Irak Kürdistanı'nın çöküşü: İskambil kulelerinden 'başarı'nın sonu

Sosyal sistem çökerken Erbil; 12 şeritli yollarıyla, parçalanmış topluluklarıyla, tamamıyla ortadan kalkmış olan toplu taşımasıyla, kültürel kurumlarının yok denebilecek kadar az olmasıyla ve fakat zenginler için bir yığın alışveriş merkezlerinin yanısıra gurbetçiler için lüks otelleriyle birlikte dünyanın en tecrit edilmiş yerlerinden birine dönüşüyor.

Çeviri: Selçuk Işık

Editörün notu: ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra kurulan "yeni Irak"ta önemli bir bileşen haline gelen Kürdistan Bölgesel Yönetimi, 4 ülkeye dağılmış Kürt halkı için bir "vaha" gibi sunuluyordu. Ancak gazeteci yazar Andre Vletchek'in Irak Kürdistanı izlenimleri ortaya başka bir tablo koyuyor: Çöken bir rantiye ekonomisi, aylardır maaşlarını alamayan çalışanlar, Batı ve Türkiye ile sıkı fıkı ilişkilere sahip yozlaşmış bir yönetici sınıfı. Vletchek'in Russia Today için yazdığı makaleyi soL okurları ile paylaşıyoruz.


Büyük bir başarı öyküsü olarak sunulmuştur hep. Rivayet odur ki; umutsuzluk, ölüm ve acıyla çepeçevre kuşatılan Ortadoğu bataklığının ortasında bir fırsatlar ülkesi  bir umut feneri misali parıl parıl parlıyordu.

Ya da bundan ziyade kokuşmaya yüz tutmuş lezzetli bir kek miydi? Bu müstesna yerin adı Irak Kürdistanı ya da resmi adıyla “Kürdistan Bölgesel Yönetimi.”

Batı burada “güvenliğin ve barışın” teminatı olurken muzaffer küresel kapitalizm de “muazzam yatırımlar” yapmaktaydı.

Türk firmaları sayısız proje inşa ve finanse ederken akıllara zarar miktarlarda petrol tankerlerle, sonradan da bir boru hattı aracılığıyla Batıya doğru yol alıyordu.

Gösterişli Erbil Uluslararası Havalimanı’nda Avrupalı işadamları, askerler ve güvenlik uzmanları BM kalkınma uzmanlarıyla dirsek temasında bulunuyordu. Lufthansa, Avusturya Havayolları, THY, Ortadoğu Havayolları (MEA) ve diğer büyük havayolu şirketleri Ortadoğu’da yükselen bu “modern” merkeze uçuş başlatmakla meşguldü.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi hükümetinin başkent Bağdat’la petrol rezervleri, özerkliğin kapsamı ve diğer birçok esaslı meseleler üzerine yaşamakta olduğu çatışmayı boşverin gitsin.

Makroekenomik göstergelerin, yerel halkın giderek büyümekte olan sefaletiyle aniden korkutucu bir çelişki içine girmiş olmasını (aşırı kapitalist ülkelerde sıklıkla olduğu gibi) unutun gitsin.

Petrol akışı sağlandıkça, bu kendi kendine idare edilen bölge Batı’ya ebedi bir bağlılık taahhüdünde bulunduğu sürece bu böyleydi. Neden sonra ekonominin hızı kesilmeye başladı ve çok geçmeden de durdu. Tüm toplumsal göstergeler yere çakıldı.

Batılı ve Türk yatırımcıların ve özellikle politika yapıcıların yaşadığı saadet, geçimini sağlamaya çalışanlara karşı adeta aşağılayıcı bir hal alarak gittikçe abes bir görüntü vermeye başladı.

Ve ayrılmak üzere olduğum sırada, 9 Şubat 2016 günü, “Irak Kürdistan’ı”, “ekonomik çöküşü engellemek için alınan kemer sıkma tedbirlerine” karşı yapılan bir dizi şiddetli protesto ile aniden patladı.

Reuters’in geçtiği haber şöyleydi: “Irak Kürdistanı'nda protestolar Salı günü şiddetlendi... Özerk bölgede on yıl süren ekonomik patlama, Türkiye’ye doğru uzanan kendi boru hattını inşa ederek petrolü bağımsız olarak ihraç etmeye başlamalarının ardından, Bağdat’ın Kürtlere fon akışında kesinti yaptığı 2014 yılında aniden durma noktasına geldi. Bu durum KBY’yi aylık 875 milyar Irak dinarına (800 milyon dolar) tekabül eden kabarık kamu maaşlarını karşılama mücadelesiyle başbaşa bıraktı. KBY, bağımsız petrol satışlarını günlük 600,000 varil civarına çıkararak açığı kapatmaya çalıştı, ancak cari fiyatlarla bölge halen aylık 380-400 milyar Irak dinarı (717 milyon dolar) kadar bir açıkla karşı karşıyaydı.


© Andre Vltchek

Ancak mevcut duruma yol açan unsurlar salt Bağdat ile olan ihtilaf ya da mali açık değildi. Kürdistan Bölgesi’ndeki toplumsal politikalar garip bir şekilde uzunca bir süredir yetersiz kalmıştı ve yerel nüfusun refahı asla öncelikli bir yer tutmamıştı.

Bir gece, Erbil merkezli BM eğitim uzmanı olan Eszter Szucs ile biraraya geldim. Kısa ama koyu bir sohbetimiz oldu:

“Irak Kürdistan’ı kesinlikle bir sosyal devlet değildir. İnsanlar durumlarından memnun değiller. Protesto ediyorlar, ancak işe yaramıyor. Doğal kaynaklar özelleştirildi. Sosyal hizmetler genelde aşırı pahalı: maddi olarak gücü yetenler tıbbi tedavi görmek için Türkiye’ye gidiyor. Kürdistan Bölgesi çok karışık bir yer.”

“Yakıp yıkılmış Ortadoğu’nun kalbindeki bir cennet değil miydi burası?” diye sordum ironik bir şekilde.

“Kesinlikle değil,” diye cevapladı. “Elbette Batı ve Türkiye başta olmak üzere dışarıdan azımsanmayacak bir yatırım akışı var gerçekten; ancak bu makroekonomik büyümeye, petrol endüstrisine yönlendirildi. Sıradan insanların cebine fazla bir şey girmiyor.”

Farkındaydım. Bahsi geçen “sıradan insanları” Kürt petrol şirketi KAR’a ait petrol rafinerilerinin hemen yakınındaki köylerin orta yerinde akşam yemeği için kirli kökleri kazıp çıkarırken görmüştüm. 9 Şubat 2016’da protestocular şehirlere ve Süleymaniye, Koya, Halepçe ve Çemçemal’in kasabalarına akın etti. Irak Kürdistan’ının “başarısının” iskambilden kulelerden öteye geçmediği ansızın belirginleşti. Sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı ve tedrici çöküşü başlıyordu.


© Andre Vltchek

Erbil ve Musul’u birbirine bağlayan yola doğru ilerlediğimizde tercümanıma “Sence neden maaşları, emekli aylıklarını ve hatta yerel silahlı güç olan Peşmerge’nin aylıklarını karşılayacak kaynak kalmadı?” diye sordum.

“Petrol fiyatları çöktüğünden ve IŞİD’le olan savaş yüzünden para bitti.” dedi tercüman. “Önceden Bağdat, halkımızın refahı için gerekli olan masrafın yüzde 75’ini üstleniyordu... Şimdi ise hiçbir şey göndermiyor.”

Şaşırarak; “Ama Washington’a çok daha yakınsanız neden parayı Bağdat’tan almanız gerekiyor ki? Irak’ın geri kalanını kendinize düşman ederek, tam bağımsızlık ilanıyla tehdit ederek Batı’ya bağlılık yemini etmeyi sürdürüyorsunuz. Hatta Türkiye’ye doğrudan bir boru hattı inşa ettiniz...”dedim.

“Ama Bağdat hala bizim başkentimiz...”

“Ama Irak ve Ortadoğu ile bağlarınızı koparıyorsunuz...”

Sessizlik.

“Birleşik Devletler’den para ya da herhangi maddi bir yardım alıyor musun?” diyorum.

“Hayır.”

“Kürt halkı Batı’dan hiçbir destek göremedikleri için hayal kırıklığı hissediyorlar mı?

“Evet, hem de nasıl” diye cevaplıyor tercümanım. “Özellikle son dönemlerde kendi ülkemizde kendimizi güvensiz hissediyoruz. Her şey her an çökebilir. Buradaki insanlar yalnızca ABD ya da İngiltere’ye kaçıp gitmek istiyor.”

Hastalıklı bir hoşnutluğun sonuna gelindiği anlamına mı geliyor bu?

Yol çöp yığınlarıyla çevrelenmiş. Elektrik kabloları ve yüksek çitler memleketin anlaşılmasını kolaylaştırıyor. Ülke öylece atıl duruyor; burada tarımdan neredeyse eser kalmamış. Her yeri petrol, askeri üsler ve hareketsizlik ve uyuşukluk kaplamış.

Arabamız farklı kontrol noktalarında durduruldu. Meslektaşım taciz edildi; çünkü pasaportunda Suriye vizesi vardı. Benimkinde de İran vizesi... Belgelerimiz dikkatle incelendi, Türk kamyonları ve karayolu tankerleri özgürce seyir halinde, tanımlanmamış olsa da gün gibi ortada olan ayrıcalıkların tadını çıkarıyor.


© Andre Vltchek

Erbil’in güneyinde, Kuştepe civarındaki köylerde yol Türk ve Kürt tankerleri ve kamyonları yüzünden ciddi zarar görmüş. Irak, Türkiye ve İran’ı bağlayan bu geçiş yolunda sıradan otomobil ya da otobüslerden çok kamyonlar ve tankerler göze çarpıyor. Hepsi orada iş için, “ticaret” için bulunuyorlar. İnsanlar ise zorlukla seyahat ediyor.

Birkaç gün evvel, öfkeli vatandaşlar sosyal politikalarda değişiklik yapılmasını ve bu konuda hükümetin adım atmasını talep ederek yolu kapatmışlardı.

Degala köyüne kadar gittim. Askerler ve yerel halk orada bana şüpheyle baktılar.

"Neden protesto ediyorsunuz?" dedim.

Önce gerçek meseleden kaçmaya çalıştılar: “Yolumuzun onarılmasını istiyoruz...”

Israr ettim; “Cidden, neden?”

Bir süre sonra, buzları erittik ve köylülerden biri hayıflanmaya başladı: “Altı aydır maaşlarımızı alamıyoruz. Bu yolda da açıkça görüyoruz ki oldukça fazla iş yapılıyor ve para dönüyor; ancak bizim elimize katiyen bir şey geçmiyor. Çok öfkeliyiz! Kamyonlar gıda ve petrol taşıyor; ama burada durmuyorlar. Terk edilmiş durumdayız.”

Erbil’e doğru sürdükçe ihmali bütünüyle yeniden gördüm; arsalar öylece atıldı. Ekonomide çeşitlilikten eser yoktu.

Şoförüme; “Bu her zaman böyle miydi? Kürdistan Saddam Hüseyin yönetimi altında gıda üretiyor muydu? Tarım var mıydı?” diye sordum.

Omuzlarını silkerek “Evet” dedi. “Başka bir ülkeydi sanki...”

“Daha mı iyiydi?”diye sordum.

“Elbette, çok daha iyi.”

Sonra yine sessizlik.


© Andre Vltchek

Ve şimdi bir savaş var.

Bir yıl önce, Musul’a yalnızca 7 kilometre mesafedeki cephe hattına ulaşmayı başarmıştım. IŞİD tarafından işgal edilen tepeleri, Khazir Nehri üzerindeki imha edilen köprüyü ve Şarkan köyü Hassan Şami’yi ve ABD güçleri tarafından bombalanan ve harap edilen diğer köyleri gördüm.

Tabur komutanı, Zerevani askerileştirilmiş polis gücünden (Peşmerge silahlı kuvvetlerinin bir parçası) Albay Shaukat, zırhlı Land Cruiser’i ile bana etrafı gezdirdi. Her yerde makineli tüfekler, duman ve cesaret gösterisi...

“Bu köylerde ne kadar sivil öldü?” diye sordum.

“Bir kişi bile ölmedi” diye cevapladı. “Yemin ederim! İyi istihbarat sağladık; böylece ABD güçleri neyi bombalayacaklarını biliyordu.”

Bana savaş alanında yeniymişim muamelesi yapıyordu. Yüzlercesi öldü. Bu açıktı ve maktullerin akrabaları bunu sonradan doğruladılar. Köylerden geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Büyük olasılıkla, köylerin çoğu saldırıyla birlikte tarihe karışmıştı. Albay Shaukat eğitimini ilk olarak İngiltere’de almıştı. Nasıl konuşacağını biliyordu.

Bu kez de Erbil’deki beş yıldızlı Rotana Oteli’nin müdürü Ömer Hamdi ile konuşuyorum:

“Ben Iraklıyım, Musul’dan. IŞİD ele geçirdikten sonra kardeşimi ve amcamı o şehirde kaybettim. IŞİD şüphesiz Batı ve Türkiye tarafından yaratıldı ve eğitildi; ne var ki ben bunun yanında, 54,000’i silahlarını bırakıp kaçan Irak ordusunu da suçlu buluyorum.

Dedim ki; “Ama büyük olasılıkla IŞİD’in arkasında NATO ülkeleri olduğunu bildikleri için korkmuşlardı.”

“Evet, kesinlikle,” dedi.

“Peki ya Rusya?”

“Rusya ile ve Ortadoğu’da şu anda yaptıkları ile yakından ilgileniyorum. Rusya cidden IŞİD karşısında savaşıyor. ABD geldi, IŞİD tarafından alınan köyleri bombaladı, çoğunlukla sivilleri öldürdü ve ayrıca sahaya “yanlışlıkla” silah indirdi, böylece IŞİD bu silahlara el koyabildi.  IŞİD ile fiilen savaşan çok arkadaşım var, bu yüzden yeterince bilgi sahibiyim.”

Hattın her iki tarafında aileler var ve cep telefonları çalışır durumda. Musul’daki durum hakkında bilgi sahibi olmak akrabaları ve arkadaşları arayarak mümkün.

Devam ediyor:

“Musul IŞİD’ten kurtarılsa bile birçok farklı ihtilaf ve sürekli çatışma yaşanacaktır.”

“Libya senaryosundan farksız değil mi?” diye araya girdim.

“Kesinlikle. Libya senaryosundan farksız... Diğer yandan beni endişelendiren Musul’un çocuklarına neler olduğu; IŞİD ağır bir şekilde beyinlerini yıkıyor. “

“Bu Batının karıştırdığı birçok ülkede oluyor.” diye ifade ettim.

Farkında değil. Yalnızca kendi şehrinde ve ülkesinde neler olduğunu biliyor.


© Andre Vltchek

Otelime döndüğümde İngiliz bir arkadaş, kadın resepsiyonistle siyaset konuşuyordu. Yerel militer halkı eğitmek üzerine başlayan askeri sohbeti petrol üretimi üzerine yapılan konuşmalar takip ediyor (tamamen modaya uygun ya da en azından maço gurbetçilerle “modern” yereller arasında yaşanan makul bir sosyal etkileşim).

Özel güvenlik uzmanları, askerler, eğitmenler, istihbarat subayları ve danışmanlar hepsi oradalar. Bu, resmi geçit töreni yapan ve turbo-kapitalist dogmalarla çeşni katılmış, akıllara durgunluk veren devasa bir askeri kabadayılık potpurisidir.

Yerel kaynaklara çalışıyorum. Ve üzerinde çalıştıkça işlerin iyice kötüye gittiği belli oluyor.

Süleymaniye’deki İstatistik Dairesi Başkanı Mahmud Osman geçtiğimiz günlerde Basnews’e şu açıklamalarda bulundu:

“2014 ile kıyaslandığında 2015 yılında her bir ailenin harcaması (temel ihtiyaçlar, ev eşyası, seyahat vb.) yüzde 30 oranında düşmüştür...Bölgedeki işsizlik oranı 2013’te yüzde 7 iken şu anda yüzde 25’e sıçramıştır...”

Yoksulluk da çarpıcı biçimde artış göstermiş. Ayrıca Bölge yoksulluğu hesaplarken ziyadesiyle savsak yollara başvuruyor: şayet bir aile bir ayda 105,000 Irak Dinarı (87 dolar) harcamazsa yoksul kabul ediliyor. Bu kişi başına aylık 21.75 dolar düşmesi demek, yani günlük bir dolardan daha az. Kürt ailelerinin ortalama dörtten fazla üyesi olduğuna değinmeye gerek yok.

Şoföre beş kişilik bir ailenin Erbil’de ya da Erbil dışında yaşamını sürdürebilmek için ne kadar paraya ihtiyacı olduğunu sordum.

”Şehir içinde asgari 1.000 dolar, kırsal bölgelerde ise 600 dolar.”

“Kaç aile bu kadar kazanıyor?” diye merak ediyorum.

“Yarısı bile değil... Yarıdan çok azı” diyor.


© Andre Vltchek

Afallamış durumdayım. Yaşamlarının gerçekten çöküp çökmediğini “Bölge” insanının ağzından duymak istiyorum.

Kawergosk köyünde yaşlıca bir adam, Muhammed Ahmed Hasen, vaziyetle ilgili ürpertici bir içtenliğe sahip:

“Onlar (hükümet, sistem) kesinlikle hiçbir konuda bize yardım etmiyorlar. Ve şu anda her şeyimizi tamamen kaybettik. Bak, oradaki şu koca petrol rafinerisini görüyor musun? Onlar kendi halindeler, biz de bir başımızayız. Hiç yeni iş yok ve kıt kanaat geçiniyoruz.”

Bir diğer köyde, IŞİD tarafından işgal edilen bölgelerden kaçmayı başaran ailelerden biriyle konuşuyorum. Musul yakınlarındaki Hammam el-Alil şehrinden geliyorlar. ABD işgalinden önce her şeyin çok daha iyi olduğu konusunda hemfikirler:

“Saddam Hüseyin döneminde Irak onurlu ve düzgün bir ülkeydi. Güvenlik sağlamdı. Şu anda düşmanlarımızın kim olduğunu, arkalarında kimin olduğunu bile bilmiyoruz.”

Kapı komşusu kadın düştüğü zorlu durumu paylaşıyor. Musul’un muhafazakar kültürüne göre bizimle konuşmamalıymış. Halbuki açlık sınırında yaşayan çocukları var. Yılmış bir şekilde şunları söylüyor:

 “Erkeklerimiz Peşmerge içerisinde IŞİD ile savaşıyorlar. Yedi çocuğum var. Komşumun da yedi çocuğu var. Kimse artık çalışmıyor. Hiçbir yerden yardım gelmiyor. Peşmergeye bile ödeme yapılmıyor. Bu feci derecede zor bir durum ve nasıl hayatta kalacağımızdan bile emin değilim!”

Ancak Türk kamyonları ve tankerleri yollarda gece gündüz bir aşağı bir yukarı hareket ediyor.


© Andre Vltchek

Yakın zaman önce Profesör E. Ahmet Tonak ile İstanbul’da yaptığım görüşmede Türkiye ve Irak Kürdistan’ı arasındaki durumu şöyle özetliyordu:

“Türkiye, hiçbir şey için değilse en azından ekonomik sebeplerden ötürü Erbil’deki rejimin mutlak destekçisidir. Kuzey Irak’a ya da bizim güney Kürdistan diye adlandırdığımız bölgeye kim giderse gitsin Türk şirketlerinin Kürt Bölgesi’nin neredeyse tamamında hakimiyet kurduğunu görecektir... Orada petrol var; ancak besbelli bunun yanında bir de siyasi faktör bulunuyor: Iraklı Kürt rejimi bu bölgenin tamamında Ankara ile dostane ilişki kuran tek Kürt kuvvetidir.”

Ancak Kürdistan bölgesinin müttefikleri yerel halkın içinde bulunduğu zorluklarla pek ilgili gibi görünmüyor.

Sosyal sistem çökerken Erbil; 12 şeritli yollarıyla, parçalanmış topluluklarıyla, tamamıyla ortadan kalkmış olan toplu taşımasıyla, kültürel kurumlarının yok denebilecek kadar az olmasıyla ve fakat zenginler için bir yığın alışveriş merkezlerinin yanısıra gurbetçiler için lüks otelleriyle birlikte dünyanın en tecrit edilmiş yerlerinden birine dönüşüyor.

Halkın çoğunluğunun günlük 1 dolardan daha azına geçindiği bir bölgede düzgün bir otel odası şu anda 350 doların üzerinde tutuyor ve bir otelden araba kiralamanın günlük fiyatı yaklaşık 400 dolar.

Kürdistan Bölgesi’nde büyük korku var. Ve korku öfkeyi besliyor. Öfkeyse çürümüş Batı yanlısı rejim karşısında şiddete dönüşebilir.

Peki Erbil’in “çözümü” ne? 11 Şubat 2016’da Reuters’in bildirdiği üzere:

“Irak Kürdistan Bölgesi’nin de facto başkanı Mesud Barzani, Şubat başlarında “ülke Kürtlerinin devlet olma yolunda bir referandum yapma zamanının geldiğini” açıkladı.”

Bağdat izliyor ve uyarıyor: “Yapmayın! Biz olmadan hayatta kalmayı başaramazsınız.”

Ancak Kürdistan Bölgesi rejimi inat edecek gibi görünüyor. Batı’nın bütün sömürgelerinde olağan olan bir şey var ki; iş yapmak demek “insanlar üzerinden kâr etmek” demektir.