Farklı bir mekan arayışı: Tribündeki siluetler

İsmail Sarp Aykurt

Blog: Spor

Tribünler çoğu zaman, ‘bilinmez ve riskli’ yerler, çoğu zaman ise ‘deklase konumda ve tu kaka’ alanlar olarak tanımlanabilirler. Ancak tribünlerin duygu yüklü alanlar olarak değil, sınıfsallıkların vuku bulduğu, ‘politize’ alanlar olarak görülmesinde fayda vardır. Bu, tribünlerin lümpenliğin üretildiği alanlar olarak topyekûn bir değerlendirme sonucunda kendi haline bırakılması sonucuna varabileceği gibi, bir tehdidi de içermektedir. Bu tehdit, siyasal olarak boş bırakılan bu alanların gericilik ve sermaye ile doldurulmasıyla ortaya çıkar. Bugünlerde yaşadıklarımız bir ölçüde budur. Bu minvalde şunu peşinen söylemek zaruridir. Tribünlerin enerji ve sinerji yaratabileceği doğru olmakla birlikte, kontrol-dışı kalma ve kimlikçi ve gerici kavşaklara sürüklenme ihtimalleri yüksektir. Bu anlamda tutarlı bir devrimci tutum beklemek yanlıştır. Tribünler sistem dışında kalan bir ada olamazlar. Ya da izole edilmiş bir adres.  Bu dönüşüm sistem dışına çubuk büken, bağımsız bir sosyalist hat ile mümkündür ve tribünlerin ihtiyacı olan şey, politik yönü güçlü çağrılar ile birlikte ideolojik müdahalelerdir.

Christian Bromberger, ‘Stadyumdaki Kent/ Marsilya’nın Kültürel ve Toplumsal Topografyasının Aynası Olarak Olympique’ isimli makalesinde şöyle söyler: “Bir futbol maçını büyüleyici buluyorsak, bu sadece bizi oyaladığı için değil, toplumlarımızın merkezi değerlerini görünür kılmasındandır”. Bromberger’in ifadesinden şu çıkarılabilir. Stadyumda tuttukları takımları destekleyen seyirciler aslında toplumsal, coğrafi, mesleki ve tabii ki sınıfsal yapının izdüşümleridir. Stadyumlar, kültürlerin ve toplumsal niteliklerin de bir anlamda küçük bir formunu bize sunmaktadır. Bu durum, taraftarların gelir durumlarına göre aldıkları biletten, stadın hangi tribününde oturduklarına, yakın buldukları sporculardan, yaptıkları tezahürat ya da tezahürat yapıp yapmıyor oluşlarına vb. değin tartışılabilecek ayrımları dahi içerebilir. Bunların hepsi de bir veri olarak değerlendirilebilir. Bu durumun ayrıntılı bir analizi zor olsa da, bir stadyumun sosyoekonomik/politik bir tasnifinin yapılması sonucunda ulaşılabilecek bilgiler fikir verebilir haldedir.

İşçi sınıfının icat ettiği bir spor dalının, sermaye sınıfının kontrolüne terk edilmesi olumsuz birçok sonucun da pratik edilmesine yol açmıştır. Geçmişten geleceğe birçok müsabaka, hiyerarşik olarak bölünmüş tribünlerin tanıklığına şahit olmuş ve futbol, siyasal düzenin kumandasındaki bir araç halini alırken, sözcüğün önüne ‘endüstriyel’ sözcüğünü koymak ‘çağımıza uygunluk normu’ olarak yorumlanır hale gelmiştir. Buna göre, yaşadığımız an içerisindeki çağdaş futbolu hala işçi oyunu olarak görmek zaten zorlama bir çıkıştır. Tribünlerdeki ve elbette sahalardaki sermaye destekli ırkçı, faşizan eğilimlerin artışı ve sürekliliği de bu tahlili güçlendirmektedir. Bu göstergeler, sermaye sınıfını tasvir etmektedir.

GEÇMİŞTEN BUGÜNE: TÜKENMEYEN DEĞİŞİM

 Tarihin motorlarının işleyişi değişimleri yaratır, yeni mücadele araçlarını da beraberinde getirir. Bu bağlamda ve güncel olarak endüstriyel (ticarileşmiş) futbola ve müşterileştirilen ‘taraftar’ olgusuna karşı, tribün kültürü kavramsallaştırmasının sembolik bir karşı misyon edindiğini görüyoruz. Tribün kültürü denilen kavrayışın farklı bir tartışma içerisinde değerlendirilmesi gerektiği açık. Ama burada önemli olan bu ‘kültürün’ hangi sınıfın kültürü olarak üretildiğinin kavranmasıdır. Esas çatışmanın özünde ise sınıfsal bir karşıtlık göze çarpmaktadır. Bu karşıtlık kulüplerin, futbolu yönetenlerin, futbola özgü organizasyon ve faaliyetlerin, tribünlerdeki yerleşikliklerin, liglerin, özetle verili futbol düzeninin vb. hepsinin içerisinde bulunan bir gerçekliğe dönüşmüştür.

Örneğin; memurların, işçilerin, yöneticilerin ve daha birçok meslek grubundan insanın tribünde konumlanması ya da tersinden okunacak olursa konumlanmaktan uzakta tutuluşu farklı biçimlerde olabilir. Bromberger’in Marsilya örneğinde; “Stadyumun kuzeyinde, öncelikle kentin kuzeyindeki işçi mahallelerinden gelen bir topluluk vardır. Kentin güneyindeki şık mahallelerden ve saygın ikamet bölgelerinden gelen seyirciler ise daha dağınık biçimde de olsa güneydeki kale arkasında ve ana tribünde yoğunlaşır” ifadesi tribünlerdeki farklılaşmanın sınıfsal izlerini bir ölçüde taşımaktadır. Bizde de durum oldukça benzerdir. Kale arkaları hep en ucuz yollu bilet temin ettiğimiz, takımını durmadan ve susmadan destekleyen yoksul işçi mahallerinin yoğun olduğu tribünler olarak görülür. Gelir durumu da bellidir. Bir loca değildir, maraton diyebileceğimiz kapalı, numaralı vb. tribünlere ise cüzdandaki bakiyeler de yetmemektedir. Bu nitelikleri ile hem en uzak hem en yakın yerlerdir kale arkaları…

Tribünlerdeki konumlanışlar, yönelimler ya da eğilimler sınıfların izlerini taşırlar, bir anlamda da bulundukları kentlerin demografik özellikleri hakkında bilgi verirler. Buna dayanarak belirtmek gerekir ki, aslında stadyumlar kimliklerin, başkalıkların ve aidiyetlerin ortak potada eritildiği ‘postmodern alt kültür’ uğrakları olarak değil, birikmiş çelişkileri ve toplumsal ilişkileri de görünür kılan sınıfsal mikro ölçekli alanları anlatırlar. Bu anlamda, Kurthan Fişek’in “spor, yapıldığı toplumun tüm çelişki ve özelliklerini olduğu gibi yansıtan bir aynadır” tahlili, stadyum ve tribünler üzerinden de okunabilir.

Buna dayanarak son bir soruyu da sormak gerekiyor. Takımdaşlık ya da renktaşlık sınıfları önemsizleştirir mi? Ya da aynı marşları, tek bir ağızdan çıkarmışçasına söylemek yeterli midir? Tribünlerdeki iki farklı siyasetin iki farklı sınıfın varlığından türediğini düşündüğümüzde,  ‘ayrıksı’ kalmanın da bir o kadar doğal ve muhakkak ki gerekli olduğu sonucu çıkmış olur. Çünkü aynı renkleri taşımak sınıfların varlığını ve farklı kültürlerin olduğunu yanlışlayamaz ya da önemsizleştirmez. Aksine bu görünür kılınır. Bu görünürlük de sermayenin kontrol ettiği noktalarda kendisini ‘ırkçılık, şiddet ve gericilik’ olarak somutlamaktadır. Tezahüratlardaki ortaklıklar ise aslına bakılırsa yapay ve geçici bir ortaklıktır. Bir noktadan sonra ise hükümsüzdür, sizi düzene bağlayan unsurlardan birisi haline dönüşür.

Bu bağlamda, stadyumlar içerisinde konumlanan hiçbir siluet, toplumun göstergelerinden izole kalmamakta ve stadyumlar salt bir spor müsabakasını sunan teatral mekânlar olarak görülmemelidir. Hem toplumsal değişmeler hem de sınıfsal süreçler, kavram ve mekânları dönüştüren güçler olarak stadyumların da özüne dokunmuştur.

Stadyumlar ve tribünleri dolduran insanlar ise sporun müşterisi, tüketicisi yapılmaya ve buna ikna kılınmaya devam edildikçe, buna bir düzen dışı itiraz üretilmedikçe insanlığın birikiminin stadyumlardan öğreneceği şeyler oldukça kısıtlı kalacaktır. Stadyumlar, kimliklerin ya da takımdaşların yaratıldığı fanuslar değil, sınıfların belirginleştiği ve tribünlerin tavır aldığı bir görünüm alma konusunda daha çok öne çıkmalı ve ideolojik müdahale bir mücadele biçimini almalıdır.

İşte tam bu anlamı ile tribünlerin söylenen marşlardan ya da skorlardan değil, sınıf mücadelesinden öğreneceği hâlâ çok şey vardır.