Zbigniew Brzezinski: Yeni bir global eksene doğru

Gelecek yirmi yıl geleneksel ve bilindik politik yanyana gelişlerin gayet son aşaması olabileceğinden dolayı buna üretilecek karşılığın şimdiden şekillendirilmesi gerekiyor. Bulunduğumuz yüzyılın devamı boyunca insanlık ayrıca çevresel zorluklar kavşağında giderek artan biçimde hayatta kalma mücadelesiyle meşgul olmak zorunda kalacak.

Çeviri: Selçuk Işık

Editörün notu: Ünlü ABD dış politika danışmanlarından Zbigniew Brzezinski'nin bu makalesi, Francis Fukuyama ve arkadaşlarının çıkarttığı The American Interest dergisinde yayımlandı. Makaleyi okuyan soL okurları, Brzezinski'nin Afganistan'da Sovyet Birliği'ne karşı "mücahidleri" örgütleyen kişi olduğunu unutmamalıdır. Yazarın, Avrupa sömürgeciliği ile SSCB/Rusya'yı katliamlarla suçlarken Birleşik Devletler'in dünyadaki kötücül rolünü gizlemesi gözlerden kaçmamalıdır. Brzezinski ayrıca meşhur "Büyük Satranç Tahtası" isimli kitabın da yazarıdır. Uluslararası ilişkiler disiplininde "realist" okulun bir takipçisi olarak bilinen yazar, ABD'nin artık başat emperyalist güç olmadığını savunarak, buna uygun bir küresel düzen önerisi getiriyor. Çin'in nihai olarak ABD'yle rekabet edeceğini düşünen Brzezinski, ABD'nin Ortadoğu'daki kaostan yararlanarak yeni bir küresel uyuma erişebileceğini iddia ediyor.


Siyasal gücün dünya genelinde yeniden bölüşümüne ilişkin beş temel gerçeklik ve Ortadoğu’da yaşanan şiddetli politik uyanış yeni bir global eksenin ortaya çıkmasının yakın olduğuna işaret ediyor.

Birleşik Devletler siyasal, ekonomik ve askeri açılardan halen dünyanın en güçlü oluşumu olmasına karşın bölgesel dengelerdeki verili karmaşık jeopolitik geçişler ile birlikte global olarak emperyal bir güç olmaktan çıkmış olması bu gerçekliklerin ilkidir. Diğer büyük güçler için de bu geçerlidir.

Rusya’nın kendi emperyal dejenerasyonunun son sarsıcı aşamasını deneyimliyor olması ikinci gerçekliktir. Rusya’nın (eğer akıllıca davranırsa) kaçınılmaz şekilde önde gelen Avrupalı bir ulus devletine dönüşmesine engel olunmayacak sancılı bir süreç bu. Bununla beraber, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Gürcistan’ın (Baltık Devletleri’ne değinmeye gerek bile yok) yanısıra bugünlerde Müslüman güneybatıda bir zamanların büyük imparatorluğuna tâbi olan birtakım eski öznelerin arasını anlamsızca açmakla meşgul.

Üçüncü gerçeklik, Amerika’nın nihai olarak en büyük muhtemel rakibi olacak olan Çin’in, son zamanlarda yavaşlama gösterse de, istikrarlı bir şekilde yükselişte olmasıdır; ancak şimdilik Amerika’ya doğrudan bir tehdit oluşturmak konusunda dikkatli hareket ediyor. Görünüşe bakılırsa askeri açıdan bir yandan halen çok sınırlı olan deniz gücünü sabırla arttırırken silah üretiminde de yeni bir atılım peşinde.

Avrupa’nın global bir güç haline gelmesinin şu an için olası görünmemesi dördüncü gerçekliktir. Ancak dünyanın refahına ve hatta insanlığın bekasına dönük uluslararası tehditler konusunda yapıcı bir rol oynayabilir. Üstelik Avrupa, siyaseten ve kültürel olarak ABD’nin Ortadoğu’daki temel çıkarlarına uyum sağlamış bir destekçisidir ve Avrupa’nın NATO’da Rusya-Ukrayna krizinin nihai yapıcı çözümü konusunda gösterdiği çaba vazgeçilemezdir.

Beşinci gerçeklik ise sömürgecilik sonrası Müslümanlar içerisinde bugünlerde yaşanan şiddetli politik uyanışın bilhassa Avrupalı güçlerce zaman zaman maruz bırakıldıkları acımasız zulüme karşı gecikmiş bir tepki olmasıdır. Dış dünya karşısında çok sayıda Müslümanı birleştiren dinsel bir motivasyonla beraber gecikmiş ancak derinden duyumsanan adaletsizlik hissinin fitili ateşleniyor; fakat yine de Batı ile hiçbir ilgisi olmayan İslam içerisindeki tarihsel mezhepçi hizipler sayesinde son dönemde yaşanan tarihsel ihtilaflar da ayrıca  İslam içerisinde ayrıştırıcı bir yer tutuyor.

Bütünsel bir çerçevede ele alındığında, bu beş gerçeklik, Birleşik Devletler’in Müslüman dünyasının içerisinde patlak veren ve arasıra o dünyanın ötesine yöneltilen (ve ileride, adına Üçüncü Dünya denilen başka taraflardan da yöneltilecek olan) şiddetin dünya düzenini yok etmeden zaptedilebilmesi yoluyla global güç mimarisinin yeniden düzenlenmesine önderlik etmesi gerektiğini gösteriyor bizlere. Söz konusu beş  gerçekliğin her birinin üzerinde kısaca durarak bu yeni mimariyi kabaca açıklayabiliriz.

Birincisi; değişken ölçülerde Rusya ve Çin’i de içine alan bir koalisyonu şekillendirdiği takdirde yalnızca Amerika Ortadoğu’daki mevcut şiddetle başedebilir. Böylesi bir koalisyonun şekillenmesi için ilk önce Rusya komşularına karşı (başta Ukrayna, Gürcistan ve Baltık Devletleri olmak üzere) tek taraflı güç kullanımından vazgeçirilmeli ve Çin, Ortadoğu’da yükselmekte olan bölgesel kriz karşısındaki bencil edilgenliğinin siyasal ve ekonomik olarak global arenadaki ihtiraslarının önünü açacağı düşüncesinden kurtarılmalı. Bu basiretsiz politik dürtülerin daha ileri görüşlü bir vizyona kanalize edilmeye ihtiyacı var.

İkincisi; Rusya tarihinde ilk defa tam bir ulus devlete dönüşüyor, ki bu genellikle gözardı edilen mühim bir gelişmedir. Çarlık Rusyası, çok uluslu ancak büyük ölçüde siyaseten pasif nüfusuyla I. Dünya Savaşı'yla son buldu ve ulusal cumhuriyetlerin (SSCB) sözde gönüllü birliğinin gücü elinde tutan Ruslar aracılığıyla Bolşevikleştirilmesi süreci başladı. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılı sonunda çökmesi onun halefi olarak aniden baskın bir Rus devletinin ortaya çıkmasına ve Sovyetler Birliği’nin eski Rus olmayan “cumhuriyetlerinin” resmen bağımsız devletlere dönüşmesine yol açtı. Bu devletler şu anda bağımsızlıklarını pekiştiriyor ve gerek Batı gerekse de Çin (farklı alanlarda ve farklı yollarla) yeni gerçekliği Rusya’nın aleyhine kullanıyor. Bir yandan da, Rusya’nın kendi geleceği birleştirici bir Avrupa’nın parçası olarak büyük ve etkili bir ulus-devlet haline gelme kabiliyetine bağlı. Rusya’nın bunu yapmaması, gücü arttıkça geçmişte Moskova tarafından Pekin’e dayatılan “haksız” antlaşmaların geri çağrılması eğiliminde olan Çin’in giderek artan bölgesel-demografik baskısına  direnme yeteneği üzerinde çarpıcı biçimde olumsuz sonuçları olabilir.

Üçüncüsü; Çin’in dikkate değer ekonomik başarısı sürekli bir sabır ve siyaseten acele davranmanın ülkeyi toplumsal israfa götüreceği konusunda bilinçlenmeyi gerektiriyor. Yakın gelecekte Çin için en uygun politik görünüm Ortadoğu’dan yayılmakta olan (kuzeydoğu da dahil olmak üzere) global kaosun zaptedilmesinde Amerika’nın asıl ortağı olmaktır. Zaptedilmediği takdirde, kaos Rusya’nın güney ve doğu bölgelerine, Çin’in ise batı taraflarına bulaşacaktır.Orta Asya’nın yeni cumhuriyetleri, Güneybatı Asya’da Britanya sonrası Müslüman devletleri (Pakistan başta olmak üzere) ve özellikle İran ile kurduğu yakın ilişki Çin’in bölgesel jeopolitik uzamının asli hedefidir. Ancak bunlar aynı zamanda global Sino-Amerikan uyumunun da hedefleri haline gelmeli.

Dördüncüsü; yerel silahlı askeri oluşumlar bir yandan aşırı şiddeti kışkırtırken diğer taraftan bölgesel yeni bir uyumdan fayda sağlayacaklarına güvenebildikleri sürece Ortadoğu’ya orta halli istikrar geri gelmeyecektir. Vahşi bir tarzda hareket etme yetenekleri ancak ABD-Rusya-Çin işbirliğinden türetilen etkili (ama aynı zamanda seçici) bir baskı ile zaptedilebilir, bu da bölgenin daha yerleşik devletlerinin (yani İran, Türkiye, İsrail ve Mısır’ın) güçlerini duyarlı biçimde kullanacaklarına dair umudu yükseltir. Normal şartlar altında Suudi Arabistan bu listenin önemli bir aktörü olurdu ancak Suudi hükümetinin Vahabi fanatizmini halen besleyen mevcut eğilimi, bir taraftan yerelde hevesli modernleşme çabalarına girişse de, Suudi Arabistan’ın bölgesel olarak yapıcı bir rol üstlenmeye yeteneğine ilişkin vahim şüpheleri arttırıyor.

Beşincisi; Batılı olmayan dünyanın siyaseten yeni canlanmış kitleleri özel olarak dikkat edilmeyi gerektiriyor. Uzun zamandır bastırılan politik anılar Ortadoğu’da İslamcı aşırılıkçılar tarafından harekete geçirilen ani ve fazlasıyla patlamaya hazır uyanışı kısmen körüklüyor; ancak bugün Ortadoğu’da olan şey Afrika’ya, Asya’ya ve hatta Batı Yarım Küre’nin sömürgecilik öncesi halkları arasına dahi yıllar içerisinde sıçrayacak daha genişçe bir görüngünün yalnızca başlangıcı olabilir.

Çoğunlukla sömürgeciler ve zenginlik peşindeki batılı Avrupalılar (bugünlerde, halen çekinerek de olsa, farklı ırktan gelen birçok insanın birarada yaşamasına açık olan ülkeler) tarafından çok da uzak olmayan atalarının maruz bırakıldıkları periyodik katliamlar iki ya da daha fazla yüzyıl içerisinde II. Dünya Savaşı’ndaki Nazilerin işledikleri suçlarla kıyaslanabilecek bir ölçekte sömürgeleştirilmiş halkların kıyımıyla sonuçlandı; tam olarak yüzbinlerce ve hatta milyonlarca kurban. Geç ortaya çıkan zorbalığın ve acının büyüttüğü politik benlik davası yalnızca Müslüman Ortadoğu’da değil çok muhtemelen ötesinde de şimdilerde su yüzüne çıkmakta olan, intikama aç, güçlü bir silahtır.

Olayların çoğu kusursuz olarak saptanamamakla beraber, birlikte ele alındığında sersemleticidir. Yalnızca birkaç örnek kafi gelecektir. 16. Yüzyılda İspanyol kaşiflerce taşınan hastalıklar sebebiyle bugünkü Meksika’da yer alan Aztek İmparatorluğu’nun yerli nüfusu 25 milyondan yaklaşık 1 milyon kadar düştü. Benzer şekilde, Kuzey Amerika’da yerli nüfusun tahminen yüzde 90’ı, ağırlıklı olarak hastalıklar yüzünden, Avrupalı göçmenlerle temas kurdukları ilk beş yıl içerisinde  öldü. 19. yüzyılda yaşanan muhtelif savaşlar ve zorla yapılan yeniden iskanlar 100.000 kişinin daha ölümüne sebep oldu. Hindistan’da 1857 ile 1867 arasında  İngilizler’in, 1857’de yaşanan Hindistan İsyanı’na misilleme olarak bir milyona yakın sivilin ölümüne sebep olduğundan şüphelenilmektedir. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin afyon yetiştirmek için Hindistan tarımını kullanarak sonrasında Çin’e yetiştirdikleri afyonu zorla sokmak istemeleri, Çinliler’in Birinci ve İkinci Afyon Savaşları’nda doğrudan uğrattıkları  kayıplar hariç, milyonlarca vakitsiz ölümle sonuçlandı. Belçika Kralı II. Leopold’un bireysel tekeline dönüştürdüğü Kongo’da 1890-1910 yılları arasında 10-15 milyon insan hayatını kaybetti. Vietnam’da, son araştırmaların ortaya koyduğu üzere, 1955 ile 1975 yılları arasında bir ile üç milyon arasında sivil hayatını kaybetti.

Müslüman dünyasına gelince, 1864 ile 1867 arası Rusya Kafkasya’sında yerli Kafkas nüfusunun yüzde 90’ı yerinden edilmiş ve 300.000 ile 1.5 milyon arası insan ölüme terkedilmiş ya da öldürülmüştür. 1916 ile 1918 yılları arasında on binlerce Müslüman öldürülürken 300.000 Türki Müslüman Orta Asya’nın dağlarına ve Çin’in içlerine doğru sürüldü. Endonezya’da 1835 ile 1840 yılları arasında Hollandalı işgalciler tahminen 300.000 sivili öldürdü. Cezayir’de 1830 ile 1845 yılları arasında yaşanan 15 yıllık sivil savaşın ardından Fransız barbarlığı, kıtlık ve hastalık 1,5 milyon Cezayirli’yi, yani nüfusun yaklaşık yarısını öldürdü. Komşu Libya’da, İtalyanlar Sirenayka’lıları (çev. Libya’nın doğusunda bulunan kıyısal bir bölge) toplama kamplarına sürerken tahminen 80.000 ile 500.000 arasında insan 1927 ile 1934 yılları arasında öldü.

Daha yakın zamanda, Afganistan’da 1979 ile 1989 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin bir milyon civarında sivili öldürdüğü tahmin ediliyor; iki on yıl sonra Birleşmiş Devletler 15 yıllık Afganistan savaşı boyunca 26.000 sivil öldürdü. Irak’ta, geçtiğimiz 13 yılda Birleşik Devletler ve müttefikleri tarafından 165.000 sivil öldürüldü. (Avrupalı sömürgecilerle Birleşik Devletler ve müttefiklerinin Irak ve Afganistan’da uğrattığı kayıplara ilişkin bildirilen sayılardaki farklılık teknolojik gelişmelere bağlı olarak gücü daha kusursuz olarak kullanma kabiliyetinden ve kısmen dünyanın normal iklim şartlarındaki kaymadan kaynaklanıyor olabilir) En az bu vahşetin ölçeği kadar şaşırtıcı olansa Batının çabucak bunları unutmasıdır.

Bugünün sömürgecilik sonrası dünyasında yeni bir tarihsel anlatı ortaya çıkıyor. Batıya karşı güdülen derin kin ve Müslüman ve müslüman olmayan ülkelere bırakılan sömürgeci miras onların yoksunluk algılarını meşrulaştırırken kendi haysiyetlerini inkar noktasına getirdi. Sömürge halklarının tutumunu ve deneyimini çok iyi özetleyen yalın bir örnek olarak Senegalli şair David Diop’un “Akbabalar” şiiri gösterilebilir:

O günler,
Hani uygarlığın bizi hiçe saydığı
Akbabalar belirdi pençelerin gölgesinde
Kana bulandı vesayet anıtı...

Müslüman dünyasında ve giderek artan şekilde ötesinde de kabarmakta olan bu hatıralar geçmişin halen bugünü nasıl da etkilediğini gösteriyor ama kesinlikle bu durum bugün Ortadoğu’da vuku bulan şiddetli tutumu haklı çıkarmaz.

Verili durumda, başlarda sınırlı bölgesel bir uyuma dönük uzun ve sancılı bir yol Birleşik Devletler, Rusya, Çin ve ilgili Ortadoğu oluşumları için tek uygulanabilir seçenektir. Birleşik Devletler’in bazı yeni ortaklarla olduğu gibi daha yerleşik ve tarihsel kökenleri itibariyle Müslüman olan devletlerle bölgesel istikrarı daha genişçe bir çerçeveye oturtmak konusunda işbirliği yapma kararlılığına ihtiyacı var. Daha önce bölgede baskın olan Avrupalı müttefiklerimiz halen bu bağlamda yardımcı olabilir.

ABD’nin bölgede izole kalma yanlısı olanlar tarafından tercih edildiği üzere Müslüman dünyasından kapsamlı bir şekilde çekilmesi yeni savaşlara yol açabilir (örneğin İsrail-İran, Suudi Arabistan-İran, Mısır’ın Libya’ya kapsamlı müdahalesi gibi) ve Amerika’nın global anlamda istikrar sağlayıcı rolüne dönük derin bir güvensizlik oluşmasına sebep olabilir. Dünya düzeninin kendisi doğrudan jeopolitik felakete dönmüşken bile böylesi bir gelişmeden Rusya ve Çin farklı ancak çarpıcı biçimde öngörülemeyecek yollarla  jeopolitik fayda sağlayabilir. Son olarak ama önemli noktalardan bir tanesi de; böylesi bir durumda, bölünmüş ve korku dolu bir Avrupa, mevcut üye devletlerinin patronlarına bakındıklarına ve bu üçlü arasında münferit düzenlemeler yapma konusunda birbirleriyle yarışacaklarına şahit olacaktır.

Uzun vadeli bir vizyon eşliğinde yapıcı bir ABD politikası ortaya konmalıdır. Nüfuz sahibi bir dünya gücü olarak yerini yalnızca Avrupa içerisinde bulabileceğine dair Rusya’da (muhtemelen Putin sonrası) tedrici bir kavrayışın geliştirilmesine katkıda bulunacak getiriler amaçlanmalıdır. Ortadoğu’da Çin’in artmakta olan rolü, Ortadoğu kriziyle başetme konusunda büyüyen ABD-ÇHC ortaklığının global istikrarı birlikte arttırma ve şekillendirme yeteneklerinin tarihsel olarak test edilmesi bağlamında Amerika ve Çin’in karşılıklı ilişkilerine yansıması gerekiyor.

Yapıcı bir vizyona alternatif olarak ve özellikle askeri ve ideolojik olarak dayatılan tek taraflı bir sonuç yalnızca uzatmalı ve kendine dönük yıkıcı bir anlamsızlıkla sonuçlanabilir. Amerika açısından bu durum kalıcı bir anlaşmazlığa, yılgınlığa ve hatta muhtemelen 20. yüzyıldaki yalıtık kalma politikasına moral bozucu bir geri çekilişe yol açabilir. Bir hayli revaçta olan Çin üstünlüğüne tâbi olma ihtimalinin artmasıyla Rusya açısından büyük yenilgi anlamına gelebilir. Çin açısından yalnızca Birleşik Devletlerle kalmayıp gerek Japonya gerekse de Hindistan’la ayrı ayrı ya da her ikisiyle savaşa işaret edebilir. Ve her durumda, Ortadoğu’da aşırı ahlakçı fanatizm eşliğinde sürmekte olan etnik, yarı dinsel savaşların kalıcılaşarak ucu açık bir aşamaya geçmesi bölge içinde ve dışında katliamların artmasına ve zulmün heryere yayılmasına yol açar.

Gerçek şu ki; Amerika dünya sahnesine çıkana kadar ciddi anlamda baskın bir global güç hiç var olmamıştı. Emperyal Büyük Britanya bu role aday olduysa da I. Dünya Savaşı ve sonrasında II. Dünya Savaşı yalnızca onu iflasa sürüklemekle kalmadı ayrıca rakip bölgesel güçlerin ortaya çıkmasına yol açtı.

Nihai olarak ortaya çıkan yeni dünya gerçekliği aynı zamanda Amerika’nın en zengin ve askeri olarak en güçlü aktör olarak dünya sahnesinde belirmesi demekti. 20. yüzyılın sonraki bölümünde herhangi başka bir güç ona yaklaşamadı bile.

Bu devir şu anda sona eriyor. Hiçbir devlet yakın gelecekte Amerika’nın ekonomik-finansal üstünlüğüyle boy ölçüşecek gibi görünmese de yeni silah sistemleri bir anda bazı ülkelere ortak bir misilleme ile Birleşik Devletler’e kastedebilecekleri ve hatta üstün gelebilecekleri araçlar verebilir. Spekülatif detaylarına inmeksizin, bazı devletlerin Amerika’ya askeri olarak enine boyuna karşılık verecek şekilde güçlenmesi Amerika’nın global rolünün sonu olarak okunabilir. Sonuç ise büyük olasılıkla global bir kaos olacaktır. Ve işte bu yüzden Birleşik Devletler’in en azından kendi açısından potansiyel tehdit anlamına gelen iki devletten biriyle bölgesel ve devamında da daha kapsamlı olarak global istikrar arayışında ve onu geçmesi en muhtemel potansiyel rakibini zaptetme konusunda ortaklık etmesi gerekiyor. Halihazırda, onu geçmeye en yakın ülke Rusya; ancak uzun vadede bu Çin olabilir.

Gelecek yirmi yıl geleneksel ve bilindik politik yanyana gelişlerin gayet son aşaması olabileceğinden dolayı buna üretilecek karşılığın şimdiden şekillendirilmesi gerekiyor. Bulunduğumuz yüzyılın devamı boyunca insanlık ayrıca çevresel zorluklar kavşağında giderek artan biçimde hayatta kalma mücadelesiyle meşgul olmak zorunda kalacak. Bu zorlukların ancak duyarlı ve etkin bir şekilde uluslararası uyumun arttırıldığı bir ortamda üstesinden gelinebilir. Ayrıca söz konusu uyum yeni bir jeopolitik çerçeve ihtiyacının aciliyetini veri alan stratejik bir vizyona dayalı olmak zorundadır.