Sorumluluğu paylaşmaya davet

Çağlayan Üçpınar

Blog: Sınıfın Sağlığı

NOT: Muğla Tabip Odası Başkanı Dr. Çağlayan Üçpınar, bu konuşmasını 14 Mart töreninde yapmıştır.

Değerli konuklar, sevgili meslektaşlarım;

Sözlerime dün Ankara’daki saldırıda ve daha önceki saldırılarda hayatını kaybedenleri saygı ile anarak başlamak istiyorum. Ankara Garı’nda 10 Ekim katliamından şans eseri kurtulmuş birisi olarak, ölenlerin yakınlarını ve o sırada patlama bölgesinde bulunanların acılarını içimde duyuyorum. Bugüne kadar yaşanan terör olaylarında nasıl ki hiçbir suçlu bulanamadı ve hiç kimse bunlarla ilgili bir sorumluluk üstlenmedi, yine aynısı olacak.. Ve bunun böyle olacağını bilmek ne yazık ki kimseyi şaşırtmıyor. Çok üzgünüm. İnsan hayatını her değerden daha üstün tutan bir öğretinin talebeleri olarak bu acıyı tanımlamam mümkün değil.

Bu katliamın ardından herhangi bir nedenle bir konuşma yapmak hiç anlamlı gelmiyor. Canların harcandığı yerde sözün anlamı kalmıyor. Ama tıp mesleği mensupları olarak acımızı içimize atmak, paniğimizi bastırmak, ihtiyacı olanlara şifa dağıtmaya devam etmek zorundayız. Bu meslek, öyle bir meslek.. Show must go on!

Her yıl bu günlerde 14 Mart 1827’de açılan ilk tıp fakültesi ile ilgili konuşmalar yapılır. Evet, ilk tıp fakültesi Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane 2. Mahmut döneminde açılmış 189 yıl önce, ama hiç kimse ilk tıp fakültesinin açıldığı dönemin tarihsel bağlamından söz etmez.

2. Mahmut Osmanlı tarihinin en bunalımlı döneminde hüküm sürmüştür. Ama Osmanlı hanedanının en reformist sultanıdır. Yeniçeri ocağı kapatılmış, ilk düzenli ordu kurulmuştur. 1828 kıyafet nizamnamesi ile sarık ve kavuk giyilmesi yasaklanmış, ceket ve pantolon giyip sakallarını keserek halkın arasına çıkmıştır.

Tımar sistemi, Enderun, Divan-ı Hümayun feshedilip bakanlıklar ve meclisler kurulmuştur. Ölümünden 4 ay sonra yayınlanan Tanzimat Fermanının kabulündeki siyasi alt yapıyı oluşturmuştur.

İlk nüfus sayımı, ilk Türkçe gazete basımı, ilköğretimin zorunlu hale gelmesi onun döneminde gerçekleşmiştir.

İlk modern tıp okulu “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane” ve ilk harp okulu “Mekteb-i Hayriye” onun döneminde açılmıştır. O tıp fakültesi ki, 1843’te ilk mezunlarını verdikten 5 yıl sonra Avrupa’da denkliği kabul edilmiştir.

 

Sonuç: tüm bu reformlardan sonra GAVUR PADİŞAH olarak anılmıştır.

Bunları niçin söylüyorum?

Bugün kimilerinin kendilerini mirasçısı olarak gördükleri atalarının içinde bulundukları hantal ve non-fonksiyonel, ilerlemenin önünü tıkayan gerici kurum ve uygulamalardan kurtulmak için nasıl çabaladıklarını anlatmak için.

Ama Türk insanı Amerika’yı yeniden keşfetmeyi seviyor.

Nitelik yerine niceliği kalite ölçütü sayıyor.

Muayene sayılarını başarı olarak sunup, sağlık ölçütlerinin hesaplanması ve sunumunda her türlü manipülasyonu yapmakta sakınca görmüyor.

Düne kadar elle sayılabilen, saygın tıp fakülteleri yerine her ilde bir tıp fakültesi ve her yıl, niteliği tartışılan 12.500 yeni mezun ile övünüyor.

Bu coğrafyanın ezeli halk sağlığı sorunlarını çözebilmiş, bu toplumun ihtiyaçlarına uygun yapılandırılmış sağlık ocaklarının yerine, sağlıkta piyasalaşmanın önünü açan bir sistemde ısrar ediyor, yarattığı açıkları çalışanlarına işten atma tehdidi ile angarya olarak yüklüyor, yapılan itirazların hiçbirine kulak asmayarak yasal hakların kullanılmasının bile hukuken ispatını zorunlu kılıyor.

Öte yandan her vidası ile oynayarak hukuk sistemini iyice güvenilmez bir hale getiriyor.

Performans sistemi denilen vahşi kapitalizmin uygulama aracı ile hastaneler ve çalışanlarını birbirine kırdırıyor, afiliasyon adı altında bir gecede yeni fakülteler yaratıyor, ödemeler dengesini bozarak üniversite hastanelerine el koyuyor, hasta memnuniyeti diyerek her yıl onlarca personeline soruşturmalar açıp, intiharlara sevk edip cezalar yağdırıyor, şiddetin önünü açıyor.

Geleneksel tıp adı altında bilimsel uygulamaların yerine hayatı tehdit eden uygulamaları pratiğimize sokmaya çalışıyor, bunu yaparken dini referanslar ve bilgili bilgisiz, yetkili yetkisiz herkesin etki alanını kullanıyor.

 

Psikolog ve sosyal hizmet uzmanları gibi eğitimli uzman personel ile hizmet vermeyi planlamak yerine, "Manevi Destek Birimi" adı altında imamları hastanelerde görevlendirmeyi kurnazlık sayıyor.

Akademik özgürlük diyerek yaşam hakkı yok edilen insanlar için kaygı duyan akademisyenler hakkında soruşturma açıp işlerinden uzaklaştırıyor. Suruç’ta patlamada ölen insanlar için basın açıklaması yapan Ağrı Tabip Odası başkanını memuriyetten atılması için mahkemeye veriyor. Karikatür paylaşımı nedeniyle bir hekim arkadaşı meslekten ihraç ettiriyor.

Ülkenin her yeri patlıyor, onlarca insan ölüyor, olağanüstü bir durum yok diyerek faiz ve dövizin durumuna dikkat çekiyor. Kafa kesen Vandalların adını dahi telaffuz etmekten kaçınıyor. Suriye’de savaşı körükleyip gelen mülteciler üzerinden çıkar pazarlıkları yapıyor. Sağlık tesisleri karakol haline getirilip çatışmanın odağına çekiliyor, çözüm olarak zırhlı ambulans gönderiyor.

Başkentte hilafet konferansı düzenleyenlerin gerici kalkışma provasına kimse müdahale etmezken demokratik haklarını kullanan insanları gaz fişekleri, tomalar ve coplarla darp ediyor.

Bu tablo teknik olarak nerede olduğumuz iddia edilirse edilsin, fikren ve vicdanen giderek daha derin bir karanlığa gömüldüğümüzün göstergesidir. “Olmaz, bu kadarı da olamaz” dediğimiz her şeyin olduğu, oldurulduğu günlerden geçiyoruz.

Faşizm Almanya’da yerleşirken, birileri güvenli sandıkları sığınaklarındaydılar. Sıra kendilerine geldiğinde şöyle demişlerdi:

Naziler, önce komünistleri tutukladılar;

Komünist değilim diye ses çıkarmadım.

Sonra Yahudileri tutukladılar,

"Yahudi değilim ki" dedim, sesimi çıkarmadım.

Sosyal demokratları tutukladılar,

"Savunmak bana mı kaldı" dedim, sesimi çıkarmadım.

Sıra bana geldiğinde,

Etrafta tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı!

Gittiğimiz yol bu yoldur, ve bu yol iyi bir yol değildir…

Diyalog, uzlaşma, empati ve müzakere kavramları ortalıkta uçuşurken kimse başkasına yapılan zulmün karşısında taraf olmuyor. Taraf olanlar da, zulüm görme sırasına giriyor.

Bir mücadele düşüncesi ya da kırıntısı varsa sorunumuz bu mücadeleyi, hesaplaşmayı erteleme karalılığıdır.

Bilim dışı olan her şeyin her konuda alan kazandığı, sofuluğun, körü körüne inancın ve kulluğun toplumsal genetiğe kazındığı bir dönemdeyiz.

Her türlü dinsel referans bilimsel alandan dışarı atılmalıdır. Bilimde dinsel olana yer yoktur. Bu gerçek hafife alındığında, bilimi savunma alanımız kalmayacaktır. Laiklik toplumsal ilerlemenin ve bilimsel özgürlüklerin garantisidir. Dinsel düşünce ve kuralların toplum hayatında başköşeye kurulduğu bir zamanda laikliği “inanç özgürlüğü” ile karıştırmak saflık değil, ihanet sayılmalıdır.

Bilim insanları ve akademisyenler, aydınlanmadan ve özgürlükten yana olan insanlar, insanların dinsel inançlarına düşmanlık etmezler. Laiklik mücadelesini dinsel düşünce ve inanışlara, insanların inançlarına yöneltmezler.

Ama dinsel düşüncenin, dinci örgütlenmelerin toplum hayatını, üniversiteyi, bilimi tehdit ettiği noktada aydınlanma düşüncesinin, bilimin ve gerçekçi düşüncenin savunulması artık bir mücadele konusudur!

Bilim insanları ve akademisyenler bu mücadelenin merkezinde olmak durumundadırlar. Bu bir önerme değil, tarihsel bir sorumluluktur.

Bilim insanları ve akademisyenleri bu sorumluluğu paylaşmaya davet ediyorum…