Futbolun siyasetle kesişmesinin kısa olmayan tarihi

İsmail Sarp Aykurt

Blog: Spor

20. yüzyıl başlarında Türkiye’ye yabancı unsurlar tarafından giren modern futbol, Türkiye siyasi hayatıyla organik bir ilişki içerisine girdi. Futbol, her dönemde "siyaset bulaştırmayalım" kaygıları ile dillendirilen bir alan olsa da, politikanın kayıtsız kalamadığı bir olgu.

Futbol, bu anlamda salt sportif bir anlam taşımaktan uzaklaşmış, gerek kitlelerin sempatisini kazanmak, gerekse de kitleleri siyaseten belirleyebilmek ve onlara mesaj vermek amaçları ile sürekli yapılandırılmış oldu. Ülkemizde bunun önemli bir birikime sahip olduğu açık. Türkiye’de her dönemin politik atmosferi futbola yansımış, Türkiye futbol ortamı, genel politik iklimin üst belirleyiciliğinin etkisi altında kaldı denebilir. Türkiye’de futbolun siyasetin bir özel alanı haline gelmesinde, futbolun bir oyun olarak da kitleleri etkileyen yapısının önemi var. Türkiye’de toplumsal tarihsel serüveni ile futbolun tarihsel serüveni birbirine paralel ilerledi.

Futbol, ülke içerisine ilk yerleşmeye adım attığı dönemlerde meydan okumanın bir aracı olarak görülmüş ve bu durum, üstün güç (düvel-i muazzama) olarak görülen yabancılara kafa tutabilmenin bir aracı olarak kodlandı. Bu kafa tutabilme amacına en iyi örneklerden birisi, Galatasaray’ın kuruluş mottosunda yer alıyor.

“İngilizler gibi toplu halde oynamak ve Türk olmayan takımları yenmek”… O dönemlerdeki psikoloji oldukça açıktır. Batı karşısında yaşanan ezikliği, geri kalmışlığı kırabilmenin bir yoludur futbol. Futbol, Türklerin de yabancılarla eşit nitelik ve becerilere sahip olduklarını gösterebilmek için biçilmiş kaftan olarak görülür. Bu durum, Türk gençleri arasında alıcı bulur ve futbol, dönemin siyasetçilerinin de ilgisini çekmeye başlar.

O dönemlerde oynanan ve az sayıdaki Türk takımının yabancılara ve müslüman olmayanlara karşı oynadığı maçların atmosferi ilgi çekicidir. Meşrutiyet’in de ilan edilmesi ve 2. Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ile başlayan özgürlük rüzgarları, Türklerin sporda örgütlenmelerinin önünü açar.

Karşıyaka kulübü kurucusu Zühtü Işıl, “…Memleket bizimdi, fakat hakim olan Türk’ten başkalarıydı… Hürriyet ilanı ile ‘Türk’üz’ diye övünmek ihtiyacını duymaya başlamıştık, her sahada duyulan bu ihtiyaçlar bizi sporda örgütlenmeye itti" diyerek dönemi tarif etmiştir. Bu noktada, ülke içindeki yabancı tahakkümüne ve müslüman olmayan nüfusa yönelik bir futbol mücadelesine de girişilir.

İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİ

Örnek olsun, Altınordu kulübü, İttihat ve Terakki döneminde gelişmeye başlayan "Türkçülük" ideolojisiyle bağlantısı olan bir kulüptü. 1908’de başlayan ve 1923’te bir cumhuriyet ile perçinlenen burjuva demokratik devrim sürecini için önemli bir ara dönem olan İttihat ve Terakki dönemi, Türk milliyetçiliğini futbol alanında da temsil edecek bir simgeyi Altınordu ile somutlamıştır.

Kurulduğu 1910 yılında, adı “Progress” (Terakki) olan ve bir kısım üyesinin müslüman olmayanlardan oluştuğu kulüp, 1914 yılında adını “Altınordu İdman Yurdu” olarak değiştirmiş ve Türk olmayan üyeler kulüpten ihraç edilmiştir. Bir diğer örnek 1933 yılında kurulan Güneş kulübü ise, futbolun iktidar ile girdiği ilişkide çarpıcı örneklerden birisidir.

Kulübün kurucusu Mustafa Kemal’e yakın Cevat Abbas Gürer’dir. Gürer, Mustafa Kemal’in talimatı ile kulübün ismini Güneş yapmıştır. Güneş kulübünün Galatasaray’dan ayrılanlarca kurulduğu, kulübe özellikle Fenerbahçe’den katılanların da fazlaca olduğu bilinmektedir.O dönemlerde, Kadro Dergisi’nin ekonomide, Halkevlerinin yayın organı Ülkü Dergisi’nin de sporda devletçiliği ısrarla savunuyor oluşu oldukça politikti.

Devletin partisi vardı ancak başkent Ankara’yı ve onun simgesi olan Hitit Güneşi’ni İstanbul’da temsil eden bir devlet kulübü yoktu. 1935-36 futbol sezonunda 1. lige yükselen Güneş kulübü, 1937 ve 38’de atletizm ve kürek gibi spor dallarında da şampiyon oldu. Ancak kulüp, Mustafa Kemal’in ölümü ile kendini feshetmiştir.

İLERLEYEN ZAMAN: BİT(E)MEYEN SİYASET

Futbol, o dönemlerde, devlet nezdinde dışarıya ve yabancılara karşı milliyetçi duyarlılıklar temelinde toplumsal mobilizasyonu sağlama vesilesi olarak kurgulanmıştır. Türkiye’de futbolun kullanım pratikleri hakkında şu yargılara ulaşılmıştır.

1. Futbol, milli kimliğin inşası ve de ikamesinde kullanılan bir araç halini almıştır.

Bunun en saf haline 1950’lerde ortaya çıkan Kıbrıs sorununda ve Diyarbakırspor örneklerinde rastlanılabilir.  Eski futbolcuların gönderilerek kurdurulan futbol takımları aracılığıyla  ‘Yavru vatan’ ve Anavatan’ kavramları arasındaki bağlar güçlendirilmeye çalışılmıştır.

Diyarbakırspor başta olmak üzere Güneydoğu Anadolu takımlarına yapılan destek ise, “Kürt Sorunu’na” dair ‘çözüm’ aranmasına denk düşmektedir.

2. Toplumsal kutuplaşmalar veya ekonomik, siyasi vb. krizler ile uğraşan toplumların "gazının alınması" futbola biçilen yeni bir roldür. Bununla beraber, taraftarlık kimliği de köylerden kentlere yoğun bir göç akımının yaşandığı son 50 yıllık dönemde etkili olmuş, yaşanan kimlik krizleri "taraftarlık" üzerinden kodlanarak, kimi sorunların üstü bir bakıma örtülmüştür.

Özet olarak ifade edilirse; Türkiye’de oluşan futbol taraftarlığı kavramı, baskın toplumsal kimliklerden biri haline evrilmiştir.Tüm bu gelişmeler, futbolun Türkiye’deki gelişim ve yayılımının siyasetten ve  araçlarından bağımsız işlemediğini göstermektedir.

Bu durum, Abdülhamit’in baskıcı dönemlerinden, 1980 sonrası neo-liberal döneme değin geniş bir süreç içerisinde okunabilir. 1960’lı yıllarla beraber ise ikinci ve üçüncü liglerin ortaya çıkmasıyla Türkiye’de spor futbolla özdeşleşmeye başlar. Türkiye’de futbolun ilk olarak sermaye-yoğun kentler olarak İzmir ve İstanbul gibi kentlerde geliştiği ve ardından buna yönelik olarak, Anadolu’da kurulması gündeme gelen yeni kulüpler de futbolda artan kent tekelini kırma gayesini somutlamışlardır.

Bu “kulüpleşme” süreci, Anadolu kalkınması ve tanıtımsal olarak bir görev yüklenir. Anadolu’da kurulan kulüpler için amaç, hem gündem olabilmek hem de “Üç büyük kulüp taraftarlığına” karşı bir farklılık, ötekilik de yaratmaktır. Artık önemli olan kent kulüpçülüğü ve kentsel taraftarlık olgusudur. Ancak bu dönemde, adına kent savaşları denilebilecek futbol rekabetleri oluşmuş, oluşan düşmanlıklar futbol rekabetleri vesilesiyle cereyan eder olmuştur.

Bu anlamda, Kayseri-Sivas maçındaki olaylar, Türkiye futbolunda önemli bir yer tutmaktadır Durum rekabetten öte bir anlama da tekabül etmektedir. Maçın, bir toplumsal arka planı mevcuttur. DP iktidarında gelişen özel sektör ve piyasalaşma, Kayseri’nin büyük sermaye ile bütünleşmesinde bir hamle yapmış, Sivas ise daha çok kamu kurumlarının yaptığı yatırımlarla ayakta kalmıştı. Ekonomisi neredeyse tamamı ile tarıma dayalı olan Sivas’ta henüz Kayseri ölçeğinde bir burjuva sınıfı da palazlanmamış, 60’lı yıllardaki kent esnafı ve tüccarın önemli bir kısmını Kayserili yatırımcılar oluşturmuştu.

Sivas-Kayseri maçı, Anadolu’ya akan yatırımlardan pay alma kavgasına dönüşmüş,  iki kent arasındaki sosyo-ekonomik rekabet futbol aracı ile ölümcül bir olaya yol açmıştı. 1960’lı yılların ortalarından sonra, doyuma yaklaşmış İstanbul piyasası, Anadolu’ya doğru bir yatırım yapma eğilimine girmiş, Anadolu burjuvazisi serpilmeye başlamıştır. Profesyonel kulüplerin yarısı 65’ten sonra kurulmuş, Anadolu kulüpçülüğü  bir başkaldırı simgesi haline ulaşmıştır. Böylesine önem kazanmış bir olgunun, sporun iktidar yapısının ülkedeki iktidar yapısını büyük ölçüde yansıtması ve tekrar etmesi oldukça doğaldır.

GERİCİLEŞME, FUTBOL VE AKP

90’lı yıllar siyasal sahnede İslamcılığın Refah Partisi ile yükselişe geçtiği bir dönemdir. Özal iktidarı ve 12 Eylül ile başlayan islamizasyon, liberalleşme ve gericileşme, futbolun da siyasal arenada görünür olmanın bir aracı halinde olduğu önermesi ile birleşince ortaya cemaatçi bir tasarruf/istihdam ağ ve şirketleşme çıkıyordu.

Bu, gerici ve piyasacı yapısı ile ideolojik bir müdahale idi. Özellikle Almanya’daki Türklerden toplanan paralarla Endüstri Holding, Kombassan Holding ve Yimpaş gibi firmalar bu hususta öncülük yapıyorlardı. Sermaye ile gericiliğin bağı her zamanki gibi buluşuyordu. Holdingler, kuruldukları kentin takımına yatırımlar yapıyor, iş adamları kendi tanıtımlarını yapıyordu. İslami cemaatlerin ve holdinglerin bu girişimleri, 1996 yılında kurulan Refahyol hükümeti döneminde artmış, futbol başka vesilelerle de, siyasal tartışmalara konu edilmişti. 1996 yılının Ekim ayında G-8’e alternatif oluşturmak amacıyla D-8 isimli  bir örgüt kurmayı ve islam ülkelerini bir araya getirmeyi tasarlayan başbakan Erbakan, bir geziye çıkmış ve Nijerya futbol federasyonu ile birlikte dostluk maçı düzenlediklerini duyurmuştu.

Ancak sorun, maçın milli takım düzeyinde değil, Ankara ve Lagos karmaları arasında oynanacağının açıklanmasındaydı. Kamuoyu ve dönemin TFF başkanı Erzik maçı protesto etmişti. Maç, 3-2 Ankara karması lehine bitmiş, Türk futbolcular sahaya “Atatürk ve Cumhuriyeti çok seviyoruz” pankartı ile çıkmıştı. 2002’de iktidara gelen AKP ise, günümüze kadar uzanan dönemde futbola ve taraftara sıklıkla müdahale etmiş, tribünlerin ve stdyumların çehresini değiştirmek için siyasi girdiler yapmıştır. 2002’den beri üstünde durulacak bir gelişme, AKP ile birlikte başlayan Anadolu Kulüpleri’ndeki yükselişler ve stadyum mühendisliğidir.  2009 yılında Sivasspor’un ligi ikinci bitirmesi, Bursaspor’un şampiyonluğu, Anadolu futbolundaki bu gelişmelerin spor dışı toplumsal dinamiklerle açıklanabileceğine dair kuşkular uyandırmıştır. Bu durum ve ortaya çıkan bu ‘başarı’, kimilerine göre Anadolu sermayesinin oluşturduğu koşullara bağlanmaktadır.

Özellikle, 2013 Haziran/Gezi Direnişi sonrasında, tribünlere dönük müdahaleler, baskı ve davalar, Fenerbahçe’ye yapılan ‘iktidar operasyonu’, yeni sahte/gerici taraftar gruplarının türemesi ve stadyum inşaatlarının hız kazanması vb. AKP’nin futbolu ciddi olarak kullandığını göstermektedir Futbol, 1990’lı yılların başında iş (business)  kavramının içine dahil olması ile bir sektörleşme sürecine giriyor, kendi ekonomisini oluşturuyordu. Endüstriyel futbol, futbolun içine sermayenin girmesi ile başka bir düzleme konu oluyor, Bosman’ın tarihi çıkışı ile çıkan ‘sözleşmesi biten futbolcunun istediği kulüple özgürce sözleşme yapabilmesi” hükmü ile futbolda liberal rüzgarlar esmeye başlıyordu.

Endüstriyelleşme süreci; başlıca üç ana alanda köklü değişiklikler öngörmüştü. Bunlar;

-  Seyirci profili

-  Gelir kaynaklarının yapısı

-  Tüketici davranış kalıpları

Futbol, ekonomik olarak piyasacılığa ve neo-liberalizme teslim ediliyor, siyaseten ise bu teslim burjuva sınıfına, onun politik temsiline ve gericiliğe yaslanıyordu. Futbolun Türkiye’ye girişinden bu yana, geçirdiği tarihsel aşamalara bakıldığında, sürekli olarak göze çarpan durum, mevcut iktidarlar tarafından çeşitli boyutlarda araçlaştırıldığı ve politik bir mevzi olarak kazanılmaya çalışıldığıdır.

Futbola dönük gerçekleşen yakın iktidar ilgisi, futbol ve toplum ilişkisinde de çeşitli dönüşümlere çanak tutuyor, futbolun siyasi kaygılara çözümler yaratacak bir alan olduğu başa yazılıyordu. Futbol, “siyaset bulaştırmayalım” denilecek bir alan olmaktan öte, siyasetin ta kendisi haline çevrilmiştir. Kurthan Fişek, Türkiye’de futbol ve genel olarak spor ile siyasetin birlikteliğini şu şekilde anlatmaktadır:

“Türkiye’de spor, devlet denetiminden ancak devlet izin verdikçe çıkabilmiş bir uğraşı;  Türkiye’de spor yönetimi, toplumsal ekonomik bütünün bağımlı değişkeni; spor yönetiminin tarihi de, son tahlilde, Türkiye’nin toplumsal, ekonomik, siyasal ve yönetsel tarihidir”.


Kaynaklar:

M. Ali Gökaçtı, “Bizim İçin Oyna”, Türkiye’de Futbol ve Siyaset, İletişim Yayınevi, İstanbul, 2008.