İslamcıların ve ülkücülerin televizyon dizileri üzerinden tarihlerine ilişkin gerçekleri inkâr çabaları aralıksız sürüyor. Özellikle “Öyle Bir Geçer zaman ki” dizisi yayınlanmaya başladıktan sonra, daha önce yayınlanmış “Çemberimde Gül Oya”, “Hatırla Sevgili” ve “Bu Kalp Seni Unutur mu” gibi yakın dönemin siyasal olaylarını da işleyen diziler de gündeme getirilerek, bir protesto kampanyası yürütülüyor. Dizi setlerine ve yayıncı kanal binalarına “toplu ziyaret”ler, basın açıklamaları, etkileri altındaki köşe yazarları, televizyon eleştirmenleri, hep aynı itirazı dile getiriyor: Bu diziler gerçekleri çarpıtıyor, solcuları iyi ülkücüleri kötü gösteriyor, tarihi tek yanlı aktarıyor, ülkücüleri Amerikancı olarak konumluyor ve şiddet uyguladıkları iftirası atıyor.
Zaman gazetesi, dün yine bu konuda geniş bir habere yer verdi. Murat Tokay imzalı haberde, bazı senarist, yönetmen ve danışmanların görüşlerine başvurulmuştu. Ortak kanaatleri, seyirciye tarihin hep sol bakış açısından yansıtıldığıydı.
“Sakarya Fırat” dizisinin senaristi Süleyman Çobanoğlu, tarihsel gerçekliğe ihanet edildiğini, ideolojik bağnazlığa düşüldüğünü, adalet ve hakkaniyet duygusunun zedelendiğini söylüyordu. Senaristleri “fikir namusuna” davet eden Çobanoğlu, “bu memlekette ülkücülerin ne yaptığını da biliyoruz, Stalin’den Lenin’den beslenenlerin ne yaptığını da” diyerek, ne kadar adil ve nesnel bir bakış açısına sahip olduğunu sergiliyordu. Keza, Osman Sınav’ın yönetmenliğini yaptığı “Sakarya Fırat” dizisinin Kürt sorununa yaklaşımındaki “fikir namusu” ve “kahraman asker” Osman Kanat ile “can alıcı” Zaholu Artin eksenindeki “çatışma”nın tarihsel gerçekliğe sadakati, ayrı bir konu.
Yönetmen Nazif Tunç, suçu kendilerinde arıyordu. “İdeolojilerine bağlılıkla hizmet edenler” ekranları etkili bir biçimde kullanırken, onlara düşen, doğruyu gösteren filmler yapmaktı. Araya, 12 Eylül’de idam edilen dokuz ülkücünün hayatını anlattığı “Yusufiye” adlı filminin seneye gösterime gireceği bilgisini sıkıştırmayı da unutmuyordu. Anlaşılan, Tunç, “yanlı” tarih aktarımını doğru buluyor, sadece geride kalmışlığı sorun ediyordu.
“Milliyetçi, yurtsever, başarılı bir sinemacı” olarak lanse edilen İsmail Güneş ise, 1977’de öğrenciyken, solculardan dayak yediğini anlatıyordu. Kendi için kullandığı ifadelerle “Güzel Sanatlar’ın en başarılı öğrencisi”, bu gerçek orta yerde dururken, sağcıları şiddete başvuranlar olarak gösteren ve tarihi çarpıtanlara, “Allah adalet duygusu versin” demekle yetiniyordu. Bu “başarılı” sinemacının filmografisi şöyle: “Gülün Solduğu Yer”, “The İmam”, “Sözün Bittiği Yer”… Güneş, ülkücüleri de, kötü gösterilmemek istiyorlarsa, sanata, sanatçıya değer vermeye çağırıyordu. Kim bilir, belki de bu değeri verseler, destekleseler, yeni bir film projesi üretecekti…
Akşam gazetesi televizyon eleştirmeni Burhan Ayeri, “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisinde, ülkücü gençlerin eline ne zaman çivili sopa verileceğini merak ediyordu. Marksistsen iyi, şeker çocuktun, sağcı ve muhafazakârsan yanıyordun.
Soruşturmada yer alan “milliyetçi tarihçi” Avni Özgürel, konuya çok “ortadan” yaklaşıyor, sağcıların da solcuların da eşit haksızlıklara maruz bırakıldığını, eşit oranda kullanıldıklarını söylüyordu. “Nesnel tarih yazıları”yla tanınan Özgürel, senaristlerin siyasal eğilimlerinin senaryoya yansımasından yakınıyordu. Bu yanlış ve taraflı anlatımdan rahatsız olanları da, yayıncı kanallara, yapım firmalarına karşı tepki örgütlemeye çağırıyordu.
Haberdeki en renkli unsur, Mümtaz’er Türköne’ydi. “Oyuncusundan senaristine, yapımcısından yönetmenine herkes solun içinde siyasal bilinçlerini edinmişlerdir. Ülkücüleri öcü göstermek, bir gelenektir” derken, ilginç bir saptamada bulunuyor, bunun neden böyle olduğunu merak ettiriyordu. Neyse ki, bunun iki istisnası vardı. Her ne kadar eleştirel yaklaşılsa da, aslında “Hatırla Sevgili” ve “Bu Kalp Seni Unutur mu” dizilerinde, ülkücüler, “normal insan” olarak resmedilmişti. Çünkü, “gençlik yıllarında ülkücülerle birlikte olan bir senarist”, yani kendisi, bu dizilerin danışmanıydı. “Bu benim eserim” diyordu gururla. Ne çare, eserindeki “dengeleme” çabası gözden kaçıyor, bu kadarıyla da yetinmiyordu ülküdaşları.
Zaman gazetesinin, tarihe tek yanlı bakıştan rahatsız olunduğu için gerçeği arayan haberi, böyleydi. Daha yansız bir değerlendirici grup, bulunamazdı doğrusu.
Bu haberin, uzun zamandır yürütülen protesto kampanyalarında dile getirilenlerden farklı hiçbir şey söylememesi, örneğin, “öyle değilse nasıldı?” sorusuna hiç değinilmemesi, anlatılan dönemin dışına çıkıp, 40’lardan 80’lere uzanan tarihteki cinayetlere, katliamlara da hiç değinmeden 12 Eylül mağduriyetinden dem vurulması öyle çok tekrarlanmıştı ki, artık dikkat bile çekmiyordu. Konu edilen tarih dilimine değinenler ise, “solcular yaptı üstümüze attı, tahrik vardı” gibi, klasik yönteme başvuruyorlardı.
Görüldüğü kadarıyla, somut tarihleriyle yüzleşilmesinden rahatsız olanlar, “yalan!” diye feryatla yetinecek, “doğrusu”nu kaçınılmaz olarak boşlukta bırakacaklar. Zaman’ın “tek yanlı bakışın doruğa çıktığı” dizi olarak gösterdiği “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisinin bugüne kadar yayınlanan bölümlerinde, siyasal olayların aktarımı 1967-1968 yıllarını içeriyor. Bu süreçte saldırgan ve Amerikancı bir kesim olarak gösterilmelerini iftira olarak değerlendirenler, tek bir örneği, bir sonraki yıl yaşanan “Kanlı Pazar”ı filme konu etseler, “yansız” bir bakıştan, “tarihsel gerçeğe sadakat”ten, nasıl bir sonuç ortaya çıkardı, merak konusu.
Soralım mesela, niçin düzenlenmişti, “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü”? Neydi sloganları? Ne talep ediliyordu? Neye karşıydı? Bu yürüyüşün hazırlıkları sürerken, sağ kesim, ne yapıyordu? Günler öncesinden nasıl örgütleniyordu? Neyi propaganda ediyordu? Dolmabahçe’de serilen seccadelerin baş konulan kısmı, hangi kıbleye göreydi? Neye karşı saldırmışlardı? Neyle öldürmüşlerdi? Kimin hizmetindeydiler?
Bu soruları içeren bir soruşturma yapsa Zaman, acaba ne sonuç elde ederdi? Aslında soruşturmaya da gerek yok, bu saldırıyı organize edenler bile, kimi övünerek, kimi günah çıkararak, belgelediler. Bu tek örnekte yansıyan olgular değil mi tarihi gerçekler? Buradaki şiddet mi “uydurma”, Amerika’ya secde mi ”iftira”? Şu soruşturmanın “nesnel unsurları”, senarist, danışman, yönetmen olarak bir el atsalar ya şu işe! “Normal insan” olarak resmetmekte hiç zorlanmayacaklardır, “normal olay”ın aktörlerini…
Örneğin, AKP'ci olmayan solculara pek soru sormaz ya Zaman gazetesi, o dönem ülkücü olan Yaşar Okuyan'a sorabilir neler olduğunu. Okuyan, "O Yıllar" kitabında özetle şöyle anlatıyor Kanlı Pazar'ı:
"Biz o tarihlerde Türkiye Milli Talebe Federasyonu’ndayız. Bu Federasyon, bizim yani ülkücü, milliyetçi diye nitelendirdiğimiz grubun yönetimindeydi. Milli Türk Talebe Birliği o tarihlerde, yani 1968 - 69’lardan bahsediyorum, daha ziyade İslami düşüncenin kontrolündeydi.
"O sürecin içerisinde bir gün bir söz ortaya atıldı 'Komünistler yürüyüş yapıyor, Taksim’i işgal edecekler, biz buna karşı eylem yapacağız,' deniliyordu. Bu bilgiyi bize getirdiler. Biz de merak ettik. Ne yapacaklar, diye bir inceleyelim bakalım dedik. Cumartesi günü Milli Türk Talebe Birliği de, yine oralardan gelen arkadaşlarımız, yöneticiler, dediler ki, 'grup olarak buraya kaç kişi katılır?' Federasyon’dan gelip bize sordular. Ne olacak, niye soruyorlar, dedim.
"'Orada kalabalık olunsun' denildi. 'Kaç kişiyseniz size sopa dağıtacağız' dediler. Ben bu sefer daha da tedirgin oldum. O zaman arkadaşlara, 'beş yüz kişi deyin' dedim. Katılacağımızdan değil de, 'ne olacak,' diye…
"Yanılmıyorsam 'cumartesi günü beşte temsili olarak Türk Talebe Birliği’ne gelin' denildi. Bizim arkadaşlardan yedi sekiz kişi gitti oraya. Şeref Efendi sokak var hemen Milli Türk Talebe’nin yanındaki sokaktı. Oraya iki kamyon yanaştı. Orada -sonradan çıktı tabii- sopalar çıktı balyalar halinde.
Mavi kurdelalar…
"Bizim çocuklara dedim ki, 'Sopaları alın. Gitmeyeceğiz, ama gitmeyeceğimizi söylemeyin.' Sonra aynı yerde ayrıca bir mavi kurdele dağıtıldı. Kurdeleler ne olacak, diye sorduk. Dediler ki bu mavi kurdeleleri Taksim’de komünistler meydana girerken yakanıza takın bu iki şeyi gösterir: Birincisi orada bir kargaşa çıkarsa siz birbirinizi tanımış olursunuz. İkincisi de -polislerin de bilgisi var- mavi kurdeleyi takanlar antikomünistler olacak. Nitekim biz ertesi günü oraya yedi sekiz kişi olarak gittik. Yani ülkücüler olarak katılmadık. Uzaktan bakıyoruz. En az yirmi otuz bin kişilik bir kalabalık vardı. Hatta sabah namazından sonra gelenler vardı. Fikir Kulüpleri Federasyonu da Gümüşsuyu’ndan giriş yaptı. Tam Marmara Oteli’nin önüne doğru geldiklerinde daha önce alanda ellerinde sopalarla bekleyenler, gelenlere hücum ettiler.
"Polis bakıyor, mavi kurdela varsa dost dokunmuyor, kurdele yoksa elindeki copla girişiyor. Biz de dedik ki kurdelelerimizi takalım, çünkü uzak olmamıza rağmen bir grup da bize doğru geliyordu.
"Bir şahıs oradaki sol görüşlü bir genci elinde bıçakla, polisin gözünün önünde öldürüyor ve polis seyrediyor. Katiyen müdahale etmediler. İki insanımız orada maalesef bu şekilde öldürüldü."
Konuya yaklaşımı "Gençler kullanıldı" ekseninde olan Yaşar Okuyan'ın anlatacakları da yetmezse, belki fotoğraflara da başvurulabilir. Örneğin yandaki fotoğraf, kimin nereye secde ettiğini gözler önüne seriyor. Fotoğrafta sağcı gençler, Amerikan 6. Filosu gemisini kıble bellemiş, namaz kılarken görülüyor.
(soL - Haber Merkezi)