Şeker

Akif Akalın

Blog: Sınıfın Sağlığı

Geçen yıldan beri Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde sürdürdüğümüz Toplumcu Sağlık Söyleşileri’nde bu ayın konusu “şeker” oldu. Konu toplum sağlığı ve sınıf mücadelesi çerçevesinde ele alınarak çeşitli boyutlarıyla tartışıldı. Şekerin gündelik yaşantımıza girmesi ve bir sağlık sorunu olarak tartışılmaya başlaması oldukça yeni ve kapitalist üretimle çok yakından ilişkilidir. Şekerin hem toplum sağlığı, hem de kapitalist üretim için önemi, esas olarak sağladığı yüksek kaloriden kaynaklanıyor. Şekerin bu özelliği onu yalnızca beslenmenin önemli bir ögesi yapmakla kalmıyor, aynı zamanda emeğin kendisini yeniden üretiminde ayrıcalıklı bir yere koyuyor.

ŞEKER VE BESLENME

Şekerin genel olarak “beslenme” içinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Şekerin sağladığı yüksek kalorinin bedensel işlevlerin yerine getirilmesinde temel bir enerji kaynağı olması, sindirildikten sonra çok kısa sürede bedenin gereksindiği enerjiyi sağlayabilme yeteneği bu besinin önemini arttırmaktadır.

Ancak “doğa” insanın bu değerli enerji kaynağından yararlanabilmesi için çok cömert değildir. Doğal besinler içinde göreli olarak az miktarda şeker bulunmaktadır. Bilim insanları bu durumun insanların besinler arasında “tatlı” olanları tercih edecekleri şekilde “evrimleşmelerine” neden olduğunu savunmaktadır. Beyindeki ödül (haz) merkezi şekerli besinlere daha duyarlıdır.

Tarih boyunca insanlar şekerin doğada nadir bulunması nedeniyle bu enerji kaynağından yeterince yararlanamamıştır. Doğal kaynaklardan şeker elde edilebilmesi güç ve pahalıdır. Şekerin modern tekniklerle rafine edilmesi ve toplumların kolayca erişebileceği miktarda üretimi yirminci yüzyılda mümkün olmuştur. Şekerin bollaşmasıyla toplumların yoksul kesimleri dahil, bütün kesimlerinin satın alabileceği kadar ucuzlaması, şekerin mutfakların (beslenmenin) temel ögelerinden bir olmasını sağlamıştır.

ŞEKER VE EMEĞİN KENDİSİNİ YENİDEN ÜRETİMİ

Sanayi devriminin toplumsal yaşama en büyük etkisi, devrimin olanaklı kıldığı “kitlesel” üretim için fabrikalarda çalışacak çok sayıda emekgücüne gereksinim duyulmasıdır. Bu sayede üretim “toplumsallaşmış”, emekgücü üretimin en önemli unsuru haline gelmiştir. Ancak üretimin diğer ögelerinden farklı olarak emekgücünün kendisini “her gün” yeniden üretebilmeye ihtiyacı vardır.

Emekçinin kendisini yeniden üretebilmesi için temel gereksinimleri barınma ve beslenmedir ve bu gereksinimlerini kapitalistten aldığı ücretle sağlar. Bu anlamda işçinin “ücretini” belirleyen ana unsur, işçinin kendisini yeniden üretebilmesinin maliyetidir ve işçinin kendisini yeniden üretiminin maliyetinin azaltılması, genel olarak ücretlerin düşük tutulabilmesini sağlar ve sermayenin “ortak” çıkarını yansıtır.

Yirminci yüzyılın başlarında şekerin rafine edilmesi ve mutfaklara oldukça ucuza girmesi, özellikle yüksek kalori gereksinimi olan ağır bedensel işlerde çalışan emekçiler başta olmak üzere işçi sınıfı için kendini yeniden üretme maliyetini oldukça düşürmüştür. Böylece şeker kapitalizm için işçi ücretlerinin düşük tutulması bağlamında özel bir yer kazanmıştır. “Stratejik” bir ürün haline gelen şeker için özel yasalar çıkartılmış, şeker üretimi “devlet” tarafından kontrol altına alınmıştır.

ŞEKER VE TOPLUM SAĞLIĞI

Şekerin mutfaklara bol miktarda girmesiyle birlikte şekerle ilişkili sağlık sorunları kendisini göstermeye başlamıştır. Daha 1924 yılında New York’ta diyabet insidansında 7 kat artış bildirilmiş, 1931 yılında Massachusetts Genel Hastanesi kardiyoloğu Dr. Paul Dudley White, ABD’de kalp hastalıklarının epidemik hale geldiğini ilan etmiştir. Yaşanan “epidemiyolojik dönüşümde” (bulaşıcı hastalıkların yerini kronik hastalıkların alması) şeker, kuşkusuz başka birçok etmenle birlikte, önemli bir rol oynamaya başlamıştır.

İnsan tarih boyunca en çok gereksinim duyduğu kalori kaynağına, aslında bu kadar kaloriye eskisi kadar gereksinimi olmadığı bir çağda kavuşmuştur. İnsan yaşamında bedensel ekinliklerin azalmaya başladığı bu çağda, alınan yüksek kalori, özellikle şekerden alınan kalori, yeterince harcanamadığından bedende yağa dönüşerek depolanmakta, bu durum çok değişik yolaklar üzerinden obeziteden alkolik-olmayan karaciğer yağlanmasına ve insülin direncine, tip 2 diyabete, kanda trigliseridlerin yükselmesine, hipertansiyona ve koroner sorunlara zemin oluşturmaktadır.

İŞLENMİŞ GIDALAR VE SAĞLIK

Kapitalizmin şekerin beyindeki ödül (haz) merkezi ürerine etkilerini keşfetmesi ve bu keşfi kapitalist kâra çevirme çabaları, şekerin büyük bir toplum sağlığı sorunu haline gelmesinde büyük bir rol oynamıştır. İşlenmiş gıdalar içindeki şeker içeriğinin arttırılmasının, gıdaların lezzetini ve dolayısıyla satışını arttırdığını fark eden kapitalist işletmeler, ürünlerinde daha fazla şeker kullanmaya başlamışlardır (*).

İnsan diyetinde şeker miktarının artmasıyla birlikte şekerle ilişkili sağlık sorunları giderek artarken, 1950’li yıllarda kamuoyunda konuya ilişkin duyarlılık oluşmaya başlamıştır. Şeker tüketiminin kilo almaya, diyabete ve çocuklarda diş çürüklerine neden olduğu iddiaları karşısında savunmaya geçen kapitalist şeker lobisi, bu iddiaları çürütebilmek için büyük medya kampanyaları başlatmıştır.

1970’ler boyunca gıdalara eklenen şekerin sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini reddeden şeker lobisi, 1990’lı yıllarda kamuoyunda şeker tüketiminin zararlarına karşı kaygıların artması üzerine strateji değiştirerek, işlenmiş gıdalarda kullandığı şekeri gizlemeye başlamıştır. Araştırmacılar işlenmiş gıdaların yüzde 74’ünde şekerlerin 60 farklı isim altında “gizlendiğini” tespit etmişlerdir.

2000’li yıllara gelindiğinde bilim insanlarının kronik hastalıkların etiyolojisinde şeker tüketiminin etkilerine daha fazla vurgu yapmaları, Dünya Sağlık Örgütü’nün diyetteki toplam kalori içinde ilave şekerlerin en çok yüzde 10’la sınırlanması yolunda tavsiyesini getirmiştir. Bu gelişmeyi işlenmiş gıdalarda şeker içeriğinin azaltılması yönünde baskılar izlemiş ve şirketlere ürünleri içindeki şeker miktarını etiketlerinde açıkça belirtmeleri zorunluluğu getirilmiştir.

BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK

Şeker lobisi artık dün tütün lobisi için çalan çanların, kendisi için çalmaya başladığını anlamıştır. Tütün lobisi de yıllarca tütün kullanımının sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini reddetmiş, ancak bu alandaki devasa literatür karşısında tütün kullanımına getirilen sınırlamaları kabullenmek zorunda kalmıştır.

Ancak şekerde durum farklıdır. Tütün kullanımının kısıtlanması için önerilen mekanizmaların (bandrol, vergilendirme, 18 yaş altı satış yasağı, reklam yasağı, tüketiciyi bilgilendirme zorunluluğu vb) şeker için ne kadar başarılı sonuç vereceği şüphelidir. Gerçi gelişmiş batılı ülkelerde şeker içeriği yüksek meşrubatların büyük ölçeklerde satışının kısıtlanması, şekerlemelerin günlük kalori gereksiniminin yüzde 10’undan fazla ek şeker içermesinin yasaklanması gibi uygulamalar göreli başarılar getirmiştir fakat şekerin yazımızın başında belirtilen nitelikleri nedeniyle, tütün mücadelesinde kullanılan araçların şekere kolayca uygulanamayacağı ortadadır.

Örneğin tütüne getirilen vergilendirme kuşkusuz tütün üzerinden kar elde eden kapitalistlere ağır darbe indirmiştir fakat şekerli gıdaların tüketiminin vergilendirme yoluyla caydırılması, emeğin kendisini yeniden üretiminin maliyetini dolayısıyla genelde işçi ücretlerini etkileyecektir. Emekçilerin gereksindikleri kaloriyi karşılamak için diyetlerinde şeker yerine koyabilecekleri şeker kadar ucuz başka bir besin yoktur.

SORUNA NASIL YAKLAŞMALI?

Şeker konusu, burada tartışmaya çalıştığımız boyutların dışında pek çok önemli boyutları olan çok karmaşık bir konudur. Şeker ekonomi içinde önemli bir yer tutmaktadır. Yalnızca tarım ve sanayide yarattığı istihdam dahi, sorunun “yüzeysel” yaklaşımlarla çözülemeyeceğini göstermektedir. Danimarka hükumetinin şeker içeren işlenmiş gıdalara vergi koymayı “düşündüğünü” açıklamasının ardından işlenmiş gıda şirketlerinin bu durumda işçi çıkartacaklarını duyurması tedirginlik yaratmıştır.

Soruna çok daha geniş bir pencereden, “gıda güvencesi” penceresinden yaklaşmak, şekerli gıdaların ucuzluğu ve erişilebilirliği karşısında başta sebze ve meyveler, kuru yemişler, bakliyat ve et ürünlerinin neden çok pahalı ve zor erişilebilir olduğunu tartışmak gerekir. Ceviz içinin kilosunun 50 TL’nin üzerinde fakat asgari ücretin 1.000 TL olduğu koşullarda insanlara “şeker yerine ceviz” önermek çok gerçekçi olmayacaktır.    

Böylece bir kez daha “sağlık” sorunlarının “tıbbi” boyutunun buzdağının yalnızca görünen tepesi olduğunu, sağlık sorunlarına salt tıbbi yaklaşımların asla yeterli olmayacağını görmüş olduk. Şeker örneğinde, ülkenin tarım politikaları, emek gücünün kendisini yeniden üretiminin maliyeti veya gıda güvencesi tartışılmadan, metabolik sendrom, obezite, tip 2 diyabet gibi sorunlara çözüm üretilemeyeceğini anladık.

O halde günümüzün en önemli sağlık sorunları arasında ilk sıralarda yer alan sorunların çözümü için çok-disiplinli veya son zamanlardaki tabirle disiplinler-arası bir yaklaşım gereklidir. Yalnızca tip 2 diyabetin dahi bütün boyutlarıyla tartışılabilmesi ve soruna “kalıcı” çözümler üretilebilmesi için ekonomistlerden gıda mühendislerine, sağlıkçılardan sosyologlara ve diyetisyenlere birçok disiplinden katkıya gereksinim vardır.

(*) Bu konuda daha detaylı bir analiz için Sınıfın Sağlığı bloğunda 12.11.2015 tarihinde yayınlanan “Şeker lobisine ağır darbe” başlıklı yazımıza bakınız. 

NOT: Toplumcu Sağlık Söyleşileri katılımcıları önümüzdeki aylarda “alternatif tıp”, “trafik kazaları” ve “uyuşturucu bağımlılığı” konularını tartışmaya karar verdi. Sağlık sorunlarının “sınıf bakışıyla” ele alındığı toplantıların duyurularına Nazım Hikmet Kültür Merkezi web sayfasından erişebilirsiniz.