKSİZM KİMLİK KÖRÜ MÜ? 

Sınıf, maddi varlık koşullarını ortaya çıkaran üretimin toplumsal örgütlenmesi yani kapitalizmin kendisi ile ilgilidir. Sınıfsal çelişkinin, sınıfsal baskı ve sömürüye maruz kalan işçiler lehine çözülmesi kapitalizmin ortadan kalkması anlamına gelecektir. Ya da kapitalizm, kendinden önceki sistemlerden farklı olarak insanları sömürürken kimliksel farklılıkları önemsemez. Sömürülen emekçinin etnik kökeni, cinsiyeti sömürü mekanizmasının doğası açısından önemli değildir. Bu nedenle, kapitalizm bu kimliklerin maruz kaldığı eşitsizlik ve baskıyı ortadan kaldırmakla doğrudan ilgilenmez. Öte yandan çeşitli kimliklerden doğan eşitsizlik ve baskıların -diyelim ki- tamamen ortadan kalkması durumu da kapitalizmin ortadan kalkmasını garanti etmez. Öyle ki, kapitalist üretim ilişkileri ve sömürü ile objektif ve kategorik olarak- çelişki içinde bulunan (kişisel kimliklerinden bağımsız olarak) emekçilerdir. Kimlik siyaseti ise söz konusu kimlikler içindeki sınıfsal karşıtlıkları görmezden gelmekte, bu karşıtlıkların görülmesini o kimlik için mutlaka “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan” bir süreçten geçildiği için zararlı bulmaktadır. Bütün bunlar, “Marksizm kimlik körüdür” demek için söylenmedi. Aksine, “marksizm toplumsal eşitsizliklerin farklı düzlem ve biçimlerini kendi toplumsal dönüşüm projesinde bir yere oturtuyor”u göstermek için söylendi. Zira, bu dönüşüm projesi Marksizmin alamet-i farikası, Marksizmi kimlikçilikten ayıran noktadır. Radikalizm ve aktivizm ile süslenmiş maskesine karşın, kimlikçiliğin içeriği gerçek bir toplumsal dönüşüm ile ilgilenmediğinden koftur. Kimlikçiliğin gelecek kurgusu ve mücadele stratejisi açısından sınıflı toplumla derdi yoktur. Hatta, egemen sınıfın baskı ve zor aygıtlarını “dekore” edebilir. 


KİMLİK SİYASETİNİN ÇIKMAZI: TERSTEN MİLLİYETÇİLİK 

“‘Ben Ermeniyim’ demek, ‘Hıristiyanım’ demek benim için. Ermeni Kilisesi’ne bağlı bir Hıristiyanım. İlk önce Ermenilik diyemem ama politik olarak sert bir Ermeniyim. Solcuyum diyebilirim, neden demeyeyim ki? Diyarbakırlılar her zaman solcu olmuştur zaten. Müslümanlaşmış Ermenilere gelince Ermeniliklerine geri dönmek istiyorlarsa Hıristiyan olmaları gerekir. Bazıları korktukları için ‘Ben Ermeniyim ama Müslüman olarak yaşayacağım’ diyorsa, ne yapayım, saygı duyarım. Ama bunu inanarak söylüyorsa, o zaman hiç kafalarını yormasınlar. Onlar Türk olmuştur. Gidip Türklerle evlensinler, Türk gibi yaşasınlar. Türkiye’de olumlu gelişmeler var. AKP Türkiye’yi değiştirmek için çok çaba sarf ediyor. İstanbul’u temiz görüyorum. Durmadan çalışıyorlar, ekonomi güçleniyor. Gençler artık daha fazla bilgi sahibi. Tek tek öğrenecekler yaşananları, tarihi, Soykırım’ı...” (Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor 2012, Hrant Dink Vakfı Yayınları) Ne yazık! Hrant Türkiye’de siyasal rejimi dönüştürme operasyonunun parçası olarak sırtından kurşunlanacak. Anadolu’dan 99 yıl önce kaçmış Kesab Ermenileri, Yeni-Osmanlı macerası veya Büyük Ortadoğu adına katledilecek. Ve Ermenilere, soykırımı öğrenmek kalacak...