Sağlıkta muhafazakarlaşma-dinselleşme ve islamizasyon pratikleri

Ebru Basa

Blog: Sınıfın Sağlığı

AKP’nin sağlık piyasasında temel güdüleyicinin tam boy piyasalaşma hedefi olduğunu her daim belirtiyoruz. Her ne kadar AKP ezelden beridir iktidardaymış gibi hissetsek de aslında sağlık hakkının hak olmaktan ve devletin bir toplumsal yükümlülüğü olmaktan çıkması AKP’yi önceliyor. AKP’nin ayrıcalığı bu uzun iktidar dönemi boyunca Dünya Bankası mahreçli Sağlık Reformu programlarının en saflaştırılmış halini uygulama olanağını yakalamış olmasında.

AKP iktidarının sağlık hizmetlerinin çok katmanlı ve basamaklı yapısını sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yeniden biçimlendirirken son derece radikal davrandığını, geleneksel organizasyon şemasından finansman modellerine ve istihdam biçimlerine varana kadar alanın tüm bileşenlerini yeni baştan tasarladığını söyleyebiliriz. Sağlık Bakanlığı hizmet üretimini denetleyen yeni bir kurumsal kimlik edindiği için üretimin hemen her alanında yönetim erki üst kurullara devredilirken bu yeni tasarımın neden bir “Sağlık Piyasası Kurulu” ile taçlandırılmadığı ise belirsiz.

Tek ve merkezi bir üst kurul oluşturmak yerine fonksiyonların Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı ve Sağlık Turizmi Kuruluna delege edilmesi tercih edilmiş. Dikeyine hiyerarşi sermayeyle işbirliğini dışlamıyor. Özel sermayenin sayılan organlarla oluşturduğu ara yüzeyler zaten tanımlanmış ve yönetim mekanizmasına dahil edilmesinin araçları da zaten üretilmiş durumda. Sağlık Bakanlığı ise koordinasyondan sorumlu.

Sağlıkta muhafazakarlaşma/dinselleşme ve İslamizasyon pratiklerinin tümünü pür bir ideolojik müdahalenin, gerici bir cüretkarlığın ürünü olarak değerlendirmek yanıltıcı olabilir. AKP düalizmi ve fırsatçılık istisnasız elele ve ardışık ilerliyor.

Yeni doğan bir bebeğin evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelip gelmediğinin ve dininin sorgulandığı Yenidoğan Kayıt Formu örneğindeki gibi düpedüz gerici bir salvo atışını piyasanın kucağına bırakılan geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamaları atağı izleyebiliyor. Diğer yandan piyasa uyumlu tıbbi İslamizasyon pratikleri ise neredeyse istisnasız biçimde sağlık turizmine de entegre edilebiliyor.

Kronolojik döküm içinde ele alındığında taciz atışlarının son iki yılda yoğunlaştığı anlaşılıyor. İşaret fişeği ise birinci basamak sağlık hizmeti başvurularında kullanılan Yenidoğan Kayıt Formu’ydu. Formda yeni doğmuş bir bebeğin sağlık durumunun değerlendirilebilmesi bakımından hiç de gerekli olmayan evlilik dışı doğup doğmadığı bilgisi babanın TC kimlik numarasıyla birlikte sorgulanıyordu. Bu gayrımeşru sorgulama işlemi İstanbul Tabip Odasının girişimiyle açığa çıkartıldı ve yaygın tepki üzerine formlarda değişikliğe gidildi.

Yurttaşların doğduğu anda kodlanmasından başka bir amaca hizmet etmediği aşikar olan bu uygulama sağlıkçıların duyarlılıkları sayesinde farkedilmişti. Bu arada kişisel sağlık verilerinin hiç de güvenli saklanmadığını –aslında doğrusunu söylemek gerekirse zaten saklanmadığını ve hatta satıldığını- hatırlatmaya bilmem gerek var mı?

Dinselleşme sağlık hizmetlerinin önemli bir bileşeni olan sosyal hizmetler alanında da yeniden üretiliyor. Hastanelerde din psikologlarının istihdam edilmesi ve “dini” terapi hizmetinin sağlık hizmetleri sınıfından sayılması yine AKP dönemi uygulamalarından. Bu uygulamanın yasal bir kılıfa büründürülmesi doğrultusunda Diyanet İşleri Başkanlığıyla Sağlık Bakanlığı arasında bir protokol bağıtlandı. Protokol kapsamında evlerde de manevi bakım hizmeti verilecek. Arada 1. Manevi Bakım Hizmetleri Çalıştayı gerçekleştirildi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’yla Diyanet İşleri Başkanlığı arasında gerçekleştirilen bir başka protokolle de sığınma evlerine “vaize” atamalarının önü açıldı.

KÜRTAJ KARŞITLIĞI

Biyoiktidar politikaları ve pronatalizm ise bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından propaganda ediliyor. Yaklaşık dört yıl önce tıbbi kürtaj tartışmalarıyla başlayan süreçte gericilik dozu peyder pey artırıldı. Bir tıbbi işlem olan küretajı Roboski katliamına eşitlemek ilk bakışta akla ziyan görünse de sağlıkla ilgili bir kavramı dehşetengiz bir ideolojik içerikle doldurmaktaki kasıt da yabana atılamaz.

Ailelerin en az üç çocuk sahibi olmaları yönündeki telkinler Türkiye toplumunun henüz yaşlı değilse de yaşlanmakta olan bir toplum olduğu ön kabulüne dayanıyor. Nüfusun yaşlanması kronik hastalık yükünün toplumsal maliyetinin de artması demek. Aktüeryal dengenin korunabilmesi adına bu maliyeti üstlenebilecek işgücü arzına gereksinim var.

İşçilerin her gün kuşlar gibi öldüğü, işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerinin bir maliyet kalemi olarak görüldüğü ülkemizde kapitalizmin ihtiyaç duyduğu işgücü arzı için de doğurganlık hızının düşmemesi gerekiyor. Performansla kamçılanan bir tıbbi işlemin pronatalizmle –o da tümüyle fiziksel gerekçelerden kaynaklanan- uyumsuzluğu ise sağlıkta dönüşüm programının kendisiyle çeliştiği neredeyse tek başlık oldu.

663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bölge sekreterlikleri çatısı altında işletmeleştirilerek birleştirilen, İcra Kurulu Başkanları tarafından yönetilmekte olan ve kendi maliyesinden sorumlu kılınan kamu hastanelerinde gelir getirici tüm tıbbi işlemlerin alıp başını gitmesi zaten kaçınılmazdı. İş güvenceleri kendilerine altı ayda bir verilen karnelerdeki notlara o da performans gelirine bağlı olan bölge sekreterleri işin fıtratı gereği işletme gelirlerini arttırma yoluna gidince performans baskısı altında tıbbi endikasyon zorunluluğu aranmaksızın gerçekleştirilen sezaryenle doğumlar normal yolla gerçekleştirilen doğumları katladı ve Bakanlık alarma geçti. En az üç çocuk doğurmayı olanaksız kılmasa da hayli zorlaştırdığı için...

Gericiliğin kadın bedeni üzerinde tahakküm kurma girişimleri kürtaj karşıtlığından istim aldı, en az üç çocuk ısrarında epey bir oyalandıktan sonra ne kadın emeğinden ne de doğurganlığından vazgeç(e)mediği bir ara formüle demir attı. Kadının eksik/evde ve esnek istihdamı  biçiminde özetlenebilecek bu ara formülde çocuk bakımı ilköğretim yaşına gelen kadar anneye zimmetleniyor. Beş çocuklu kadına erken emeklilik de bu projenin mütemmim cüzü sayılır.

HELAL GIDA

Sonraki dalga helal-haram dikotomisinden geldi. Helal gıdadan sonra halkımız helal süt, helal ilaç ve helal kemik iliği kavramlarıyla tanıştı. Toplumsal yaşamın dinsel referanslara göre belirlenmesinde akıl sınırlarını zorlayan bir başka tartışma yine bu kavram setinden alevlendi. Dini inancı olmayan kadınların sütünün de inançsız olacağından hareketle helal süt bankası kurma önerisi şimdilik rafa kalkmış durumda. Domuz jelatininin ilaç üretiminde kullanılmasına dayandırılan helal ilaç uygulaması ise herhalde TÜSEB’e bağlı Kalite ve Akreditasyon Enstitüsünün ilgi alanına giriyor.

Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Yönetmeliği ise 2014 yılında Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Yönetmelik yayınlanmadan önce Türk Tabipleri Birliği ilgili uzmanlık derneklerinden temsilcilerin de yer aldığı Bilimsel Kurul aracılığıyla konuya ilişkin görüşlerini Bakanlıkla ve kamuoyuyla paylaşmıştı. Yönetmelik TTB’nin görüşü dikkate alınmaksızın yayınlandı, TÜSEB’e bağlı Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Enstitüsü’nün uygulamaların sertifikalandırılmasından ve denetiminden sorumlu olacağı açıklandı.

Modern tıbbın karşısında bilimsel kanıta dayalı olmayan yöntemlerin yine modern tıbbın alternatifi gibi sunulabilmesinde ve eğitimli orta sınıflarda alıcı bulabilmesinde genel anlamda aklın gerilemesinin ve yeni tarihsel gericilik döneminin payı var. Bir diğer neden de piyasa egemenliğine girdikçe çürüyen ve çürüten sağlık ortamı elbette. Yoksa başka türlü kupa terapisi, hacamat, karyopraktik, maggot, müzikoterapi gibi etkinliği kanıta dayalı bilimsel araştırmalarla ortaya konulamayan geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamalarına aklı başında bir insanın bel bağlamasına olanak yok.

AŞI KARŞITLIĞI

Tam da bu nedenle Yeni Ortaçağ'ın insan aklı üzerindeki egemenliğini hiç hafife almamak gerek. Aşı karşıtlığı bu egemenliğin toplumların sağlığını ve geleceğini tehdit eden son ve güncel örneği olarak envanterimizdeki yerini alıyor. Ve kapsama alanı İslamizasyon başlığına sıkıştırılamayacak kadar geniş ne yazık ki. Aslında aşı karşıtına kestirmeden genel gerici diyebiliriz bile. Bu karşıtlık, geçmişte prestijli bir bilimsel yayında yer aldıktan sonra çürütüldüğü için bugün artık indeksten çıkartılmış bir makaleye dayandırılıyor.

Aşılardaki cıva bileşiklerinin otizm etiyolojisiyle illişkilendirildiği bu makalenin geniş yankı bulmasının ardından aileler çocuklarının aşılanmasına izin vermiyorlar. Aynı dergide bu ilişkinin kurulamayacağını kanıtlayan başka bir bilimsel bir makale daha yayınlanmasına rağmen bugün artık indekste dahi yer almayan ilk makalenin algıdaki etkisi belli ki değişmiyor.

Atıf yapılması mümkün dahi olmayan bu makaleye istinaden Trabzon’lu öğretmen bir anne ile savcı bir baba çocukluk çağı aşı takviminde yapılması zorunlu olan kızamık aşısının otizme yol açtığı gerekçesiyle Sağlık Bakanlığına dava açıyor. Yerel mahkemenin Bakanlık lehine verdiği kararın aile tarafından temyize götürülmesinin ardından Anayasa Mahkemesi aileyi aşı yaptırmamakta haklı buluyor.

Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararıyla aşı karşıtlığı bugün itibarıyla kendisine son derece sağlam bir hukuksal bir dayanak bulmuş durumda. En acısı aşı karşıtlığı biçiminde tezahür eden gericiliğin kazandığı ideolojik zafer. Çünkü Anayasa Mahkemesinin bu kararıyla hem Medeni Kanunda, ve hem de Çocuk Koruma Kanununda ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinde geçen “çocuğun yüksek yararı” ilkesi  ve hem de toplumun çocukların sağlığının korunması ve geliştirilmesindeki yükümlülüğü yok sayılıyor. Bağışıklama tasarrufunun ebeveynin tercihlerine bırakılması çocuğu anne babanın bir nevi özel mülkü gibi gören çarpıklığın ürünü.

Gericilik aynı zamanda bencilliktir.

Çocuğunu aşılatmayan aile bir ıssız adada değil başka çocukların da büyüdüğü bu toplumda yaşıyor çünkü. Ve evrensel kabul gören bir bilimsel veri olarak bulaşıcı hastalıkların boy göstermemesi adına toplumsal bağışıklama oranının yüzde 86’nın altına düşmemesi gerekiyor.

Biz sağlıkçılar yalnızca memleketimizin değil yeryüzünün bütün çocuklarına karşı sorumluyuz. Ensarcılara da aşı karşıtı yeni tür gericilere de söylenecek tek söz var. Sizin çocuklarınızı da biz koruyacağız. Yeryüzünün bütün çocuklarını koruyacağımız gibi.

Vallahi sizi sileceğiz...