Yeni bir dip noktası: Spor gazeteciliği

İsmail Sarp Aykurt

Blog: Spor

Türkiye’de spor gazeteciliği, pek kısa olmayan bir geçmişe sahip. Ancak bu geçmişin, kimi açılardan şimdiki spor gazeteciliği anlayışından farklılaştığı da ortada. Günümüzdeki ‘spor gazeteciliği’ anlayışı ise sporu toplumsal bir olgu olarak değil, bozuk bir düzenin ‘çöplerle dolu’ arka bahçesi olarak göstermeye yetiyor.

Türkiye’de ucuz popülizmin ve seviyesizliğin zirveye çıktığı, spor gazeteciliğinin ve tek başına bir kavram olarak sporun yerle yeksan edildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu durumun, tek başına bir veri olarak değerlendirilemeyeceği ve siyasi atmosferden de bağımsız işlemediğini biliyoruz. Hele ki, adı ‘Fotomaç’ olan bir ‘spor’ gazetesinin ‘Evet’ eki dağıttığı bir evrede spor gazeteciliğinin sadece ‘spor’ odaklı olmadığını da görmüş oluyoruz.

Bu durum, 16 Nisan referandumu öncesi ‘seferberlik’ ilan eden bir siyasi iktidar odağının ‘Evet’ oylarını arttırmak amacı ile spor gazetelerini de kullanmaya başladığını gözler önüne seriyor. Gerçi, bu bir ilk olmasa da, önemli bir örnek. AKP’ye yakın ATV-Sabah grubuna ait olan Fotomaç gazetesinin Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın Yüksek İstişare Kurulu üyesi olduğu TÜGVA (Türkiye Gençlik Vakfı) tarafından hazırlanan 16 sayfalık ‘Neden Evet’ ekini gazete ile ulaştırması sporun ve spor gazeteciliğinin ‘neye ve kime’ hizmet ettiğini de resmediyor.

Bu duruma gelirken: Kısa analojiler

Türkiye’de spor gazeteciliği 1920’lere değin uzanan ve kısa sayılamayacak bir geçmişe sahip. Ancak özellikle 1920 ile 1950 yılları arasındaki dönemin sadece ve aralıklarla derlemeler yapılan, dönemin teknolojik birikimi ile de orantılı bir şekilde fotoğrafsız olduğu görülüyor.  ‘Sayfasız’ diyebileceğimiz bu 30 yıllık periyot, eski sporcular,  az sayıdaki araştırmacı yüzler tarafından sürdürülüyor. Ancak bu dönemle mukayese edildiğinde daha ‘derli toplu ve düzgün’ bir görüntü olduğu tahmin edilmeli.

Cumhuriyet gazetesi, 1930

1950 sonrası dönemler ise spor servislerine benzer oluşumların olgunlaşmaya başladığı dönemlerdir. Tercüman, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin ortaya çıktığı bu dönemlerde spor sayfalarının günlük gazetelerin içerisindeki yerini sağlamlaştırmaya başlaması önemlidir. Özellikle 1948’deki, tarihte ilk kez evlerdeki televizyonlardan takip edilebilen olimpiyat olan Londra Olimpiyatları’nın ve sonrasındaki yayınların spor gazeteciliği açısından kritik bir uğrak olduğunu belirtmek mümkün. O dönemde, Hürriyet’in ülke içerisine yansıttığı haberlerin de bu başarıdaki rolü önemsenmeli.

1975’li yıllardan sonra spor gazeteciliğinde değişimler olmaya başlamaktadır. Bu değişimler, 1990’lı yılların başına kadar devam eden bir ‘renklenme’ dönemidir. Hem bilgisayar teknolojilerinin gelişmesi, hem de fotoğrafların içerik oluşturmaya kattığı yenilikler spor gazeteciliğinin ‘şaşaalı’ dönemlerinde olduğu görüntüsünü vermektedir.

1988’de Fotospor ile başlayan spor gazetesi dönemi, 1989’da Fotomaç ve 1995’te ise Fanatik gazeteleri ile sürer. Ancak buradaki kırılım noktası 80’li yıllardır. Darbe sonrası, ülkenin gazetecilik anatomisini bozan hamleler gecikmez. Özal neo-liberalizmi toplumu dönüştürmeye, gericileştirmeye, piyasanın yasalarına tam anlamı ile tabi kılmaya ve popülist gazetecilik anlayışına davetiye çıkarır. 12 Eylül’ün vurduğu noktalardan bir tanesi de muhakkak ki spor ve sporun tüm varyantlarıdır. Bu durum kendisini kısa süre içerisinde, erkek okur kitlesine yönelim, asparagas ve yalan haberler, gazetelerde süreklileşen çıplak kadın resimleri ve irite edici bir jargona büründürür. Özetle, bugün bahsettiğimiz gazetelere yalnızca bugünkü açıdan bakmak yetersiz kalmakta, ‘çocukluklarına’ inilmesi gerekmektedir.

1992 sonrası ve 2000’lere açımlanan dönem ise futbolun ağırlık kazandığı evredir. İftiraların, hataların, önemsiz bilgilerin, daha doğrusu bilgi denilemeyecek duyuma dayalı karalamaların tahta çıktığı dönemlerdir. Atılan manşetler, hem hakaretler hem de gericilik içermektedir.

Peki ya şimdi?

Şimdilerde adı AMK olan,  her türlü hakaretin meşru ve olağan görüldüğü, hatta hakaretlerin bir uyak ve tekerleme edebiyatına tıkıştırıldığı ve bunlara ‘Evet’ propagandasının eşlik ettiği dönemleri yaşıyoruz. Bununla beraber, sporun, spor ve tribün emekçilerinin bu anlamda bir ‘açlık’ yaşadığını da hissetmek mümkün görünüyor. İlk kapsamlı spor dergisi diyebileceğimiz, 1919 ile 1929 yılları arasında yayımlanabilen, görece’rafine’, haftalık ‘Spor Âlemi’ dergisinden bu yana bu açlık devam ediyor. Durumun kimi zamanlarda ‘İnsanca Spor ve Sportmence dergileri’ ile kapatıldığı da tecrübe ile sabit.

Bu bağlamda, bu düzene ve bu düzenin spor anlayışına, paylaşılan ‘Evet’ eklerine, dopinglerine, futbol zirvelerine ‘Yetmez ama Hayır’ diyecek bir özneye gereksinimi günden güne artıyor.