Neden komünistim?

İşte bu, şu anda oluyor! Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da, eski Sovyetler Birliği’nin birçok parçasında ve Çin’de daha az değil daha fazla insan komünizmi istiyor. İsteklerini adlı adınca komünizm diye nitelemiyorlar, ancak haykırışlarının içinde komünizmin özü gizli: özgürlük ve dayanışma, tutku, coşku, dünyayı değiştirme cesareti, eşitlik, adalet ve enternasyonalizm.

Çeviri: Ozan Karakaş

Editörün notu: Andre Vltchek onlarca ülkede savaş muhabirliği yapmış bir düşünür, romancı, film yapımcısı ve araştırmacı gazetecidir. Vltchek'in CounterPunch'ta yayımlanan "Why I Am a Communist!" başlıklı makalesi, emperyalizmin tüm dünyayı kana ve katrana bulayan saldırılarına karşı, komünist olmanın ve onun sorumluluğunun ne anlama geldiğini çok yalın bir şekilde özetliyor. Vltchek, Eduardo Galeano'dan alıntıyla, "Yakında zamanı gelecek ve insanlık eski flamalarını tekrar yükseltecek!" diyor.


Kübalı yönetmen Tomas Gutierrez Alea’nın 1976 tarihli muhteşem filmi Son Akşam Yemeği’ni (La Ultima Cena) izleyen herkesin yüzüne tam anlamıyla ekrandan fırlayıp çarpan birkaç temel mesaj vardır.

En sert olanı şudur: Bütün bir insan grubunu veya ırkını köleleştirmek imkansızdır; en azından sonsuza dek. Emperyalizm, ırkçılık ya da dinci terör ne kadar vahşice, ne kadar ısrarla çabalarsa çabalasın özgürlüğe, gerçek hürriyete duyulan arzunun kırılması imkansızdır.

İkinci ve eşit derecede önemli olan mesaj ise beyazların ve Hıristiyanların (ama en çok da beyaz Hıristiyanların) yüzyıllardır tüm dünyada bir vahşi hayvanlar ve soykırım meraklısı akıl hastaları sürüsü gibi hareket etmekte olduğudur.

2016 Nisanı’nın sonlarında, beni Paris’ten Havana’ya götürmekte olan Cubana de Aviacion uçağındayken yine dayanamadım ve bilgisayarımı açıp en az onuncu kez La Ultima Cena’yı izlemeye başladım.

Ekranımda Gutierrez, masamın üzerinde Granma Internacional (Fidel, “Che” ve diğer devrimcileri Küba’ya getirerek devrimi tetikleyen teknenin isminin verildiği Küba resmî gazetesi) ve bir bardak saf, katışıksız romla evimde, güvende ve müteşekkir biçimde mutlulukla dolu olduğumu hissediyordum. Paris’teki bunaltıcı birkaç günün ardından o gri, gittikçe daha da kasvetlenen, baskılayıcı ve kendini beğenmiş Avrupa’yı nihayet geride bırakıyordum.

Latin Amerika beni bekliyordu. Batı tarafından düzenlenen korkunç saldırılarla karşı karşıyaydı. Geleceği bir kez daha belirsizliğe bürünmüştü. “Bizim devletlerimiz” kanıyordu, bazıları çöküyordu. Arjantin’deki dehşet verici aşırı sağcı Mauricio Macri hükümeti sosyal devleti paralamakla meşguldü. Brezilya, yozlaşmış sağcı meclis üyelerinin gerçekleştirdiği siyasî darbeden mustaripti. Venezuela’daki Bolivarcı Devrim mücadele ediyor, tam anlamıyla ölüm kalım savaşı veriyordu. Hain gerici güçler hem Ekvador’un hem de Bolivya’nın üzerine gidiyordu.

Benden gelmem istenmişti. Şöyle denmişti: “Latin Amerika’nın size ihtiyacı var. Burada bir ölüm kalım savaşı veriyoruz.” İşte ben de Cubana’ya atlamış, eve, dünyada en çok sevdiğim yere, bir insan ve yazar olarak beni şu anda bulunduğum hale getiren yere gidiyordum.

“Eve” gidiyordum, çünkü bunu istiyordum, ama bu aynı zamanda görevimdi de. Görevlere olan inancımsa öyle güçlüdür ki!

Ne de olsa anarşist değil, Latin Amerika’da “eğitilip” pişmiş bir komünisttim.

***

Fakat, “Ben bir komünistim,” demekle ne söylemiş oluyorum?

Leninist miyim; yoksa maoist veya troçkist mi? Sovyet modelinin mi yoksa Çin modelinin mi taraftarıyım? Dürüst olmak gerekirse hiçbir fikrim yok! Açıkçası bu nüanslar pek fazla umurumda da değil.

Kişisel olarak bana göre gerçek bir komünist emperyalizme, ırkçılığa, “Batı özgücülüğüne”, sömürgeciliğe ve neo-sömürgeciliğe karşı savaşan kişidir; dünyanın her tarafındaki tüm insanlar için eşitliğe ve sosyal adalete inanan kararlı bir enternasyonalisttir.

Kuramsal tartışmaları vakti bol olanlara bırakacağım. Das Kapital’in tamamını ikinci bir kez okumadım bile. Kitap çok uzun bir kere. On altı yaşımdayken bir kez okumuştum, bir kez okumanın da yeterli olduğunu düşünüyorum… Ayrıca bu kitap ne komünizmin tek dayanağı ne de sürekli alıntılanması gereken kutsal bir metin.

Afrika’da, Orta Doğu’da, Asya’da ve Latin Amerika’da gördüklerim, beni Das Kapital’den daha fazla etkiledi. Tüm dünyayı, yaklaşık 160 ülkeyi gezdim; tüm kıtalarda yaşadım. Nereye gidersem gideyim Batı’nın gezegen üzerinde sürüp giden talanının dehşetine tanıklık ettim.

İmparatorluğun, ülkeleri vahşi iç savaşlara zorladığını gördüm; çok uluslu şirketler yağmalarına rahat rahat devam edebilsin diye tetiklenen savaşlar gördüm. Bir zamanlar vakur ve varlıklı olan (en azından varlıklı olma yolunda ilerleyen) ve ardından Batı tarafından yerle bir edilen ülkelerden göçen milyonlarca mülteci gördüm: Kongolu mülteciler, Somalili mülteciler, Libyalı, Suriyeli, Afgan mülteciler… Araf’a benzeyen fabrikalardaki insanlık dışı şartları gördüm; derebeylikle yönetilen köylerin yakınlarında korkunç sömürgehaneler, madenler ve tarlalar gördüm. Tüm nüfusu ortadan kaybolmuş –açlığın, hastalığın ya da her ikisinin de etkisiyle ölmüş– mezralar, bucaklar gördüm.

Aynı zamanda işkence kurbanlarının sarsıcı ifadelerini dinleyerek günler geçirdim. Çocuklarını kaybeden annelerle, kocalarını kaybeden kadınlarla ve eşleriyle kızları gözlerinin önünde tecavüze uğramış erkeklerle konuştum.

Gördüğüm, tanık olduğum şeyler, duyduğum şok edici hikâyeler arttıkça taraf olmaya, daha iyi olacağını düşündüğüm bir dünya için savaşmaya daha da zorunlu hissettim.

Batı tarafından gerçeğe dönüştürülen dehşet öykülerinin yüzlercesinin derlendiği iki kitap yazdım: Exposing Lies Of The Empire (İmparatorluğun Maskesi Düşerken) ve Fighting Against The Western Imperialism (Batı Emperyalizmiyle Savaşmak).

İdeallerine hâlâ sadık olan insanları İmparatorluğun düşmanca resmedişi beni hiç rahatsız etmedi; adaletsizliğe karşı mücadelde her şeyi –ya da neredeyse her şeyi– feda etmeye hazırdım.

Alaya alınmaktan korkmuyorum. Ancak bencilliği hayatımın merkezine yerleştirip en temel insanî değerlerin üzerine koyduğum takdirde yaşamımı boşa harcamaktan dehşete düşüyorum.

Bir yazarın “nötr” ya da apolitik olamayacağını düşünüyorum. Öyleyse de korkağın tekidir; ya da yalancıdır.

Doğal olarak en büyük modern yazarların bir kısmı komünisttir: Jose Saramago, Eduardo Galeano, Pablo Neruda, Mo Yan, Gabriel Garcia Marquez… Bu yazarların tarafında olmak onurdur!

Buna ek olarak başkaları için yaşamanın ve mücadele etmenin kişinin yalnızca kendi çıkarları ve keyfi için yaşamasından çok daha tatmin edici olduğuna inanıyorum.

***

Küba’ya hayranlığımın sebebi, devrimci var oluşunun altmışıncı yılına yaklaştığı bugüne kadar insanlık için yaptıklarıdır. Küba Enternasyonalizmini “kendi komünizmim” olarak görebilirim. Küba’nın hem kalbi hem de cesareti var. Nasıl mücadele edileceğini de, nasıl kucak açılacağını da, nasıl şarkı söylenip dans edileceğini de ideallere nasıl ihanet edilmeyeceğini de çok iyi biliyor.

Küba ideal sosyalist ülke midir? Kusursuz mudur? Hayır, tabii ki değildir. Fakat mesele buysa benim ülkelerden, halklardan ya da devrimlerden beklentim mükemmellik değil zaten. Kendi hayatım “mükemmel” olmaktan fersah fersah uzak. Hepimiz hatalar yapar, kötü kararlar veririz ve ülkeler de halklar da devrimler de bundan muaf değildir.

Aslına bakılırsa kusursuzluk beni korkutur; soğuktur, sterildir ve tepeden bakar; sofudur, gericidir ve dolayısıyla insanlık dışıdır, hatta sapkıncadır. Azizlere inanmam. Birisi aziz gibi davranmaya çalıştığında ise onun yerine utanç duyarım. Halkları ve ülkeleri böylesine sıcak, sevecen ve insanî kılan şey o küçük hatalar, “kusurlar”dır.

Küba Devriminin genel gidişatı hiçbir zaman “kusursuz” olmadı, ama daima hümanizmin en derin, en temel köklerini kaynak aldı. Kısa bir süre için yapayalnız –ya da en azından neredeyse yapayalnız (benim yazdığım, Fidel’in de kısa bir süre sonra Düşünceler’inde belirttiği gibi Küba’ya kudretli kardeş elini nihayet uzatan Çin olmuştu)– kaldığında bile kanadı, sayısız ihanetin acısıyla sancılar çekip kıvrandı, ama yolundan dönmedi, diz çökmedi, asla dilenmedi ve asla teslim olmadı!

Ben de halkların ve ülkelerin böyle yaşaması gerektiğini düşünüyorum: Halklar ve ülkeler ideallerini incik boncukla, sevgiyi güvenlik ve avantajlarla, namuslarını da alay ve kanla lekelenmiş ödüllerle takas etmemelidir. Patrio no se vende, derler Küba’da. Aşağı yukarı çevirisi şudur: “Anavatan asla satılamaz.” İnsanlığın ve sevginin de asla satılmaması gerektiğine inanırım.

İşte bu yüzden komünistim!

***

Yoksulun da yoksulu olan aramızdaki en savunmasız insanlara olduğu kadar insanlık olarak gerçekte olduğumuz şeye ihanet etmek, intihardan, ölümden de daha korkutucu. Başkalarının acılarından beslenerek zenginleşen bir kişi, ülke ya da kültür gayrimeşrudur, enikonu ahlaksızdır.

Onlarca, yüzlece yıldır da Batı tam olarak bunu yapmaktadır. Başkalarının köleleştirilmesinden beslenip zenginleşip yeryüzünün üstündeki ve altındaki her şeyi gasp etmektedir. Kolonilerindeki ve müşterisi olan devletlerdeki milyonlarca insanı ahlakî ve malî açıdan yozlaştırmış, onları arsız ve omurgasız işbirlikçilere dönüştürmüştür. Dünyanın neredeyse her köşesinde, her kıtada hainlerden oluşan devasa orduları “eğitmiş”, örgütlemiş ve onlara doktrin aşılamıştır.

İhanet, Batı İmparatorluğunun en güçlü silahıdır; ihanet ve kayıtsızlık.

Batı, insanları fahişelere ve uşaklara, bunu reddedenleriyse mahkumlara, kölelere ve şehitlere dönüştürmektedir.

Doktrin telkini oldukça iyi planlanmıştır. Hayaller zehirlenmiş, idealler toza toprağa bulanmıştır. Saf, temiz olan hiçbir şeyin hayatta kalmaya izni yoktur.

İnsanlar yalnızca donanıma dair hayaller kurmaya zorlanmaktadır: telefonlar, tabletler, arabalar, TV’ler… Fakat mesajlar boş, nihilizmle dolu, tekrarlamalı ve sığdır. Arabalar artık oldukça hızlı gidebilmekte, ancak yolculuğun sonunda insanı pek öyle kayda değer bir şey beklememektedir. Telefonlar binlerce işleve ve uygulamaya sahiptir, ama gittikçe daha da önemsizleşen mesajlar göndermektedirler. Televizyonlar propaganda ve düşünsel açıdan zehirli eğlenceler kusmaktadır.

Tüm bunlar büyük şirketlere kâr getirmekte, itaatkârlığı garanti altına almakta, rejimi güçlendirmektedir. Ama birçok açıdan insanlık gittikçe daha da fakirleşirken gezegen de neredeyse tamamen yerle bir olmuştur.

Güzelliğin yerini kana bulanmış görüntüler almıştır. Bilginin suratına tükürülmüş, ilkel popüler kültür galebe çalmış. Bir yandan da bilgi, üniversite adı verilen doktrin telkin merkezlerince verilen resmî görünüşlü diplomalarla ve onay kaşeleriyle karıştırılmıştır: “Mezun: İmparatorluğa hizmet etmeye hazırdır!” Şiir, kitapçıların çoğundan ve yaşamdan kaybolup gitmiştir.

Sevgi artık popüler kültür görüntüleri üzerinde şekillenmektedir, bazı “retro”, baskıcı ve vakti geçmiş Hıristiyan dogmalarına saplanıp kalmıştır.

Açıktır ki şimdiye kadar yalnızca komünizm gezegenimizdeki en kudretli ve en yıkıcı kuvvetlerin özüyle karşı karşıya gelebilecek kadar güçlü olabilmiştir: tüm dünyada fethedilip harabeye çevrilmiş ülkelerde kendi soyundan gelen zalim, feodal ve dinci “yerel elit” çetelerle mide bulandırıcı ensest bir evlilikte kısılı kalmış Batı sömürgeciliği/emperyalizmi.

İmparatorluk da onun hizmetkârları da insanlığa ihanet etmektedir. Gezegeni mahvetmekte, onu yakın gelecekte yaşanamaz bir yer haline geleceği ya da yaşamın kendisinin tüm anlamını yitireceği bir duruma doğru itmektedirler.

Bana göre gerçek komünist olmak şu anlama gelir: insan beyninin, bedeninin ve haysiyetinin uğradığı aralıksız tecavüze, doğal kaynakların ve doğanın yağmalanmasına, bencillik ve onu takip eden düşünsel ve duygusal boşluğa karşı sürekli bir kavgaya tutuşmak.

Bu kavganın hangi bayrak altında sürdürüldüğü umurumda bile değil; ister kırmızı üzerine orak ve çekiç, ister yine kırmızı üzerine beş sarı yıldız. O bayrakları tutan insanlar dürüst olup insanlığın ve gezegenimizin geleceğine dair endişe duyduğu müddetçe bana ikisi de uyar; bir de tabii, kendilerine komünist diyen insanlar hayal kurma becerisine hâlâ sahip olduğu müddetçe!

***

Batı propagandacıları size şunu söyler: “Bize kusursuz bir tane komünist toplum gösterin.”

Cevabım şudur: “Böyle bir toplum yok. Herkesin bildiği gibi insanlar, kusursuz bir şeyler yaratmaktan acizdir. Neyse ki!” “Kusursuzluk” yalnızca dinci fanatiklerin hedefidir. Kusursuz bir dünyada insanlar sıkıntıdan ölür giderdi.

Bir devrim, komünist bir devrim bir yolculuktur, süreçtir. İnsanların beyinlerini, kaslarını, kalplerini, şiirlerini ve cesaretlerini kullanarak çok daha güzel bir dünya inşa etmeye yönelik gerçekleştirdikleri devasa, destansı bir girişimdir! İnsanların aldıklarından fazlasını verdikleri, fedakarlığın olmadığı zamanlarda ise yalnızca insanlığa karşı görevlerini yerine getirdikleri ebedî bir süreçtir.

“Che” Guevara bir keresinde şöyle demiştir: “Yapılan fedakarlıklar bir kimlik kartı gibi gösterilmemeli. Bunlar, yerine getirilen sorumluluklardan başka bir şey değil.”

Belki Batı’da bu tip kavramların yeşermesi için vakit çok geçtir. Bencillik, alaycılık, aç gözlülük ve kayıtsızlık, insanların çoğunluğunun bilinçaltına başarılı bir şekilde enjekte edilmiştir. Tüm o maddî ve toplumsal ayrıcalıklara rağmen Avrupa ve Kuzey Amerika’da (ama aynı zamanda da Japonya’da) yaşayanların böylesine buhran ve sıkıntı içinde görünmesinin sebebi belki de budur. Bu insanlar, başkalarının yaşamı pahasına kendileri için yaşamaktadır; daha da fazla mal, daha da fazla ayrıcalık istemektedirler.

Kendi şartlarını tanımlama yetilerini kaybetmişlerse de muhtemelen derinlerde bir yerlerde bir boşluk hissediyorlar, bir şeylerin feci şekilde yanlış olduğunu içten içe seziyorlardır.

İşte komünizmden de bu yüzden nefret ediyorlar. Onlara rejimin propagandası tarafından dayatılan, kıymeti kendinden menkul yalanlara, aldatmalara ve dogmalara işte bu yüzden dört kolla sarılıyorlar. Eğer komünistler haklıysa onlar haksız olacaklar; ve haksız olmaktan korkuyorlar. Komünizm onların vicdan azabı ve yalan baloncuklarının günün birinde açığa çıkacağı korkusunu da beraberinde getiriyor.

Batı’daki birçokları, hatta sol kanatta olduğunu iddia edenler bile komünizmin yok olmasını istiyor. Komünizmi lekelemek, pisliğe bulamak istiyorlar; onu “kendi seviyelerine” indirmek istiyorlar. Komünizmin çanına ot tıkamak istiyorlar. Komünizmin yanlış olduğuna kendilerini umutsuz bir biçimde ikna etmeye çabalıyorlar. Zira aksi halde, kaybedilen yüz milyonlarca canın sorumluluğu enselerinden düşmeyecek. Aksi halde Avrupalıların ve Kuzey Amerikalıların sahip olduğu ayrıcalıkların, insanlığa karşı işlenen tüyler ürpertici suçların üzerine inşa edildiğini duymak ve hatta belki de kabul etmek zorunda kalacaklar! Aksi halde, bu ayrıcalıkları ortadan kaldırmaya ahlaki açıdan zorunlu kılınacaklar (Batı kültürünün zihniyeti düşünüldüğünde bu hayal dahi edilemez bir şey).

Batı’nın harabeye çevirdiği ülkelerden gelen mültecilere karşı Avrupalıların çoğunluğunun mevcut konumlanışı, Batı’nın ahlaki açıdan ölü olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Batı, temel etik yargılara varmaktan dahi acizdir; mantıklı düşünme yetisi çökmüştür.

Ancak dünyayı hâlâ Batı yönetmektedir. Daha doğru bir ifadeyle Batı, dünyanın kolunu arkadan bükmüş, onu bir felakete doğru ittirmektedir.

Batı emperyalizminin mantığı basittir: “Tecavüz edip yağmalıyorsak bunun sebebi, bunu biz yapmadığımız takdirde başkalarının yapacak olmasıdır. Herkes aynıdır. Bunun çaresi yoktur. Bizim yaptıklarımız, insan doğasının gereğidir.”

Böyle bir şey olamaz. Saçmalığın daniskası. Batı dünyası ve onun sömürgeleri dışında neredeyse her yerde bundan daha iyi, çok daha iyi davranışlar sergileyen insanlarla karşılaştım. İşkencecilerinden ve zindancılarından –yani İmparatorluktan– kaçmayı başarabildikleri birkaç yılda bile bundan çok daha iyi davranışlar sergiliyorlardı. Fakat genellikle bu insanların fazla uzun süre kaçmasına izin verilmez: İmparatorluk, özgürlük hayali kurmaya cüret edenlere ağır bir darbe indirir. İsyancı hükümetlere karşı darbeler düzenler, ekonomileri istikrarsız hale getirir, “muhalefeti” destekler ya da doğrudan işgal eder.

Görme yetisine hâlâ sahip olan ve görmeyi isteyen herkes için açık ve nettir ki suçlu Batı İmparatorluğunun çökmesi halinde insanlar büyük eşitlikçi ve tutkulu toplumlar inşa etmek isteyecekler, bu yetiye sahip olacaklardır.

Ben bunun son olduğuna inanmıyorum. İnsanlar doktrin telkininden, sersemlikten ayılıyor.

Yeni, güçlü anti-emperyalist ittifaklar oluşturuluyor. Şu anda yıl 2016 ve bu yıl, hiçbir umut kalmamış gibi görünen 1996’dan fersah fersah farklı.

Bir savaş, insanlığın var oluşu uğruna bir savaş veriliyor.

Bu savaş, mermilerle ve füzelerle yapılan klasik bir savaş değil. Bu savaş cesaret ve ideallerle, hayaller ve bilgiyle sürdürülüyor.

Uruguaylı büyük yazar ve devrimci Eduardo Galeano vefat etmeden önce bana şöyle demişti: “Yakında zamanı gelecek ve insanlık eski flamalarını tekrar yükseltecek!”

İşte bu, şu anda oluyor! Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da, eski Sovyetler Birliği’nin birçok parçasında ve Çin’de daha az değil daha fazla insan komünizmi istiyor. İsteklerini adlı adınca komünizm diye nitelemiyorlar, ancak haykırışlarının içinde komünizmin özü gizli: özgürlük ve dayanışma, tutku, coşku, dünyayı değiştirme cesareti, eşitlik, adalet ve enternasyonalizm.

Kazanacağımıza dair en ufak kuşkum yok. Ancak aynı zamanda biz bu savaşı kazanmadan önce İmparatorluğun bütün kıtaları kana bulayacağını tahmin etmek de zor değil. Batılıların hükmetme ve kontrol etme arzuları patolojiktir. Batı, dizlerinin üzerine çökmeyen milyonlarca insanı katletmeye hazırdır; yüzyıllar boyu yüz milyonlarcasını da halihazırda katletmiştir zaten ve milyonlarcasını da kurban edecektir.

Ancak bu kez durdurulacaklar.

Buna inanıyorum ve başkalarıyla omuz omuza, gece gündüz demeden bunun gerçekleşmesi için çabalıyorum.

Çünkü bu benim görevim…

Çünkü komünistim!