Bakan karşısında susan sendikacılar okusun...

Enerji Bakanı Taner Yıldız, “günde 18 saat çalışılmalı” dedi. Kölelik koşullarının geri gelmesi demek olan bu isteği bir sendikanın genel kurulunda dile getiren Yıldız, pervasızlığı ile de duyanları şaşkına çevirdi.

Türkiye Enerji Su ve Gaz İşçileri Sendikasının (Tes-İş) 9. Olağan Genel Kurulu’na katılan ve burada bir konuşma yapan Enerji ve Tabii Kaynakları Bakanı Taner Yıldız, skandal niteliğinde sözler sarf etti. Köleliğin geri getirilmesi anlamına gelen bir öneride bulunan Yıldız, yüzyıllardır buna karşı verilen mücadeleleri de bir kalemde silmeye çalıştı. Yıldız'ın çalışma süresinin insani sınırlara indirilmesi için yüzyıllardır verilen mücadeleleri görmezlikten gelen sözleri karşısında Türk-İş ve Tes-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun sessiz kalması da dikkat çekti.

“18 saat çalışmalıyız”
Faşist söylemde olduğu gibi işçilerin kendisini devletine ve patronuna feda etmesini öneren Taner Yıldız, “Sendikalarımızla da beraber iç mekanizma olarak verimliliği artırmamız lazım. Gelişmekte olan ülke olarak yeri gelecek 16-18 saat çalışacağız bu değişimi iyi yönetebilmek adına” dedi.

Bakan Yıldız'ın sözlerine tepki göstermeyen sendika yöneticileri, işçi sınıfının en temel mücadele başlıklarından birinin çalışma süresi olduğunu unutmuş gibi davrandı.

8 saat çalışma lütuf mu?
Halbuki kapitalizmin ilk dönemlerinden itibaren çok tartışılan bir konu olan çalışma saatleri ile ilgili mücadelenin tarihi, işçi örgütlerinin tarihi ile eş. İlk emekçi örgütlenmeleri 18. yüzyılda dünyanın ilk kapitalist ülkesi İngiltere'de başladı. Bu ilk örgütlenmeler dayanışma dernekleri, yardımlaşma sandıkları biçimindeydi. Bu örgütlerin en önemli mücadele başlıklarından birisi çalışma saatleriydi. İşçi sınıfının normal iş günü için verdiği mücadele 19. yüzyılda zirveye çıkmış bu mücadeleler sonucunda birçok ülkede önce çocukların çalışma süreleri ardından da yetişkinlerin çalışma süreleri sınırlandırılmaya başlanmıştı.

Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde betimlediği manzara, Bakan Yıldız’ın isteğinin ne kadar tehlikeli olduğunu da ortaya koyuyor. 19. yy İngiltere’sinde çocuklar da dahil kadınlar ve erkekler günde 14-16 saat çalışıyor, tek bir odada 50 işçi yatıp kalkıyordu. Çocuklar makine başında yemek yiyemedikleri için bitkin düşüyor ve uzun süre ayakta kaldıklarından ötürü omurgaları kayıyor, bir çok kalıcı sakatlık yaşıyor ve genç yaşlarında ölüyorlardı.

İşçi sınıfı ilk dönemler 14-16 saat olan iş gününü 12 saate çekmek için uzun bir savaşım yürüttü. 13 yaş ve daha altı yaşlardaki çocukların günde 12 saat çalışması için yürütülen mücadele bile burjuvaziyi dehşete düşürmüştü.

Mücadele ile alındı
Diğer tüm haklar gibi 8 saatlik çalışma da mücadeleler sonucunda elde edilmişti. 1848 Haziran barikatlarında yenilen Fransız işçi sınıfının devrimle birlikte kazandığı 10 saatlik iş günü hakkı elinden alındı ve çıkartılan yeni bir yasayla iş günü 12 saat olarak belirlendi.

İngiltere’de genel oy hakkını ve işçilerin parlamentoya seçilmesini savunan Chartist hareketin ileri sürdüğü taleplerin başında 10 saatlik iş günü bulunuyordu. “Saraylara savaş, kulübelere barış” şiarıyla başlatılan mücadele sonucunda İngiliz işçi sınıfı 10 saatlik iş gününü burjuvaziye kabul ettirdi. 1 Mayıs 1848’de 10 saatlik iş günü yasası yürürlüğe girdiyse de, Avrupa’daki devrimlerin yenilmesinden güç alan burjuvazi yasayı uygulatmadı.

İlk dönemler tek tek şehirlerde, tek tek ülkelerde boy veren daha kısa iş günü mücadelesi 1800’lü yılların son çeyreğine girildiğinde siyasal bir içerik ve uluslararası bir boyut kazanarak genel bir sınıf hareketine dönüştü. 20 Ağustos 1866’da Baltimore’da toplanan Ulusal Çalışma Birliği Kongresi’nde Amerikalı işçiler, 8 saatlik çalışma yasasını kabul ettirmenin bir zorunluluk olduğunu karar altına almıştı: “Bugünün ilk ve en büyük zorunluluğu, bütün Amerika Birleşik Devletleri’nde, sekiz saatlik çalışmayı, normal iş günü kabul eden bir yasayı yürürlüğe koyarak, bu ülkenin emeğini kapitalist kölelikten kurtarmaktır. Bu şanlı sonuca erişene dek bütün gücümüzle çalışmaya kararlıyız.”

Aynı yıl içinde, Cenevre Kongresinde I. Enternasyonal, Amerikan işçi sınıfının aldığı karara atıfta bulunarak 8 saatlik iş günü için mücadele kararı almıştı: “İş gününün sınırlandırılması önkoşuldur, bu sağlanmadan, kurtuluş yolunda atılacak diğer bütün adımlar başarısızlığa mahkumdur”.

Amerika’da 1880’lerin ortasına doğru sadece sanayi kollarında çalışan işçi sayısı 4-5 milyon civarındaydı. Bu yıllarda çalışan çocuk işçilerin sayısı 1 milyonun üzerindeydi. İşçi sınıfı oldukça ağır koşullar altında, herhangi bir sosyal güvenceden yoksun, sendikasız ve düşük ücretler karşılığında günde 12 saatten fazla çalışıyordu. 1 Mayıs 1886’da genel greve giden Amerikan işçilerinin temel sloganı “sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat canımız ne isterse!” idi. Yaklaşık 350 bin ABD’ li ve Kanada’lı işçi “8 saatlik işgünü” hakkı ve ağır çalışma koşullarını protesto için greve çıktı. İşçi sınıfının bu topyekün ve haklı isyanı sonucu Şikago’da greve çıkan yaklaşık 40 bin işçinin üzerine saldıran polis ve patronların anlaştığı sokak çeteleri bir katliam başlattılar. Polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi. Ardından ülkede işçilere ve mücadelesine karşı büyük bir saldırı dalgası başladı. Birçok işçi işinden atıldı ve işçilerin “8 saatlik işgünü hakkı” için önderlik edenler tutuklanarak idamları istendi.

1884-1886 yılları arasında ABD’nin yanı sıra Japonya, Fransa ve Rusya’da “8 saatlik iş günü” talebi ile grevler yapılmıştı. ABD’de 1888’de eylem kararları alınırken, aynı aylarda birbirinden habersiz olarak Fransa ve Belçika İşçi Sendikaları Konfederasyonları da 8 saatlik iş günü için mücadele kararı almışlardır. 14-21 Temmuz 1889’da 2. Enternasyonal’in Paris’teki kuruluş kongresinde 1 Mayıs 1890 “8 saatlik iş günü” talebi için eylem günü olarak kabul edilmişti.

Marx’ın bir çift sözü var!
Burjuvazi tarafından basit bir iktisat kitabı gibi gösterilmeye çalışılan Kapital’in aynı zamanda çok önemli bir sosyoloji çalışması da olduğu biliniyor. Bu eserinde işçilerin çalışma koşullarına ilişkin çok ayrıntılı verilere de yer veren Marx, iş gününün neye göre belirlendiğini de tartışken, uzun çalışma saatlerinin insanlık dışı karakterini gözler önüne seriyordu. Marx, Kapital’in birinci cildinin ilgili bölümünde “İşgünü nedir? Sermayenin satın aldığı emek-gücünün günlük değerini tüketebileceği zamanın uzunluğu nedir? Emek-gücünün kendisinin yeniden-üretimi için gerekli emek-zamanının ötesinde, işgünü ne kadar uzatılabilir?” sorularını şöyle yanıltıyordu:

“Bu sorulara sermayenin verdiği karşılıklar görülmüş bulunuyor: İşgünü, 24 saatlik tam günün, emek-gücünün yeniden işe koşulabilmesi için mutlaka gerekli birkaç dinlenme saati çıktıktan sonraki kısmıdır. (...) Ama, kör ve önüne geçilmez tutkusuyla, artı-değere duyduğu kurt açlığı ile sermaye, iş gününün yalnız manevi değil, fiziksel en üst sınırlarını da çiğner geçer. İnsan bedeninin büyümesi, serpilip gelişmesi ve sağlığının devamı için gerekli olan zamanı gaspeder. (...) Bedensel gücün yerine gelmesi, derlenip toparlanması, tazelenmesi için gerekli sağlıklı uyku süresi, tamamen tükenmiş bir organizmanın şöyle böyle canlanması için kaçınılmaz birkaç saatlik uyuklamaya indirgenmiştir. İşgününün sınırlarını belirleyen, emek-gücünün normal varlığını sürdürmesi değildir bu sınırlar, işçinin dinlenme zamanının sınırı ne kadar ezici, zorunlu ve acılı olursa olsun, emek-gücünün günlük mümkün olan en üst düzeyde harcanması ile belirlenir. Emek-gücünün ömrünün uzunluğu sermayeye vız gelir. Onu ilgilendiren tek şey, bir işgünü boyunca akışı sağlayabilecek azami emek-gücüdür. Bu amacına, tıpkı açgözlü bir çiftçinin, toprağın verimliliğini tüketerek ondan elden geldiğince fazla ürün koparması gibi, işçinin yaşamını kısaltarak ulaşır.”
(soL - Haber Merkezi)