Irkçılığın tıpsallaştırılması

Çeviren: Akif Akalın

Blog: Sınıfın Sağlığı

Liberal ideoloji ırkçılığı “bireysel” bir sorun olarak görür ve “birey” düzeyinde açıklamaya çalışır. Toplumcu literatürde ise ırkçılık “sınıfsal” açıdan değerlendirilir. Bu bağlamda toplumcu yazarlar, liberalizmin ırkçılığı “toplumsal” boyutlarından soyutlayarak, “tıpsallaştırılma” çabalarını deşifre eden çalışmalar yayınlamaktadır. Aşağıdaki makale Amerikan Sosyoloji Birliği’nin yayın organı olan Contexts dergisinde (Cilt 13, Sayı 4, Sayfa: 24 – 29) yayınlandı. Yazar James M. Thomas, Mississippi Üniversitesi Sosyoloji ve Antropoloji Bölümü’nde görevli bir akademisyen. Bu makaleyi okurken, liberal ideolojinin “ırkçılık karşıtı” bir kisveye bürünerek, nasıl ırkçılığa karşı mücadele eder görünürken ırkçılığı yeniden ürettiğine dikkat etmenizi rica ediyoruz. Böylece sol içindeki liberal saldırının daha iyi anlaşılabileceğini umuyoruz.      


2013 Haziran’ında Ulusal Futbol Ligi’nde Filadelfiya Kartalları’nın hücum oyuncusu Riley Cooper, Kenny Chesney konserinde, “Şu çiti aşacağım ve buradaki bütün zencilerle dövüşeceğim birader” diye bağırırken kameraya yakalandı. Videoyu izleyen kamuoyununun ayağa kalkmasından sonra bir beyaz olan Cooper basın açıklaması yaptı: “Böyle saldırgan bir şeyi nasıl yapabildiğimi daha iyi anlamama ve herkes için iyileştirme sürecini nasıl başlatabileceğime yardımcı olması için bazı profesyonellerle görüşeceğim”. Takımı Cooper’ı “sözcüklerinin çok sayıda insanı nasıl yaraladığını anlamasına” yardımcı olması için etkinliklerinden mazur gördü.

Bu tanınmış bir figürün ırkçı davranış nedeniyle profesyonel danışmanlık arayışına ilk örnek değildi. 2006 yılında Seinfeld dizisinde Kramer olarak tanınan Michael Richards bir Batı Holywood komedi kulübünde gösteri yaparken sözünü kesenlere “zenciler” diye bağırmıştı. Daha sonra Richards’ın basın danışmanı hemen bir demeç vererek Richards’ın psikiyatrik yardım aradığını açıkladı. Paula Deen, Mel Gibson ve John Rocker da kamuoyuna ırkçılıkları için tedavi olmak istediklerini açıkladılar. Bu durum ırkçı davranışları giderek bir akıl sağlığı sorunu olarak çerçeveleme eğilimini yansıtıyor.

Irkçılık nasıl psikopatolojik bir durum olarak görülmeye başladı ve bu anlayış ırkçılıkla savaş çabalarını nasıl etkileyebilir? Aklımdaki bu soruyla ana akım yazılı basını, konferansları, başkanın konuşmalarını ve İkinci Paylaşım Savaşı’ndan bugüne kadar Amerikan Psikiyatri Birliği içindeki tartışmaları inceledim. Aynı zamanda medeni haklar aktivistlerinin 1950’lerin sonlarından 1970’lerin başlarına kadar yaptıkları halka açık konuşmaları analiz ettim.

Bu araştırma zaman içinde uzmanların ırkçı olmanın etkilerine ve ırkçılığın kurbanlar üzerindeki psikopatolojik sonuçlarına ve ilişkin giderek artan bir kaygı ifade ettiklerini göstermektedir. Bu, ırkçılığın doğası ve nedenleri üzerine anlayışımızı dönüştüren bir akıl sağlığı söylemidir. Bu tıpsallaştırılmış modelde yeni protokoller ırkçılık durumundan muzdarip olanları tedavi etmeye odaklanmaktadır. Bu, medeni haklar sonrası dönemin “yeni ırkçılığını” yansıtan bir anlayıştır.

OTORİTER KİŞİLİKLER
Genellikle modern bilimin ondokuzuncu yüzyıl bilimsel ırkçılığını yerinden ettiği düşünülür. Ancak bilimsel ırkçılık çok sayıda sosyal bilimsel araştırmaya bağlı olarak çökerken, eşzamanlı olarak ırkçılığın patolojik bir durum olarak yeniden tanımlanması ortaya çıkıyordu.

1944 yılında Amerikan Yahudi Komitesi (AYK) soykırıma yol açan aşırı bağnazlığın kökenlerini incelemek amacıyla din ve ırkçı önyargı üzerine 2 günlük bir konferans düzenledi. Bu konferansı takiben AYK “Studies in Prejudice Series” adıyla üç cildi aşağıdaki soruyu incelemeye odaklanan 5 ciltlik bir dizi yayınlamaya başladı: Bireyleri önyargılı yapabilen psikoloji nedir? Çalışmanın ilk cildi (belki de en çok bilinen cildi) Berkeley Kaliforniya Üniversitesi’nden Theodor Adorno ve üç meslekdaşı tarafından yazılmış Otoriter Kişilik’ti.

1950 yılında yayınlanan Otoriter Kişilik kamuoyunda büyük bir tartışma başlattı. Kitap anti-Semitizm ve diğer aşırı bağnazlık formlarının yalnızca olumsuz tutumlardan çok daha fazlasını gerektirdiğini iddia etti. Bunlar “çekirdek düşüncelerden” oluşuyordu;  Yahudilerin işbirlikçi, siyahilerin tembel veya eşcinsellerin sapık olduğu gibi birincil önemdeki merkezi inanışlar. Adorno ve arkadaşlarına göre bu çekirdek düşünceler oluşur oluşmaz, diğer düşünce ve tutumları daha geniş bir inanışlar sistemi, ırkçılık dahil aşırı nefret üreten bir “otoriter kişilik” oluşturmak üzere kendilerine çekiyorlardı.

Otoriter Kişilik’in sunduğu çerçevenin zamanın çeşitli dikkat çeken medeni haklar aktivistleri ve örgütleri için oldukça yararlı olduğu anlaşıldı. 1955 yılında Emmet Till’in öldürülmesini takiben, zamanın National Association for the Advancement of Colored People (NAACP) Yönetici Sekreteri olan Roy Wilkins, Adorno’nun çalışmasından esinlenerek Till’in linç edilmesinden sorumlu olan nefretin “Mississippi’lilerin kanında bulunan bir virüs” olduğunu ileri sürdü.

1958 Eylül’ünde zamanın New York Şehri Gruplar Arası İlişkiler Komisyonu Başkanı olan Alfred J. Marrow Nebraska Omaha’da Ulusal Şehir Ligi Yıllık Toplantısı’nda bir konuşma yaptı. Marrow konuşmasında ırkçılığın hem kurbanları hem de failleri için “duygusal hasar” yarattığını iddia etti ve sosyal bilimcileri ve politika yapıcıları yalnızca “ırk ayrımcılığının kurbanları üzerindeki akıl sağlığı etkilerini” değil, aynı zamanda “ayrımcılık yapanlar üzerindeki sağlık etkilerini de” göz önüne almaya çağırdı.

Marrow öğrenciliğinde modern çağda sosyal ve uygulamalı psikolojinin en önde gelen öncülerinden biri olan Alman-Amerikalı psikolog Kurt Lewin’le çalışmıştı. 1933’de Hitler’in iktidara gelmesinden önce Lewin Almanya’da çalışıyordu ve Theodor Adorno’nun üye olduğu Frankfurt Üniversitesi Sosyal Araştırma Enstitüsü’yle güçlü bağları vardı. Adorno gibi Lewin de Hitler 1933’de iktidara geldiğinde Almanya’dan kaçarak, Toplum Karşılıklı İlişkiler Komisyonu’nda (TKİK) yönetici pozisyona geldi. Lewin yönetimindeki TKİK Amerikan Yahudi Komitesi (AYK) ile işbirliği yaptı. AYK’nin 1944 yılında düzenlediği din ve ırkçı önyargı konferansında Lewin ve Adorno kilit katkıcılardandır.

Lewin ve Adorno ilişkisi ve Lewin’in Alfred Marrow’a mentörlük yapması, Marrow’un ırkçılık ve akıl sağlığı arasındaki ilişki üzerine yorumlarını bağlamsallaştırmaya yardımcı oluyor. Marrow’un daha sonra New York Şehri İnsan Hakları Komisyonu haline gelecek olan New York Şehri Gruplar Arası İlişkiler Komisyonu’ndaki başkanlığı ve Wilkins’in ülkedeki en etkili medeni haklar örgütündeki konumu, onlara ırkçılığın bir akıl sağlığı sorunu olduğu iddiasını teşvik etmek için geniş bir platform sağlamıştır.

HASTA TOPLUM?
1950’lerin sonunda çok sayıda akıl sağlığı araştırmacısı ırkçılığı psikiyatrik epidemiyolojinin “hasta toplum” modeli içine yerleştirmek için Otoriter Kişilik’de sunulan çerçeveyi kullandılar. Medeni haklar hareketinde etkin olan beyaz ve siyahi akıl sağlığı çalışanları da ırkçılığın bu sosyal hastalıkların çoğunu yaratmaktan ve sürdürmekten sorumlu olduğunu söylediler.

Bu iddialar ırkçılık kurbanlarının topluma dayalı akıl sağlığı merkezlerinin tedavi edebileceği psikolojik stres yaşadığı görüşüne dayanan 1963 Toplum Akıl Sağlığı Yasası’nın geçmesiyle zirveye ulaştı. Bir yıl sonra 1964 Özgürlük Yazı boyunca 100 hekim, hemşire ve psikiyatrist ırk ayrımcılığı yapılan topluluklarda siyahilere akıl sağlığı bakımı sağlamayı kapsayan bir misyonu olan İnsan Hakları Tıbbi Komitesi’ni (İHTK) kurdular.

Psikiyatrist Alvin Poussaint 1965 – 1966 arası İHTK’nin Güney şubesinde saha yöneticisi olarak hizmet etti. Poussaint Ebony Magazin, The New York Times ve Boston Globe sayfalarında ırkçılığın hasta bir toplumun ürünü olduğunu ve sosyal hastalık ürettiğini ileri sürdü. 1967’de The New York Times’da  yazan Poussaint, ırkçılığın Afrika kökenli Amerikalıları şiddet tehdidi korkusuna uygun öfke ifade edemez hale getirdiğini söyledi. Siyahi Amerikalıların öfkelerini bastırdıkları için psikolojik kendinden nefret etmenin çekirdek bir biçimini geliştirdiklerini iddia etti.

Poussaint bu iddialarda bulunan tek akademisyen aktivist değildi. 1965 yılında, 1930 ve 40’ların oyuncak bebek çalışmalarıyla tanınan Kenneth B. Clark Ebony Magazin’e yazdığı bir editöryal makalede ırkçılığın paranoya ürettiğini ve ırkçılığın kendisinin bir paranoya türü olduğunu söyledi. Çalışma Bakan Yardımcısı Daniel Partick Moynihan aynı yıl kötü şöhretli Zenci Aile kitabını yayınladı (kitap daha sonra Moynihan Raporu olarak anıldı). Moynihan ırkçı sosyal ve ekonomik politikalar mirasının siyahi aileler içinde “karmaşık patoloji” yarattığını ileri sürdü. Moynihan, aiyahi Amerika’nın “bozuk aile yapısının” sonunda siyahi çocuklar arasında “ham, kriminal ve nörotik davranış” yaratacağı sonucuna vardı.

Moynihan Raporu’nun ağır eleştirilere maruz kalmasına karşın, zamanın birçok medeni haklar lideri raporun sosyal patolojilerin siyahi gençlerin psikolojik yabancılaşmasına yol açtığı iddiasını yinelediler. Dr. Martin Luther King Jr., Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 1967 yılındaki Yıllık Toplantısı’nda yaptığı konuşmasında siyahiler arasındaki yabancılaşmanın son kent ayaklanmaları dalgasından sorumlu olduğunu söyledi. Beyaz Amerikalıların diğer yurttaşlar yerine mülkiyete değer verdiğini söyleyen King, kent ayaklanmasının siyahilerin bir tür “duygusal boşalma” biçimi olduğunu ve beyaz toplum için şok anlamına geldiğini iddia etti. 1960’ların sonunda akademisyenler gibi aktivistler arasında popüler olan “hasta toplum” modeli “yeni ırkçılığın” içine yerleşeceği bir psikopatolojik çerçeve için temel oluşturmuştu.

TEŞHİS OLARAK IRKÇILIK
1969 yılında aralarında Poussaint’ın da bulunduğu bir grup siyahi psikiyatrist yıllık toplantılarında Amerikan Psikiyatri Birliği’ne (APB) bir talepler listesi sundular. APB’ni ırkçılığın “ülkedeki en büyük akıl sağlığı sorunu” olduğunu kabul etmeye ve aşırı bağnazlığı bir akıl hastalığı olarak Tanı ve İstatistik El Kitabına (TİEK) dahil etmeye zorladılar.

APB bu “reformun genel ruhunu ve Amerikan psikiyatrisinde ırksal eşitsizlikleri onarmayı” uygun buldu. Ancak siyahi psikiyatristlerin aşırı bağnazlığın akıl hastalığı olarak sınıflandırılması isteğini reddetti. APB, ırkçılığın akıl hastalığı olarak kabul edilmesi için normatif davranıştan sapması gerektiğini ilan etti.

APB, psikiyatristlerin talebini neden reddettiğini açıklarken, Harvard’dan sosyal psikolog Thomas Pettigrew’un yürüttüğü bir dizi çalışmaya atıf yaptı. Pettigrew 1950’lerin sonunda Kuzey ve Güney’de 8 küçük şehirde oturanlarla görüşürken, diğer şeyler yanında Güneylilerin Kuzeylilerden daha güçlü otoriter kişilik sergileyip sergilemediğini de sınamıştı. Pettigrew Güneylilerin Kuzeylilerden daha yüksek düzeyde önyargı sergilediği fakat bu gruplar arasındaki otoriterlik düzeyinin özdeş olduğu sonucuna varmıştı. Özetle ırkçılık normal bir davranış olduğundan, bir akıl hastalığı oluşturmuyordu.

APB’nin ırkçılığı patolojik olarak kabul etmeyi reddetmesine rağmen, birçok klinik çalışan ırkçılığın etkileri için tedavi modelleri geliştirmeye başladılar. En kötü şöhretli örnekler, 1967 yılında siyahi öğrencilerin devam ettiği Teksas Güney Üniversitesi’nde Houston polisi ile öğrenciler arasındaki silahlı çatışmadan sonra ortaya çıktı. Belediye Başkanı Louie Welch, Rice Üniversitesi psikoloğu Blair Justice’i Houston polisi ile Houston siyahi toplumu arasındaki gerilimi hafifletmesi için çağırdı. 1969 yılında psikolog ekipleri katılımcılar arasında derinlerde gömülü önyargıları açığa çıkartmak için tasarlanmış hararetli tartışmaları yüreklendirdiler. Bir yıl sonra Welch, tanımlanabilir önyargılarda küçük bir azalma sergileyen polis tutumları üzerine sınamalara dayanarak programın bir başarı olduğunu söyledi.

Bu arada APB sıraları arasında örgütün ırkçılık üzerine resmi pozisyonu oldukça çekişme olarak kaldı. 1971 yılında Başkan Yardımcısı Charles Prudhomme Amerikan Psikiyatri Dergisi’ndeki editör yazısında ırkçılığın “psikososyal gelişmeye paralellik gösterdiğini ve analog olduğunu” yazdı. APB’nin 1979 Yıllık Toplantısı’nda Carl Bell, Otoriter Kişilik’ten esinlenmiş, hararetle tartışılan bir bildiri sunarak, ırkçıların narsistik kişilik bozukluğundan muzdarip olduğunu ve özsaygılarını güçlendirmek için otorite figürlerinden sürekli ödül aradıklarını iddia etti.

Sonunda Alan Stone 1980 yıllık toplantısındaki başkanlık konuşmasında APB içindeki ırkçılığın bir psikiyatrik sorun mu, sosyal sorun mu, yoksa her ikisi mi olduğuna ilişkin tartışmayı tartıştı. APB’nin “bu çatışmayla açıkça yüzleşmesinin” mesleki bir zorunluluk olduğunu söyledi. Stone’un görüşlerinin tartışmanın çözümüne katkısı olmadı, Poussaint ve Bell dahil bazı akademisyenler APB’nin ırkçılığı 1980 ve 1994’de yayınlanan TİEK 3 ve TİEK 4’ün (DSM 3 ve 4) dışında tutmasını eleştirdiler.

Ancak 1990’ların başında klinisyenler ırkçılığı tanımlama ve tedavi için tasarlanmış bazı tanı araçları önerdiler. 1991 yılında yayınlanan “Bir Hastalık Olarak Irkçılık” başlıklı bir makalede   Judith Skillings ve James Dobbins dört semptom tanımlayan bir klinik tanı önerdiler: birinin mirasının diğerininkinden daha üstün olduğu inanışı, ırkçılığın konakçıda hiçbir bilinçli antipati duygusu olmaksızın bulaşıcı hale gelmesi, algıların çarpık veya kafa karıştırıcı olması, ırkçılığın konakçıyı ele geçirmesi ve konakçının mental ve duygusal iyiliğini hedeflemesi. Irkçılığın sağladığı güce erişimin ırkçıları güç kaynağına bağımlı kıldığını iddia ettiler. Diğer bir deyişle ırkçılığın bağımlılık yapıcı olduğunu iddia ettiler.

Skillings ve Dobbins bağımlılığın dört belirtisini tanımladılar: akılcılaştırma (“genel olarak çeşitliliği arttırmamız gerektiğini biliyorum fakat neden bunun bir parçası olmak zorunda olayım?”); seçici kıyaslama (ırkçı olamam, çünkü hiçbir Meksikalıya wetback – Meksikalıları aşağılayıcı bir terim – demedim”); bağımlılık kaynağını koruma (“beyaz imtiyazına sahip olduğumu biliyorum, fakat ne yapmamı istiyorsun, vaz mı geçeyim?”) ve asgarileştirme (“ırkçı olmuyorum, sadece olanı söylüyorum”). Bu arada Los Angeles Üniversitesi Koleji’nden psikolog Edward Dunbar “önyargılı kişilik” olarak adlandırdığı şeyi ölçmek için bir “önyargı ölçeği” geliştirmeye başlamıştı. En yüksek skoru alan bireyler ırksal ve etnik azınlıklardan mali tavsiyelere güvenmeyen, beyaz olmayan müşterilerle uygun olmayan etkileşimler nedeniyle işini yitirmiş ve hatta Oklahoma bombalamasına desteğini ifade etmişti.

2000’lerin başında ırkçılığın “önyargılı kişilik”, “hoşgörüsüz kişilik bozukluğu” ve patolojik yan tutma dahil birkaç klinik adı vardı fakat TİEK’de resmi bir tanı yoktu. APB 2013’de TİEK 5’e ırkçılık, cinsiyetçilik ve heteroseksizm bölümü altında “patolojik yan tutma”yı eklemeyi düşündü fakat sonunda bunu yapmamaya karar verdi. Fakat 2012 yılında Oxford Kişilik Bozuklukları El Kitabı ırkçılığa bir bölüm ayırdı.

'PATOLOJİK IRKÇILIK' ÇAĞINDA IRKÇILIK KARŞITLIĞI
İkinci Paylaşım Savaşı’ndan beri tıbbın ve psikolojinin otoritesinin artması, insan davranışının tıbbi ve psikolojik olarak açıklanmasında artışa yol açtı. Tıp ve bilimdeki gelişmeler yalnızca insan davranışları için yeni anlayış üretmedi, aynı zamanda bu davranışların nasıl ele alınacağına ilişkin öngörüler de üretti.

Stuart Kirk ve Herb Kutchins’in 1992 yılında yayınlanan kitabı “DSM (TİEK) Satışı”na göre ABD’deki lisanslı psikiyatristlerin sayısı yüzde 30’dan fazla arttı, lisanslı klinik psikologların sayısı neredeyse üçe katlandı ve klinik sosyal çalışmacıların sayısı 1975 – 1990 arasında 25 binden 80 bine yükseldi. Dahası ABD Emek Bürosu İstatistikleri’ne göre 2020’de klinik psikolog ve psikiyatristlerin iş alanının yüzde 20 – 28 arasında büyüyeceği tahmin ediliyor.

Akıl sağlığı mesleklerinin genişlemesinin yanı sıra TİEK da büyüdü. 1952 yılındaki ilk baskı 130 sayfaydı ve 106 akıl hastalığı içeriyordu. 16 yıl sonraki ikinci baskıda 182 mental bozukluk vardı. 2013’de basılan TİEK 5 300’den fazla mental hastalık öneriyor. Küresel farmasötik endüstrinin büyümesi göz önüne alındığında (2011’de 500 milyar dolar) ırkçılığın patolojizasyonu (hastalık haline getirilmesi) bağlamı daha açık hale gelir. Bu sosyal olgunun bireyselleşmiş tıpsallaştırılmış anlayışından elde edilecek devasa kar vardır.

Irkçılık için “tedavi” arayışı Oxford Üniversitesi araştırmacıları tarafından 2012 yılında yapılan bir deneyde kendisini gösterdi ve kamuoyunun ilgisini oldukça çekti. Deneyde bilim insanları deneklerin yarısına kalp hastalıklarının tedavisinde sık kullanılan bir ilaç olan propranolol verirken, diğer yarısı plasebo aldı. Sonra deneklere, bilinçsiz ırkçılığı ölçen Örtük Tutum Testi yapıldı. Propranolol alan katılımcılar, plasebo alanlara göre testten anlamlı olarak düşük skorlar aldılar. Baş araştırmacı “böyle bir araştırma bilinçsiz ırksal tutumlarımızın ilaç kullanılarak değiştirilebileceği olasılığını yükseltti” diye yazdı. Kaliforniya Cezaevi ırkçılık ve homofobiyi tedavi çabasıyla mahkumları antipsikotiklerle tedavi etti.

Irkçılığı psikopatolojik bir durum olarak teşhis ve tedavi etmek için süregiden çabalar ırkçılık karşıtı aktivistlerinin sorunu olmalıdır. Sarah Ahmed 2012 yılında yayınlanan On Being Included (Dahil Edilme) başlıklı kitabında ırkçılık karşıtı çabaları sistemik ve yapısal nedenlere odaklı kalmaları için uyarmaktadır. Ahmed “kötü tutumlu” bireyler kesinlikle var olduğunu fakat “kötü elmalara” odaklanmanın ırkçılığın kapsam ve boyutunu hafife alacağını ve bizi ırkçılığın zaman içinde kültürler arasında ve sosyal bağlamlarda nasıl yeniden üretildiğinin zayıf bir açıklamasıyla bırakacağını ileri sürmektedir. Ahmed’in yazdığı gibi “ırkçılığın bireylerle tanımlanması, kurumların ırkçılığının yeniden üretimi için bir teknoloji haline gelmektedir”.

Irkçılığın azınlıklar üzerine psikolojik etkileri veya ırkçılığın egemen ırksal grupların azınlıkları algılamalarını ve onlarla etkileşimlerini etkilemesi inkar edilmiyor. Bu, ırkçılığın psikopatolojik bir durum olduğunu kanıtlamaz, fakat davranışsal ve ilaç tedavileriyle tedavi edilebilir.

Los Angeles Clippers’ın eski sahibi Donald Sterling’inki dahil aşikar ırkçı açıklamalar ve eylemleri çevreleyen yakınlardaki tartışmalar, birçok Amerikalının ırkçılığı bireysel bir olgu olarak gördüğünü ve ırkçılığın sistemik ve yapısal açıklamalar yerine bir ırkçının olumsuz tutumları, inanışları ve ifadeleri olduğuna inandıklarını göstermektedir. Şimdi “ırk-sonrası” bir toplumda yaşadığımız şeklinde giderek popülerleşen inanış bunu daha yaygın hale getirmektedir.

Yeni milenyumun “yeni ırkçılığında” tanımlanabilir ırkçılık genellikle psikolojik tedaviyi hak eden “anormal davranış” olarak sınıflandırılmaktadır. Bu da örtük ve yapısal ırkçılığın önemini daha da görünmez kılmaktadır. Fakat gerçekte sanayileşmiş batı ülkelerinin çoğunun yanı sıra ABD kalıcı bir ırkçı egemenlik deseniyle şekillendirilmiştir. Irksal azınlıklar tabi kılınmışlar ve beyazlar bu tabi kılınmadan fayda sağlamışlardır.

Davranışsal ve ilaç tedavilerini içeren bireysel tedavi protokolleri ırkçılığın nedenlerinden çok kurumsal ırkçılığın semptomlarını hedeflemektedir. Çağdaş ırkçı hiyerarşilerin kökenlerini ve yeniden üretimini tam olarak anlayabilmek için, tarihsel zemine dayalı, kültürel bakımdan aydınlatılmış ve politik olarak uyumlandırılmış modellere gereksinimimiz var.


OKUMALAR

Ahmed, Sara. On Being Included: Racism and Diversity in Institutional Life (Duke University Press, 2012). Investigates the experiences of those charged with doing diversity work, and how institutionalizing diversity initiatives can mask racism.

Conrad, Peter. The Medicalization of Society: On the Transformation of Human Conditions into Treatable Disorders (The Johns Hopkins University Press, 2007). Illustrates the transformation of human conditions and problems into medical problems over the past several decades.

Duster, Troy. Backdoor to Eugenics, 2nd Edition (Routledge, 2003). Provides empirical analysis of eugenics’ lasting influence on social policy, including welfare reform, public health, and the criminal justice system.

Gilman, Sander. Difference and Pathology: Stereotypes of Sexuality, Race, and Madness (Cornell University Press, 1985). Traces the history of stereotypes, demonstrating their origins in ideas of women, Jews, and blacks as carriers of disease and illness.

Rose, Nikolas. Inventing Ourselves: Psychology, Power, and Personhood (Cambridge University Press, 1998). Traces the historical role the psy-disciplines—psychology and psychiatry in particular— played in transforming personhood into something that can be treated, worked on, and reshaped by clinical practitioners and therapeutic protocols.