AKP'nin vatansever evlatları iş başında: 'Kürtler ve Aleviler itina ile linç edilir'

Önce Malatya Sürgü’de Alevilere, ardından İstanbul Ayazağa’da Kürt işçilere yönelik saldırılar, ırkçı ve faşist linç girişimlerini yeniden gündeme getirdi. Gündem olanca yakıcılığıyla ortada durmasına rağmen hükümetten tatmin edici bir açıklama gelmezken, medyanın da olayları örtbas etme çabaları dikkatlerden kaçmadı.

Geçtiğimiz günlerde ardı ardına yaşanan olaylarla, Türkiye aşina olduğu linç girişimlerini yeniden hatırladı. Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Sürgü beldesinde Alevi aileye yönelik toplu saldırı gerçekleştirildi. Ramazan davulcusunun tacizleri sonrasında patlak veren olayda, yüzlerce kişi iki gün boyunca ailenin evini taşladı, kurşunladı ve aileyi linç etmeye kalktı. Bütün bunlar yaşanırken, vali, belediye başkanı ve jandarma komutanı saldırıya uğrayan ailenin başka bir yere göç etmesi için baskıda bulundu.

Sürgü olayı gündemdeki yerini henüz kaybetmemişken, bir başka linç girişimi de İstanbul Ayazağa’da gerçekleşti. Ayazağa’da bulunan bir inşaatta çalışan ve şantiyede kalan işçilerle mahalleli arasında başlayan tartışma, hızla toplu bir linç girişimine dönüştü. Yüzlerce kişiden oluşan saldırganlar, tekbir getirerek ve İstiklal Marşı'nı okuyarak işçilerin uyuduğu barakalara saldırıda bulundu. Polisin müdahalesinin engel olamadığı saldırganlar, sosyal paylaşım siteleri üzerinden de örgütlenmeye devam ettiler. Çözüm olarak ise, elbette, Kürt işçilerin Ayazağa’dan çıkarılmaları akla geldi.

Her iki olayda da dikkat çekici kimi benzerlikler görmek mümkün. Öncelikle, güvenlik güçlerinin ve resmi görevlilerin saldırganlar yerine saldırıya uğrayanlara yöneldiği, saldırıları engellemek yerine saldırıya uğrayanları bölgeden uzaklaştırmak istediği ve saldırganlara bariz bir biçimde “nazik” davrandığı gözlerden kaçmıyor.

Ayrıca saldırılar konusunda hükümet başta olmak üzere, önlem alması ve yurttaşlarını koruması gereken devlet birimlerinin, suskunluğa bürünmesi ya da kamuoyuna “münferit” olaylar olarak sunup önemsizleştirmeye çalışması da dikkat çekiyor.

Medyanın tavrı ise, hükümet ya da resmi makamların tavrıyla paralellikler arz ediyor. Malatya’daki saldırı basında ilk başlarda neredeyse hiç yer bulamazken, konu patlama noktasına geldiğinde de “davulcu kavgasına” indirgenerek geçiştirildi. Ayazağa’da yaşananlar da, benzer biçimde, “kızlara laf atıldı” iddiasıyla mahalle kavgasına indirgenmek istendi.

Türkiye linç girişimlerine yabancı değil
Türkiye’nin tarihinde linç girişimlerinin hayli eski bir geçmişi var. 31 Mart ayaklanması, 6-7 Eylül olayları, Tan matbaası baskını, Kanlı Pazar, Maraş ve Çorum olayları, Sivas katliamı gibi gerici ve faşist toplu saldırılar herkesin hatırladığı tarihsel örnekler. Fakat Türkiye’de linç girişimlerinin ve toplu saldırganlığın tarihsel bir örnek olarak kaldığını söylemek mümkün değil. Son yıllarda birçok defa tekrarlanan ve her seferinde benzeri müdahalelerle üzeri örtülen güncel bir sorun olarak karşımızda duruyor.

Sadece son birkaç yılda, Aydın’da, Trabzon’da, Kütahya’da, Bursa’da, Hatay’da, Tokat’ta, Çanakkale’de, Antalya’da, Sakarya’da, Mersin’de, Ayvalık’ta Kürt işçilere Sivas’ta, Muğla’da, Afyon’da, Sakarya’da, Antalya’da, İzmir Tire’de ve İstanbul Bağcılar’da da Kürt öğrencilere yönelik saldırı haberleri ilk akla gelenler.

Yine son yıllarda Alevi yurttaşlara yönelik saldırılar ve tehditkar tacizler arasında, zorunlu din derslerini protesto eden topluluğa Ankara’da, Sivas Katliamı'nda öldürülenlerin anıldığı etkinlik sırasında Gebze’de düzenlenen saldırılar Adıyaman’da, Erzincan’da, Tarsus’ta ve Didim’de Alevilerin evlerini işaretlemek suretiyle yapılan tacizler sayılabilir.

Durum bu kadar açık ve yaygınken, yurttaşlarının güvenliğini sağlamakla görevli olan güvenlik güçlerinin ve resmi makamların bu olaylar hiç olmamış gibi davrandığı da artık bilinen bir gerçek.

İmam böyle olursa...
Kimi olaylarda açıkça hayata geçirildiğini bildiğimiz “resmen” saldırtma örneklerinin dışında, özellikle AKP hükümeti iktidarı boyunca, saldırılara zemin olacak ve saldırganlara cesaret verecek bir politika izlendiği söylenebilir. Bunu sağlamak için ise, saldırganlar hakkında işlem yapmamak, yapılırsa göstermelik uygulamalarla geçiştirmek ve kamuoyu önünde saldırıları meşrulaştıracak açıklamalar yaparak bir dahaki saldırının da gerekçelerini servis etmek gibi yöntemler kullanılıyor.

Örneğin Adıyaman’da 45 Alevi ailesinin evinin işaretlenmesi olayı gündeme geldiğinde, başbakan Erdoğan olayı inkar etmeyi tercih ederek, iddiayı “kıvırcık yalan” olarak nitelemişti.

Ayrıca Adıyaman’da tacizi gerçekleştirenler yerine, mağdur oldukları için suç duyurusunda bulunan ailelere suçlu muamelesi yapılması, yazıyı kendileri yazmış olabilirler iddiasıyla aile fertlerinden yazı örnekleri alınması gibi örneklerle de, hakkını aramak isteyenlere yönelik açık bir tehdit de sergilenmiş oluyor.

Sivas Katliamı sanıklarının tahliyelerini “hayırlı olsun” sözleriyle karşılayan Erdoğan, yine katliamı gerçekleştiren gericilere benzer bir mesaj iletiyordu. Geçtiğimiz ay tahliye edilen 7 TİP’li gencin katillerinin ardından “adalet yerini buldu” açıklamaları yapan AKP’nin, yine faşist-gerici saldırganlara göz kırptığını ve güvence verdiğini söylemek mümkün.

Başbakanın tarzının diğer devlet görevlilerine yansıması ise kaçınılmaz olarak ortaya kabul edilemez açıklamalar ve tutumlar çıkarıyor. Buna örnek olarak, Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından Celalettin Cerrah’ın “milliyetçi duygularla yapmış” sözleri ve kolluk güçlerinin katil Ogün Samast’la Türk bayrağı önünde fotoğraf çektirmelerini hatırlatmak yeterli.

Fakat AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın bu tavırları bu tip olayların ardından sergilediği tutumlarla sınırlı değil. Bu günlerde yeniden hatırlanan bir örnek, “biliyorsunuz Kılıçdaroğlu Alevidir” sözleriyle miting alanında toplanan kalabalığa Aleviliği yuhalatmasıydı.

YGS’de sınav sorularının bir takım kişilerce önceden bilindiği ortaya çıktığında, on binlerce lise öğrencisi haklarını aramak için Türkiye’nin her yerinde eylemler düzenlemiş ve hükümete protestoda bulunmuştu. Başbakan bu eylemlere yönelik, “istesek biz de karşılarına on bin genç çıkarırız” sözleriyle, eyleme katılan gençleri hem hedef göstermiş hem de tehdit etmişti. Ayrıca konuyu araştıran gazeteci Abbas Güçlü’ye tehditler savuran Erdoğan, “bedelini çok ağır ödeyecek” demişti.

TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in şarkıcı Rojin’e “aşüfte kadın” şeklinde küfür etmesi üzerine, Şahin’i görevinden almayarak personelinin arkasında duran hükümet, polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş hakkında da bizzat başbakanın ağzından, "o kadın, kız mıdır kadın mıdır?" sözleriyle hakaretlerde bulunuyordu.

Kürtlere yönelik zerdüştlük, sünnetsizlik gibi iddialar da AKP hükümetinin bakanlarının ve milletvekillerinin bir aralar en favori konularıydı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kendisine Ermeni denmesi üzerine hakaret davası açması da, Ermeniliği bir hakaret olarak gördüğünün kanıtı olarak hafızalarda yer aldı.

Hükümetin ve medyanın can simidi “münferit vakalar”
Bu tür olaylar karşısında, Türkiye’de her dönem geçerli olan ve her hükümet tarafından kullanılan açıklama, yaşananların “münferit vaka” olduğu, dolayısıyla büyütülmemesi gerektiği açıklaması. Yaşanan birçok toplumsal olayda, yaşananların “müferit vaka” olduğunu söyleyerek geçiştirmek ve olayların üzerine örtmek, AKP hükümetinin de en çok kullandığı yöntemlerden biri.

“Yanlış anlama olmuş”, “çocuklar oyun oynamak için evleri işaretlemiş”, “kavga kantinde sıra beklerken öne geçmeye çalışmaktan çıkmış”, “gerginlik minibüs hatları için ihaleden doğmuş” gibi açıklamalar, yaşananların ardında yatan gerici ve faşist saldırganlığın gizlenmesine, üstelik saldırıya uğrayanların kimliğinin saklanmasına hizmet eden bir açıklama üslubu haline dönüşmüş durumda. Bu sayede, hükümet, yaşananlarla kendi politikaları arasındaki bağlantıyı koparmış, bir takım bireysel tutumları öne çıkararak da kendi sorumluluğunu üzerinden atmış oluyor.

Medyanın bir kısmının ise, bu çabasında hükümete koşulsuz ve sınırsız destek verdiğini söylemek mümkün. Linç girişimlerinin nedenlerini araştırması beklenen medya, hükümetin ve polisin servis ettiği açıklamaları tekrarlamayı tercih ediyor. Gazetecilik mesleğini hakkıyla yerine getirmeye çalışanlar ise, en hafifi işten atılmak olan çeşitli cezalandırma uygulamalarıyla karşı karşıya kalıyorlar.

Bir tür “polis bülteni” olarak yayın yapan medya kuruluşlarının yanı sıra, doğrudan hedef gösteren ve saldırılar için işaret veren provokatif yayınlar yapan medya kuruluşları da bulunuyor.

En son yaşanan Malatya ve Ayazağa olaylarında da, medya hükümetin açıklamalarını tekrarlama yolunu seçti. Sürgü’de toplanan gerici-faşist topluluk Alevi ailesinin evini taşlarken ve kurşunlarken, ana akım medyada tek bir haber yayınlanmadı. Uzun bir süre bağımsız basın organları ve sosyal paylaşım kanalları üzerinden duyurulan olaylar, ancak ikinci günün sonunda medyada yer bulabildi. Haber olarak verilen ise, olayın davulcuyla ev sakinleri arasındaki sürtüşmeden çıktığı, işin içinde Alevilere yönelik bir saldırının bulunmadığı ve sorunun çözülerek taraflar arasındaki gerginliğin sona erdiği yönünde oldu. Tıpkı hükümet gibi medya da, “Sürgü Alevilere mezar olacak” sözlerinin bir mezhep çatışmasının değil, kişisel sürtüşmenin ifadesi olduğunu söylemeyi tercih etti.

Ayazağa’da yaşananlarda da aynı refleksi gösteren medya, tekbir getiren ve İstiklal Marşı'yla işçilerin üzerine yürüyenlerin görüntüleri her yanda izlenebilirken, olayın “kız meselesi”nden ibaret olduğu konusunda ısrarlı bir yayın sürdürdü. Kürt işçilerin mahallede sarkıntılıkta bulunduğu, bunun üzerine mahalle sakinlerinin tepki göstermek için toplandıklarını ve olayların bir anda kavgaya dönüştüğünü açıklayan medya, elbette, “kız meselesi” ile İstiklal Marşı ya da tekbir sesleri arasındaki ilişkiyi açıklamak gereğini de duymadı.

Tüm bu yaşananlar, ülkede her an patlak verebilecek yeni linç girişimlerinin ve gerici-faşist saldırıların çok uzak bir ihtimal olmadığını gösteriyor. Özellikle hükümet ve resmi makamların hedef gösterdiği, tehdit ettiği, saldırı için bahaneler ürettiği ve saldırganları cesaretlendirdiği bir ülkede, şimdiye kadar yaşananların tekrarlanmayacağını düşünmenin ise bir gerekçesi bulunmuyor. Tüm olaylarda saldırıya uğrayanların Kürtler, Aleviler ve solcular olmasının nedeni de, AKP'nin kurallarına direnç gösterebilecek kesimlerin terbiye edilmeye çalışılması ile açıklanabilir.

(soL - Haber Merkezi)