Adnan Menderes 'masum' muydu?

27 Mayıs'ın 50. yıl dönümünde bir kez daha demokrasi masalları anlatılacak, darbeler lanetlenecek, DP iktidarının ve Adnan Menderes'in sadece "düzen içi suçları"ndan bahis açılacak. Peki ya demokrasi efsanesinin başlangıcı ilan edilen DP iktidarının ve Menderes'in halka karşı işlediği suçlar ne olacak?

Türkiye tarihinin 1950-60 arasını kapsayan zaman dilimine damgasını vurmuş olan Demokrat Parti (DP) iktidarının sona erdirildiği 27 Mayıs 1960 darbesinin 50. yıl dönümü, bu yıl da gerici ve liberallerin "darbe karşıtlığı" görüntüsünde çeşitli gösterilerine sahne oluyor.

Sola "geçerken" alan açan 27 Mayıs'ın, dönemin başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idamıyla sonuçlanan sağ cenahtaki serüveninin bugüne yansımasında ise, iktidardan uzaklaştırılmalarının ardından sadece "düzen içi suçlar"dan yargılanan bu isimleri "demokrasi şehidi" ilan eden ve yine "düzen" içinde kalan tepkilerin öne çıktığı gözleniyor.

27 Mayıs tartışmalarının en fazla yoğunlaştığı alanlardan biri de doğal olarak, Adnan Menderes ve diğerlerinin "masum" olup olmadığında düğümleniyor. Mendereslerin yargılanmalarına konu olan düzen içi suçlar gündeme getirilirken halka yönelik suçlarından hiç bahsedilmeyişi, bununla bağlantılı olarak da, DP iktidarının CHP ve ordu nezdindeki durumu masaya yatırılırken halk nezdindeki durumuna değinilmeyişi ise tartışmalarda en çok dikkat çeken noktaları oluşturuyor.

DP "demokrasi"si ve 27 Mayıs
AKP de dahil olmak üzere, DP'nin siyasi geleneğini ve 27 Mayıs sonrasında yargılanarak idam edilen Adnan Menderes'i sahiplenen sağcı hükümetlerin, "27 Mayıs ile birlikte gelişmekte olan demokrasinin sekteye uğratıldığı" yönündeki iddiaları ise, baskıcı, gerici ve halk düşmanı DP iktidarının aklanmasını da beraberinde getirdi.

Oysa, seçimle iktidara gelişi sırasında halktan aldığı desteğin neredeyse efsaneleştirilip tarihin orada durdurulmaya çalışıldığı DP döneminde, "demokrasi"nin hızla halk karşıtı baskıcı bir iktidara dönüşmesine tanık olunmuştu. Yine de, DP, kuruluşundan sonra kendi sınıfsal tabanı sayılamayacak emekçi sınıflar ve aydınlardan destek görmesine rağmen, aynı toplumsal kesimlerce on yıllık DP iktidarı döneminin ikinci yarısında yükseltilmeye başlayan muhalefetin görmezden gelindiği bir tarih yazımına soyunuldu.

Türkiye kapitalizminin ekonomi, siyaset bölmelerinde, kurumlara ve toplumsal sınıflara yayılan ciddi bir krize doğru ilerlediği 1950'li yıllar, önce yüksek bir oy desteğiyle iktidara gelen DP'nin de yükseliş ve düşüşüne tanıklık etti. Sonuç, krizin ortaya çıkışında pay sahibi olmakla birlikte kontrol altına almada başarısız olan DP hükümetinin tasfiyesini getiren 27 Mayıs 1960 darbesi oldu.

Türkiye'nin 50. yaşına giren bu ilk darbesi, izleyen yıllarda gündeme gelenlerin aksine, siyasi iktidarı elinde bulunduran ve sömürü mekanizmalarını ağırlaştıran, ülkenin dışa bağımlılığına kapı aralayan, baskıcı ve gerici DP iktidarına karşı toplumda biriken ilerici tepkileri arkasına almıştı. Bu yüzden de, yine izleyen darbelerin aksine, ilerici ve solcu kesimlerin ayrı bir mücadele alanı açabilmelerini olanaklı kıldı.

Menderes ve diğerleri
1950-1960 yılları arasında Başbakanlık yapan Adnan Menderes, 27 Mayıs'ın ardından, Milli Birlik Komitesi tarafından kurulmuş olan Yüksek Adalet Divanı'nda yargılandı ve hakkında açılan 13 davanın 12'sinden suçlu bulunarak 17 Eylül 1961 tarihinde "Anayasa'yı ihlal" ettiği gerekçesiyle idam edildi.

Örneğin, Türkiye'deki siyasi tartışmalarda hiç eksik olmayan "örtülü ödenek"ten zimmetine para geçirme, Adnan Menderes'in Yassıada'daki yargılamalarda mahkum edilmesine neden olan "düzen içi suç"larından sadece birisiydi. "Cımbız Davası" olarak da adlandırılan yargılamada, Menderes bu suçtan 11 yıl 8 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı.

TBMM'de 1990 yılında çıkarılan bir yasayla, Menderes ve onunla beraber mahkum edilenlerin itibarları iade edildi.

"İtibar"ın iade edildiği suçlamalar hep "düzen içi" idi. Menderes ve diğerlerinin hanelerinde, yine "düzen içi"nde aklandıkları bu suçlardan başkaları da vardı.

Türkiye NATO'ya üye yapıldı
Türkiye'nin yürürlükteki yasalarına ve uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen, Soğuk Savaş'ın hüküm sürdüğü dönemde ABD'nin yanında yer alındığını kanıtlamak için, yüzlerce gencin ABD'li generallerin emrinde Kore Savaşı'nda ölüme gönderilmesi ve bunun ertesinde Türkiye'nin NATO’ya girmesi, DP iktidarının suçuydu.

Menderes hükümeti, 1950 yılında, Türkiye'nin Kore Savaşı'nda Birleşmiş Milletler kuvvetlerine Türk Tugayı ile katılmasına karar vererek çok tartışılan bir karara imza attı. Sonuç, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya tam üye olarak kabul edilmesi oldu.

Kore'ye asker gönderme meselesi, Menderes hükümeti ve üst düzey askeri yetkililerin bir araya geldiği 5 Temmuz 1950 tarihli toplantıda karara bağlandı. Bu kararın alınmasında büyük etkisi olan Menderes'in, dönemin Dışişleri Bakanı Mehmet Fuat Köprülü ile bir konuşmasında şu ifadeleri kullandığı bilinmektedir:

"Ortak güvenlik ruhunu yürütmek ve itibarımızı yükseltmek bakımından bu (Kore savaşı), bizim hesabımıza yaman bir fırsattır. NATO'ya kabul edilmemize de köprü olabilir. İngiltere ve diğer milletler bunu baştan savma karşılarlar ve suya düşerlerse, fırsat bizim için de, hür dünya için de elden gider. İşte bu yüzden herkesten evvel çağrıya olumlu cevap vermek ve diğer milletleri olmuş bitmiş bir durum karşısında bırakmak istiyoruz. Fakat işin içinde Türk askerinin davası olması dolayısıyla Meclis kararı almaya kalkışırsak, iş uzar, dedikodunun sonu gelmez. Bir saat bile kaybetmeden, sorumluluğu üzerimize alarak karar vermek, kararı Birleşmiş Milletler'e ve Amerika'ya bildirmek zorundayız…"

NATO üyeliği, "barış ve komünizmle mücadele"yi gerektiriyor
Yine 1952 yılında, NATO'nun isteği üzerine komünizme karşı gayri-nizami harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla Özel Harp Dairesi kuruldu. DP iktidarı, içeride de sola ve ilericilere karşı terör estirmeye başladı.

Yüksek bir oy oranıyla iktidara gelişinin ilk yılında art arda gerçekleşen bu olaylar, DP'nin demokrasiye katkılarının değil, halka karşı işlenecek daha nice suçun habercisi oldu.

21 Mayıs 1950'de Behice Boran, Adnan Cemgil, Nevzad Özmeriç, Vahdeddin Barut, Osman Faruk Toprakoğlu, Turgut Pura, Affan Kırımlı, Reşad Seviçsoy, Muvakkar Güran tarafından kurulan Türk Barışseverler Cemiyeti, DP hükmetinin Kore'ye asker gönderilmesi kararını protesto ettiği için kapatıldı, tutuklanan yöneticileri hakkında 15 ay hapis kararı alındı.

DP iktidarının ilk yılları: '51 Tevkifatı
DP iktidarının yine ilk yılında, sola yönelik ciddi bir saldırıya girişildi.

1951'de başladığı için "'51 Tevkifatı" olarak bilinen, dönemin TKP'sine yönelik büyük tutuklama dalgası 1952 yılında da sürdü. Zeki Baştımar, Şefik Hüsnü Değmer, Mihri Belli, Sevim Belli, Enver Gökçe, Mübeccel Kıray, Arif Damar, Ruhi Su, Orhan Suda, İlhan Başgöz, Ulvi Uraz, Yılmaz Çolpan, Nejat Özon, Şükran Kurdakul, Behice Boran ve Aclan Sayılgan gibi isimlerin de yer aldığı toplam 187 kişinin tutuklandığı dava, Ankara Askeri Mahkemesi'nde görüldü.

Türk Ceza Kanunu'nun ünlü 141 ve 142'nci maddelerinde yapılan ağırlaştırıcı değişiklikler de DP iktidarının eseriydi.

Nâzım Hikmet vatandaşlıktan çıkarılıyor
AKP'nin Türkiye'nin yakın tarihine dair müdahalelerinde, siyasi geleneğinin sahiplenicisi olduğunu ilan ettiği DP'nin özel bir yeri oldu.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada, "solun fetiş haline getirdiği Nâzım Hikmet, İsmet İnönü'nün işbaşında olduğu dönemi hapiste geçirmiştir. Menderes'in affıyla dışarı çıkmıştır" dedi. Günay, DP hükümetinin Nâzım Hikmet'i vatandaşlıktan çıkarttığını ise "unuttu".

1950 yılının Ekim ayında Kore'ye ilk askerlerin gönderilmesinin ardından yazdığı ünlü "23 Sentlik Asker" şiiriyle DP hükümetine muhalefetini sürdüren Nâzım Hikmet, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes'in imzasıyla Resmi Gazete'de yayımlanan 13401 sayılı ve 25 Temmuz 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlıktan çıkarılmıştı.

Kararda, "pasaportsuz olarak İstanbul'dan Romanya'ya kaçan ve oradan da Moskova'ya giderek havaalanında memleketi aleyhinde beyanatta bulunduğu ve müteakiben radyo yayınlarında Türkiye'nin hükümet şekli ve hükümeti idare edenler aleyhinde geniş propaganda kampanyasına girişerek, komünizmi yaymak maksadını güden neşriyatiyle Sovyet Hükümeti'nin verdiği hizmeti ifa etmekte olan maruf komünist Nâzım Hikmet Ran'ın kendisine bu hizmeti terk etmesi hususunda yapılacak tebligatın da bir fayda vermeyeceği mülahaza edildiğinden, Türk Vatandaşlığı'ndan çıkarılması Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştır'' deniliyordu.

DP'nin işçi düşmanlığı
Muhalefette iken iktidara geldiğinde sendikalara grev ve toplu sözleşme hakkını tanıyacağı vaadinde bulunan DP, emekçi sınıfların desteğini kazanmayı hedeflemişti. Fakat diğer pek çok başlıkta olduğu gibi bu başlıkta da "demokrasi"nin gereğini yerine getirmekten uzak duran DP, 1950 seçimlerinde iktidara gelmesine rağmen, hükümet programında yer verdiği grev ve toplu sözleşme hakkı ile ilgili yasa tasarısını TBMM'ye sunmadığı gibi, 1951'deki hükümet programında greve hiç yer vermedi ve sendikalardan bu yönde gelen taleplere bu kez kendisi baskı uygulamaya başladı. Tüm çalışanlar için sendika kurma özgürlüğü ve grev hakkı, DP'yi iktidardan el çektiren 27 Mayıs'ın ardından hazırlanan 1961 Anayasası ile sağlanmıştı.

6-7 Eylül olayları, DP iktidarının "tertibi"
Tarihe "6-7 Eylül olayları" olarak geçen, 1955 yılında İstanbul ve İzmir'de azınlıklara karşı girişilen milliyetçi saldırılar, Türkiye tarihinin en karanlık ve planlı olaylarından biri oldu. Dönemin Kıbrıs tartışmaları üzerinden Rum vatandaşların hedef gösterildiği fakat sonraki gelişmelerin, asıl amacın İstanbul'daki gayrimüslim sermayenin tasfiye edilmesi olduğunu belgelediği 6-7 Eylül olayları DP iktidarının "tertibi" idi.

Saldırıların başlıca sorumlularından olan "Kıbrıs Türktür Derneği"nin o dönemde ikinci başkanlığını yapan Orhan Birgit, geçtiğimiz yıl bir gazeteye verdiği röportajda, Atatürk'ün Selanik'te doğduğu eve bomba atılması olayının DP hükümetince planlandığını söyledi. Birgit, Kıbrıs sorununun çözümü için toplanan Londra Konferansı'na katılan dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun olayın sorumlularından birisi olduğunu, Atina'da Kıbrıs ile ilgili mitinglerin yapılması ve görüşmelerin çıkmaza girmesi üzerine Zorlu'nun, "o zaman Türkler de bir miting yapsın da, masada kimlerle oturduklarının farkına varsın bunlar" demiş olabileceğini belirtti. Birgit'in, Zorlu'nun masada "biz masada anlaşırız ama toplumu kontrol edemeyiz" demesinin ardından 6-7 Eylül olaylarının başladığı yönündeki ifadesi de DP'nin yaşananlardaki payı hakkında dikkate değer bir değerlendirmeydi.

Tertibin en ilginç yönlerinden biri ise, olayların hemen ardından basında çıkan haberlerde önce, “halkın duygusal tepkisi”, “milli galeyan” gibi ifadelere yer verilirken kısa bir süre içerisinde hiçbir delile dayanmadan “komünistler”in suçlanması oldu. Emniyetteki dosyada adı yer alan elli solcu aydın tutuklandı. Aceleyle hazırlanmış suçlular listesinde çok önceden ölmüş olanlar ve askerliğini yapmakta olanlar da vardı. Aydınlar 5 ay cezaevinde tutulduktan sonra beraat ettiler.

Yabancı sermayeye geçit veriliyor
Ülke içinde, 6-7 Eylül olaylarında evleri ve işyerleri yakılıp yıkılan ve Türkiye'yi terketmek zorunda kalan gayrimüslim yurttaşların geride bıraktığı sermayenin, hızla müslüman iş adamlarına verilmesiyle el değiştirmesi, böylelikle de milli burjuvazi yaratma hedefinde bir aşamanın daha geçilmesine tanıklık edilirken, DP iktidarı bir yandan da yabancı sermayeye geçit verdi.

Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni de ilk kez DP iktidarı döneminde verildi. Aynı zamanda Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası çıkarıldı.

(soL-Ayşe Özgül)