Ben Bahadınlıyım Yargıç Bey

Yusuf Ziya Bahadınlı

Blog: Serbest Kürsü

(Edebiyatçı, yazar ve 1965 TİP Yozgat milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı daha önce "Öyle bir aşk" kitabında yer verdiği bir çalışmasını güncel tartışmalara yönelik olarak soL Haber Portalı için gözden geçirdi, genişletti... 

Roman ve öyküleri dışında son olarak Yazılama Yayınevi'nden çıkan "Anadolu Aleviliği Batınilik" başlıklı bir kitap çalışması da bulunan Bahadınlı, Alevi kimliğine ilişkin marksist yaklaşımın temsilcilerinden biri...)          

 

            Yeni tanıştığım ilçe yargıcına:

            “Soyadımı değiştirmek, yerine “Bahadınlı” adını almak istiyorum, yardımcı olur musunuz?” dedim.

            “Niçin?” diye sordu yargıç, biraz şaşırdığını anımsıyorum.

            “Doğduğum yerde her şeye karşın mutluydum önceleri” dedim.

            Doğduğum yerle çevre köyler arasında yollar vardı, ama ottan geçilmezdi.

            Bu köylere gidemezdim, korkardım; o köylerin çocukları da bize gelemezdi.

            Sonra kente gittim.

            On iki yaşında bir çocuk Yargıç Bey,

            İlk kez kent görüyor!

            Tavşanlar gibi ürkek.

            Kuşları, böcekleri, öküzü, ineği, atı, eşeği iyi tanıyor; ama saati bilmiyor.

            İlk kez ayakkabı giyiyor.

            Tek bildiği oyun, saklambaç.

            Kenttre çocuklar acımasız Yargıç Bey.

            Yalnız çocuklar mı, büyükler, ah o büyükler, gözleriyle tükürürler!

            Okulda, dersliğin en gerisinde oturur bu çocuk Yargıç Bey, “oturur” demek  doğru değil aslında, saklanır!

            Hayatı saklanmayla geçti!

            Arkadaşlarının yanında, otobüste, trende, sokakta, toplantılarda hep saklandı!

            Aşağılanmamak için; dost yitirmemek, sevgi yitirmemek için!

            Demokles’i bilirsiniz Yargıç Bey, tepesinde asılı at kılına bağlı kılıcı, ‘düştü düşecek’ korkusunu  belki de bir saniye yaşamıştır. Ve tek tepkisi, elindeki şarap kadehini yere düşürmüş olmasıdır.

            Yine de insanlık, Demokles’in bu anlık korkusunu, iki bin dört yüz yıldır söyleyegelmiştir.

            Korku, anlık da olsa sevimsiz, kimi zaman da öldürücü bir duygu yoğunluğudur. Ama korkunun yıllar yılı duyulması karşısında (bir de çocuk yaşındaysan), işkence sözcüğünün hafif kaldığı kendiliğinden ortaya çıkar. Kendini yıllarca saklayan çocuk, karşınızdadır şimdi Yargıç Bey! Çünkü korku artık büyük dağların gerisinde kaldı.

            Biz Anadolu’ya Horasan’dan geldik.

            Biz şimdi bin yaşındayız Yargıç Bey!

            Bin yıldır uzayıp gider bir nefret ağacı; baba ile oğul!

            Belleğimizde büyür, Muaviye ile Yezid!

            Kişiler ölür, önemli olan temsil ettikleri zihniyettir!

            Her zorbalığın adı Muaviyeliktir; her baskının, her kıyımın adı Yezitliktir. Biz bin yıldır zorbalığı, baskıyı, zulmü, kıyımı yakından gördük, yaşadık! Dünyada tek zorba Muaviye ile Yezit midir? Zorbalığı, baskıyı, insan soyunun baş düşmanını biz önce onlarla tanıdık kendi hikâyemiz içinde.

            Biz iyiliğe, yiğitliğe, dürüstlüğe sevgi duyduk. Ve bu sevgi şimdi var olan kişiliğimizin başlangıcı, köşe taşı oldu. Bin yıldır asılan, boğulan, yakılan nice Alileri, Hüseyinleri biraz da onlarla anlar olduk ve onların yanında olduk.

            Taraftık kuşkusuz, Muaviye’ye. Yezit’e karşı taraftık. O zaman adımız “Şii” idi; Horasan’ı mekân tutmuştuk. İranlılar da Şii idi. Şiilik Ali sevgisine dayanan İslâm’ın bir koluydu. Şiilik, İslâm’ın bütün inançlarını kabul etmekle birlikte, İran’ın eski geleneği olan Zerdüşt kültürünün karışımıyla yeni bir millî dine dönüştü. Artık Şiilik, İran için olmak ya da olmamak biçimli bir ikilem kazanmıştı.

            Kuşku duyuyorduk, iyi ki duyuyorduk; kuşku, insan olmanın, insanlaşmanın, aramanın, düşünmenin koşuluydu. Gözümüz, kulağımız, beynimiz, yüreğimiz dünyaya açıktı. Bu yüzden bakıyorduk, öğreniyor ve düşünüyorduk. Düşünce hava gibiydi, yel gibi, geç de olsa bir gün bir yerlere ulaşırdı mutlaka!

            Hasan Sabbah ve onun öncülüğünü ettiği Bâtınîlikten söz ediliyordu; Ömer Hayyam’ın, arkadaşı olduğu, cenneti yeryüzünde kurmak istediği söyleniyordu. Çarpılmıştık, cennetin yeryüzünde olması pek neşelendirmişti bizi; bu yere gitmek bayağı kolaylaşıyordu! Hele bir de evrenin önsüz-sonsuz olduğunu söylemesi daha da rahatlatmıştı bizi; her an omuz başınızda duran, varlığımızı sürekli başımıza kakan, durmadan gözdağı veren evrenin sahibi bizi düşündürüyordu!

            Tanrı, Tevrat’ta ordular kralıydı; Rab’dı, İbranîlere karşı yumuşak, İbranîlerin komşularınaysa sertti. İncil’de, insan öldürmeyi yasaklıyordu, ama “kilisenin dışında kurtuluş aramayın” diyordu; kadın-erkek arasında ayrım yapıyordu.

            Kuran’daysa Tanrı, yerine göre sevecen, koruyandı. “Hırsızlık yapanın elini kesin” diyordu; din uğruna halkı cihada çağırıyordu.

            Şeriatın baskıcılığı, dayatmacılığı karşısında zaten şaşkınken bir de İran Şiiliğinden sonra Batınî görüş, bize bir bahar güneşi gibi ferahlık vermişti.

            Şeriat, günün yirmi dört saati içimizde, işimizdeydi. İnsandık, aklımız vardı, düşünmeye çekilen duvarı anlayamıyorduk; düşünmek madem günahtı, neden insandık!

Bize vurulan gemden hem korkuyor hem kurtulmak istiyorduk.

            Aklı olan insan düşünürdü; düşünen insan soru sorardı ve de tartışırdı; düşünmekten, tartışmaktan korkan insan, insan değildi. Şeriat, soluk aldırmıyordu; şeriat, Kuran’ın buyruklarını düşünmeden; zaman, yer dinlemeden, bundan bin yıl önce bundan bin yıl sonra da aynen, yorumlamadan uygulamamızı buyuruyordu!

            Durup durup seviniyorduk, evren kendiliğinden vardı, yaratılmamıştı; yok olmayacaktı. Dünya birdi, öbür dünya diye bir yer yoktu. Dünyaya geliş kimsenin buyruğunda değildi, bu sonsuza kadar sürüp gidecekti. İnsanlar aynıydı, kardeşti, sınırları ayırmak doğru değildi; dinler, insanlar arasında ayrım yaratıyordu.

            Şeriata, baskısından, saldığı korkudan dolayı uyuyorduk, belki de uyar görünüyorduk; yeni düşünceye ise aklımızla, doğamızla varıyorduk.

            Yıllar on yılları, on yıllar yüz yılları kovalıyordu. Bir gün kendimizi Anadolu’da bulduk. Anadolu’ya geldiğimizde biz bir yandan Şeriatı, bir yandan Şiîliği, bir yandan Bâtınîliği yaşıyorduk.

            Bin yıl önce biz geldiğimizde, Anadolu’ya İlkçağ’ın aydınlığı vurmuştu: Anadolu’da insan, Güneş’in ışını; Ay’ın şavkı, suyun parıltısı, çiçeğin kokusu, kuşun sesi, kilimin nakışı, müzik ve şarapla iç içeydi. Hitit’i, Bergama’sı, Frigya, Likya, Urartu, Pontus’u; sonra Grek, Roma, Bizans’ı büyük bir ailenin birer bireyleri gibiydi; tek bir evleri vardı, evin adı Anadolu’ydu. Bu evde bir büyük evin içindeydi, bu evin adı Doğa idi. İnsanı insan eden, düşündüren, düş kurduran, korkutan, sevindiren yalnızca Doğa idi. Tek sözcükle insan Doğa idi, Doğa insan.

            Anadolu’da şiir vardı, heykel vardı, tiyatro vardı; sanat insanla, insan sanatla vardı. Anadolu insanı, başını yukarıya kaldırdığında önce göğü görmüştü, orada Güneş’i, Ay’ı görmüştü, yıldızları görmüştü. Yağmur oradan yağıyordu, şimşek orada çakıyor, yıldırım oradan düşüyordu: Gök canlıydı! Onu sevdi, ondan korktu, göğe saygı böyle doğdu, gök Tanrı’ydı.

            Anadolu insanı yere baktı, toprağa; yer kıpır kıpırdı; ekinler sararıyor, çimenler yeşeriyor, çiçekler açıyor, meyveler oluşuyor, kuşlar ötüyor, dağlar göğü deliyor, ormanlar görkemli, sular çağlıyor; Güneş’in ışını, Ay’ın aydınlığı: yağmur, yıldırım, eninde sonunda toprağa iniyor; toprak canlıydı; onu sevdi, ondan korktu, toprağa saygı böyle doğdu, toprak Tanrı’ydı.

            Anadolu insanı yalnızlığını, güçsüzlüğünü, göğün, toprağın, suyun gücüyle gidermek istedi. Anadolu dışındakilerse göğün, toprağın, suyun sahibini arıyordu. Anadolu insanı, gözüyle görmediği, eliyle tutmadığı, varsayımlarla yaklaşılan bir güce inanmıyordu. Sevginin, saygının, ilginin temelinde güç vardı; kendinden güçlüye saygı böyle doğdu. Sonra insan, doğadan uzaklaştıkça kendine yabancılaştı; insanın doğasını kabul etmeyen bir düşünce yabancılaşmanın adıydı.

            Güneşin varlıklara can vermesi, karanlıkları dağıtması, ısıtması da onu Tanrı katına yükseltti. Ay da öyle, gecenin karanlığını, yolcunun yolunu ışıtandı. Üzüm de Tanrı’dır, şarap da; biri tat verir, biri haz. Üzüm sakallı, buğday değnekli Hitit Tanrısı hâlâ yaşamaktadır bugün. Buğday da öyle, nar, zeytin de, yaşlı büyük ağaçlar da.

            Anadolu’ya geldiğimizde bizi Tanrılar karşıladı.

            Duvarın dışında, evin direğinde, tavanın ortasında resim vardı. Kilim Anadolu’nun rengidir, inceliğidir. Kilimde ne Orta-Asya’nın ne de İslâmiyet’in damgası vardır. Anadolu, İslâma kapılarını açtıktan sonra ne resim kaldı, ne yontu, ne kilimde insan sureti. Ne oyun kaldı, kadın-erkek, ne müzik!

            Ve sonra yine Anadolu İslâma kapılarını açtığında bütün Tanrılar tek isimle göğe çıktı. İnsanlar onun adına yakıp yıkmaya, her değere,  her güce egemen olmaya, yaşamanın gereksizliğini yaymaya, asıl mutluluğun öldükten sonra var olacağını söylemeye başladı. İnsan, seven, üreten, yaratan bir varlık olmaktan çıktı; düşünmeyen, tartışmayan, sormayan, öl dedikçe ölen bir asker, bir kul olmaya başladı.

            Bâtınîlik çok şey öğretti bize. Sonra Anadolu’yu gördük, Anadolu’da Tanrıları gördük. Resmi, müziği, heykeli, kilimi gördük.

            Ve derken, yüzyıllar içinde Anadolu’da Babaîliği gördük; Baba İshâk’ı, Baba İlyas’ı gördük, Şeyh Bedrettin’i gördük, Pir Sultan’ı gördük. Selçuklu’yu gördük, Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i gördük. Yüzyıllar içinde, bin yılda baskı gördük, zulüm gördük. Derimiz yüzüldü, yine asıldık, yine kıyıldık, sonra yine asıldık, yine kıyıldık, sonra yine. Her kıyımda biraz eksildik, her kıyımda biraz bilendik. Sonra biraz daha güçlendik, biraz daha, daha, biraz daha… Ve şimdi biz olduk…

            Babaîliğin kurucusu Baba İlyas’a göre, insan Tanrı arasında bir ayrım yoktu. Gerçek olan evrendi, yeryüzü tek bir devletti. Toplum, kadın-erkek ayırmadan bireylerden oluşmuştu. İnsanlar eşitti. Yeryüzünü, güçlüler aralarında bölüşerek eşitliği ortadan kaldırmıştı. Selçuklu Devleti, Baba İlyas’ı Amasya’da öldürttü.

            Babaîliğin diğer kurucusu ve eylemcisi Baba İshâk da Selçuklularca yine Amasya’da öldürüldü.

            Anadolu artık belirleniyordu. Özünde:

            İnsan sevgisi, emeğiyle geçinmek. Yeryüzünün, tüm insanların yurdu olduğu, kadın-erkek eşitliği ve insanlar arasında kan ayrımının bulunmadığı bir yaşama anlayışı vardı.

            Alevîlik böyle doğdu.

            Alevîliğin harcında Hacı Bektaş Veli’nin de payı vardı. Hacı Bektaş da, insanların kardeş olduğunu, yeryüzünden ortaklaşa yararlanılması gerektiğini, insanda Tanrısal öz olduğunu savunuyordu. Ona göre sevgi, insanı olgunlaştırırdı; kendini seven kendini bilirdi; kendini bilen kendini severdi; din ayrılığı, insanları düşman ederdi. İnsan çalışmalıydı, emeğiyle geçinmeliydi, kimseye yük olmamalıydı.

            İnsan sevgisi, yaşama sevinci, emek biçimi bir inanç değil, bir düşünce ürünüydü. Ne var ki Bektaşîlik, giderek tarikat oldu; bu nedenle kuralları donduruldu.

            Alevîlik, ne bir dindir, ne bir mezheptir, ne bir tarikattır. Bir düşüncedir, bir yaşama biçimidir.

 Alevîlik, her inancın, her düşüncenin insanî yanından yararlanmıştır. Alevîlik, özgürce geliştiği için sürekli zenginleşmekte, çağdaşlaşmaktadır; her türlü yeniliğe açıktır. Bu nedenledir ki, her dondurulmuş düşünce her dondurulmuş inanç, kendi gibi olmadığımız,  kendinden olmadığımız her gerici akım, bize karşıdır.

            Bu nedenledir ki, kendi gibi düşünmediğimiz, kendi gibi olmadığımız kimseler, bize “kâfir” dedi. Kendi gibi düşünmediğimiz, kendi gibi olmadığımız için bize “katli vaciptir” dediler.

            Bin yıl kimseye baş eğmedik, kimi zaman baş kaldırdık. Anadolu’nun Sivas ilinden Pir Sultan diye biri:

            “Açalım kızıl sancağı

            Geçsin Yezidlerin çağı” diyordu.

            Önce Baba İlyas, Baba İshâk baş kaldırdı,

            Selçuklu devriydi, sonra Şeyh Bedrettin’i gördük, yoldaşlarını:

            “Bedrettin yiğitleri şehzaâde ordusunun karşısına çıktılar”

            “Mübalağa cenk olundu.

            Aydının Türk köylüleri.

                        Sakızlı Rum gemicileri,

                                   Yahudi esnafları,

            On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın

            Düşman ormanına on bin balta gibi daldı.”

            “boşanan yağmur içinde gün inerken akşama on binler iki bin kaldı.”

            “Yenildiler”

            Osmanlı devriydi.

            Bedrettin, İslâm görüşüne karşı çıkıyor; her şeye doğanın gözüyle bakıyordu. Cennet, cehennem, cin, peri, şeytan, deccal, kıyamet diyordu, yoktur: önemli olan insandır, doğadır. Zenginlik-yoksulluk; Hristiyanlık-Müslümanlık niçindi! İnsanlar, diyordu aslında, paraya, üne-şana tapıyor.

            Bedrettin hareketi, Anadolu tarihinde bir ilk sınıf savaşıydı ve buna ilk kez Alevîler katılmıştı.

            Osmanlı zulmüne karşı ve düşünceleri uğruna o zamanki adıyla Bozoklu Celâl, Şahveli, Süklün Koca-Baba Zünnun, Atmaca başkaldırdılar; hepsi de Yozgatlıydı. Her ayaklanmada on binlerce Alevî öldürüldü: Yine de ayaklanma sürüp gitti.

            Pir Sultan:

            “Gelin canlar bir olalım

            Münkire kılıç çalalım…” diyordu.

            Kanunî’nin İran seferi sırasında onu da astılar Sivas’ta.

            Böyle böyle geldik Cumhuriyet’e.

            Baş kaldırmadık, destekledik; dokunmuyor sandık, laikliğine kandık. Laiklik, inançlara aynı ölçüde saygı ve günlük hayata kesinlikle karışmamak demekti!

            Türk-İslâm Sentezi, Aydınlar Ocağı, İmam-Hatip Liseleri,  Kur’an Kursları; din dersleri; Alevî köylerine cami-imam…derken yoğun bir Sünnîleştirme programı uygulaması var şimdi.

            Kavgamız devletle olmuştur sürekli. Türkiye Cumhuriyeti de dahil hepsi kendini birer Sünnî devlet görmüştür: İran’ın, Şiîliği bir devlet dini sayması gibi.

            Ne Selçuklu ne Osmanlı ne Cumhuriyet (özellikle 1946’dan sonra), hiçbiri bize gülümsememiştir. Selçuklu; Osmanlı açık, Cumhuriyet sinsi; tümü bizi eritmek, bizi yok etmek istemişlerdir.

            Cumhuriyet’le açıkça çıktı karşımıza. Kuramcıların başında önce Ziya Gökalp vardı, sonra yerine Hamdullah Suphi Tanrıöver geçti. Hamdullah Suphi, Türkçülüğün kaynağını İtalyan faşizmine bağlıyordu: “ O hareket milliyetperverdir. Biz milliyetperveriz. Sınıf mücadelesinin memleket için mutlak bir harâbiyet meydana getireceğine tam bir kanaatimiz vardır. Faşizm, bir vatan ideali etrafında iktisadî refahı, siyasî ve içtimaî ahengi tesis etmeyi düşünür…” diyordu.

            Aydınlar Ocağı; şimdi bu ideolojiyi yaymak, pekiştirmek, yasallaştırmak göreviyle devlete cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, genel müdür, vali, kaymakam, yargıç, doktor, öğretmen yetiştiriyor.

            Ve şimdi Sayın Yargıç, Türkiye’de dinle bilim karşı karşıyadır; din bilime karşı devletin  himayesindedir.

            Zaten din adamları, hiçbir zaman, bilime saygılı olmamıştır.

            Halife Ömer, İskenderiye Kitaplığı’nı yaktırdığında, “burada olan Kuran’da vardır, Kuran’da olmayan zaten küfürdür” demesi, bilime olan tavrını göstermiyor mu?

            Dinde Reform hareketinin başı Martin Luther (1483-1546) bile, sadece İncil’i herkesin kendi diliyle okumasını istemişti.

            Leonardo da Vinci (1452-1519), gözün bir modelini yaparak, görüntünün, retinada oluşumunu göstermişti. Din bu çalışmadan rahatsız oldu.

            Bruno (1548-1600) , Kopernik’in, Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğünü söylemesine sahip çıkarak bilime hizmet etmek istemişti. Sonunda yakılarak öldürüldü.

            Galileo (1564-1642), cisimlerin düşme yasasını bulmuş ve teleskopu yapmıştı. Mahkemede özür dileyerek asılmaktan kurtuldu.

            Darwin (1831’lerde), insandaki değişmenin ayrı bir türe dönüşebileceğini söylemişti. Bu kuram, “uyum gösteren yaşar” anlamındaydı ve kapitalizmin, mantığına uygun olduğu halde neden çarpıtıldığı şaşırtıcıydı!

            Kısacası Sayın Yargıç,

            Bin yıllık kültür mirasımızda Hasan Sabbah’ın, Baba İlyas’ın, Baba İshâk’ın, Hacı Bektaş’ın, Şeyh Bedrettin’in, Pir Sultan’ın, Börklüce Mustafa’nın; Torlak Kemal’in, Bozoklu Celâlilerin kanla oluşmuş izleri vardır.

            Kaygusuz Abdal gibi, Hasan Dede, Hatayî, Pir Sultan gibi, Kazak Abdal, Nesimî, Seyranî, Dertli ve benzeri yüzlerce halk ozanının beyninden, yüreğinden, bilincinden süzülüp gelen dizelerin vurucu etkisi vardır.

            Asılan, kesilen, kurşunlanan; yakılan ve sonunda evini, toprağını orada öylece bırakıp dağları yurt edinen milyonların destanı vardır.

            Kültürümüzde Cami değil, Cemevi vardır.

            Kültürümüzde Hoca değil, Dede vardır.

            Kültürümüzde sömürüye dur vardır.

            Kültürümüzde tabulara ret vardır.

            Kültürümüzde, evimizde, çevremizde davranışlarımıza yön verecek; güveneceğimiz, bizi yalnızlıktan kurtaracak, geliştirecek sorgulayacak, düşündürecek ve mutlu edecek değerleri uygulayacak düzene ulaştıracak yollar vardır.

            Biz böyle var olduk Yargıç Bey, biz böyle kendimiz olduk, böyle Bahadınlı olduk. Biz şimdi bir düşünceyiz Yargıç Bey, bir yaşantıyız, bir rengiz.

            Ben Bahadın’da doğdum Yargıç Bey, ben Bahadınlıyım.