Köy Enstitülü Don Kişot

Yusuf Yavuz

Blog: Serbest Kürsü

Adı Mustafa Necati Sülek. 89 yaşında. Antalya’da yaşıyor. Kendisini anlatırken, “1926’da, kıymetli cumhuriyetimizin üçüncü çocuğu olarak doğmuşum” diye özetliyor.

Nasıl kıymetli olmasın cumhuriyet! Çünkü o, üç cepheden aldığı yaralarla sarsılan ve giderek çöken bir imparatorluğun küllerinden yeniden doğan bir ülkenin çocuğu. Ömrü boyunca bu bilinci hiç terk etmemiş…

Bugün size ‘enstitülü’ bir köy çocuğunun öyküsünü anlatacağım. Köy Enstitülerinin yetiştirdiği öğretmenlerin son temsilcilerinden birinin, Elmalılı Mustafa Sülek’in öyküsünü…

Onunla ilk tanışmam yaklaşık 17 yıl öncesine dayanıyor… Kaş’ın Kınık kasabasında bir kahvenin üst katında açtığı sergi dikkatimi çekince bu ilginç serginin sahibiyle tanımak istemiştim. Sorup soruşturup buldum. Yaşı yetmişi çoktan geçmiş ama kıpır kıpır enerjisiyle yerinde duramayan, konuşurken daldan dala konan bu ihtiyar delikanlının yaşam karşısındaki tavrı beni çok etkilemişti. Yaşamının tanıklığında biriktirdikleri, cumhuriyetin ona verdiği eğitimin bir gereği olarak devasa bir sergiye dönüşmüştü.

Torosların sedirleri, kuşları, Dumlupınar’ın toprağı, Çanakkale’nin yaprağı; hemen her şey onun sergisinde kendine yer buluyordu. Ama serginin ana fikri Atatürk’tü. 1960’lı yıllarda Hayat Mecmuasının verdiği posterlerle başlayan biriktirme tutkusu, dünyanın en ilginç sergisinin de temellerini atmış…

Karşımda çağıldayarak akan çılgın dereler gibi konuşan bir adam var. Boynunda bir akordeon, bir yandan şarkı söyleyip bir yandan çocuklara cumhuriyeti anlatan Anadolulu bir Don Kişot!

Aldığı eğitimin gereğini sonuna kadar yerine getirdiği için, giderek ‘paçozlaşan’ toplumun suyundan çıkmış balık gibi yaşayan bir adam. Kabına sığmayan bir deli fişek!

Mustafa Sülek’le uzun sohbetin ardından vedalaşıyoruz. Aradan birkaç gün geçince mektubu geliyor. İçinde ondan istediğim, kendi el yazısıyla yazdığı kısa özyaşam öyküsü…

‘DEDEM BALKAN SAVAŞINDA ESİR DÜŞTÜ’
Bakın dedesini nasıl anlatıyor: “Pehlivan olan dedem Kumluca ilçesinin Savran köyünden. Ninem de Korkuteli ilçesinin Sülekler köyünden. Dedem ilçe dışından evlendiği için askere gitmemiş, onun acısını ise babam çekmiş. 12 yıl askerlik yapan babam, 1. Balkan Savaşı'nda esir düşmüş. Sonra bir yolunu bulup kaçmış. Ardından Çanakkale Savaşına katılmış. Burada ayağından bir kurşun yemiş ama yediği kurşundan haberi olmamış. Ancak ayakkabısı kan dolunca haberi olmuş. Babam Çanakkale Gazisi olduğu için Kurtuluş Savaşı sonrasında geri hizmetlerde çalışmış. Akşehir'de Büyük Taarruz'un hazırlıkları sırasında Atatürk, İnönü ve Fevzi Çakmak Paşa'nın yanında yer almış…”


Mustafa Sülek'in (ortada) Aksu'da ilk günleri

‘AKSU’DA DİREKTÖR BENİ OKULA KABUL ETMEK İSTEMEDİ’
Çocukluğu kuşağının tümü gibi oldukça zorlu koşullarda geçen Mustafa Sülek, babasının “ceketimi satıp çocuklarımı okuturum” kararlılığı sayesinde okulla tanışmış: “Bizim zamanımızda Elmalı ve Finike'de ortaokul ve lise yoktu. Antalya'da ortaokul ile beraber tek Antalya Lisesi vardı. 1940'da ben ortaokul ikinci sınıfta okurken Antalya Aksu’da Köy Enstitüsü açıldı. Babam ağabeyimi oraya kayıt ettirdi. İkinci yıl bana ‘oğlum bütçemiz yetmiyor seni de Aksu'ya vereyim’ dedi. Ben de kabul ettim. O zaman müdüre ‘Direktör’ deniliyordu. Direktör beni okula kabul etmek istemedi. Benden önce ortaokuldan giden bir öğrenci ahlaksız çıkmış. ‘Bu da iki yıl şehirde okumuş, ahlakı bozulmuştur’ diyen Direktöre babamın yalvarıp yakarmasının ardından, ‘birkaç ay denerim öyle kaydederim’ dedi ve beni okula kabul etti…”

17 NİSAN 1940: TÜRKİYE GENELİNDE 21 KÖY ENSTİTÜSÜ AÇILIYOR
Mustafa Sülek’in Aksu’da açılan Köy Enstitüsü’ne kabul edildiği günlerde ülkenin dört bir yanındaki yoksul köy çocukları için açılan diğer okullar da birer birer eğitim ve öğretime geçmeye başlar. 17 Nisan 1940’da çıkarılan 3803 sayılı yasayla Türkiye genelinde 21 Köy Enstitüsü açılır. Köy öğretmeni ve sağlıkçı olarak yetişen gençler, tarımdan marangozluğa uzanan bir eğitimle, yüzlerce yıldır kaderine terk edilen Anadolu coğrafyasında umudun yeniden yeşertilmesi savaşımının neferleri olurlar.

AKÇAKÖYLÜ TAHİR’İN UMUDU GÖNEN’DE
Bu okullardan birinde, Konya İvriz Köy Enstitüsü’nde yetişen ve ‘Bizim Köy’ kitabıyla Türkiye’yi sarsan Mahmut Makal, enstitüleri anlattığı bir başka kitabına ‘Bozkırdaki Kıvılcım’adını verir. Makal’ın işaret ettiği bozkırdaki o kıvılcımlardan biri de, o yıllarda  Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy’de ilkokul beşinci sınıfa giden Tahir Baykurt’un zihnine düşer. Köyünde okulunun bitmesini beklerken bir yandan da belirsizlikler içerisindeki Anadolu kırsalında geleceğini görmeye çalışan Baykurt’un için enstitülerin açılmasıyla umut biraz daha yakınlaşır:  “Okumam henüz bir umut. Önümde tek olanak Isparta’nın Gönen köyündeki enstitü. Beni beğenip alırsa o da… Biz söz dolanıyor…”

‘GÖNEN’DE OKUYANLAR KENDİ KÖYÜNE ÖĞRETMEN OLUYOR’
Gönen’de açılan enstitü, ileride Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri olacak olan Tahir Baykurt için adeta bir koza işlevi görür. Tahir Baykurt, ‘Fakir’ mahlasıyla dergilere gönderdiği şiirlerin ardından Gönen’den ‘Fakir Baykurt’ olarak mezun olur. Romanlarında, içine doğduğu toplumsal yapıyı ustalıkla anlatan Fakir Baykurt’un Akçaköy’den Gönen’e uzanan yolculuğundaki ayrıntılar, Anadolu gerçekliğinin de özeti gibidir: “Gönen’de okuyanlar kendi köyüne öğretmen oluyor. Bizim köyden giden beş oldu... Anam küllü suyla sırtımı başımı yıkadı. Ekmektir, katmerdir yaptı. Bizden önce enstitüye gidenlerin ana babasıyla konuştu. Hiçbir şeyim eksik olmasın istiyor. Sultan halama sarı Çal bezinden ceket diktirdi. Orada işime yarayacak defterleri, en başta şiir defterimi yanıma aldım. Ertesi gün Musluların Kel Hasan, Hamide halamın ikizleri Badı Hasan ile Hüseyin, Rızalar’ın damın ardında buluştuk. Daha gün doğmamış…

‘BAK BİR DAHA SÖYLÜYORUM, BÜZÜĞÜNÜ SIK, OKU!’
Ağabeyimin yanından üç adım ayrıldı anam: ‘Bak, gidiyorsun, güle güle. Bundan sonra ekmek elden su gölden! Artık ne olsa rahata çıkıyorsun. Sığır hergele ile bir dünya iş bize kalıyor. Yoksulluk, arkasızlık bize kalıyor. Sen büzüğünü sıkıp yalnızca okuyacaksın. Sınıfta kalmak, kaçıp gelmek yok! El içinde kendin gülünç olma, bizi de gülünç etme! Bir daha söylüyorum, büzüğünü sık! Eğer okumadan dönersen seni parça parça doğrar, her parçanı kulağın kadar küçük yapar, adak gibi köyün köpeklerine, pisiklerine üleştiririm. Ona göre düşün; git ya da gitme…’  Anamı bilirim. Yaparım dediğini yapar. Bu kadar korkuyorum ondan. İstersen okuma bu durumda.” (Fakir Baykurt, Özüm Çocuktur. Papirüs Yayınları)

10 YILDA 20 BİN ENSTİTÜLÜ NEFER YETİŞTİ
Fakir Baykurt’un yanı sıra, pek çok önemli edebiyat, kültür ve siyaset insanı yetiştiren köy enstitülerinin kısa sürede dikkat çeken eğitim modeli dünyanın birçok ülkesi tarafından da dikkatle izlenmeye başlar. 10 yıl gibi kısa bir süre içerisinde enstitülerde 20 bine yakın öğretmen ve sağlıkçı yetiştirilir. Kırsaldaki köhneleşen yaşamın üzerindeki ölü toprağını silkeleyecek olan enstitülü neferler, kısa sürede gittikleri köylerde kendi varlıklarını göstermeye başlarlar.

‘DEMİRHANEYİ TEMİZLEDİM, 5 YIL ORAYA BAĞLANDIM’
Şimdi biz yine o neferlerden biri olan Mustafa Sülek’in Aksu’daki enstitü günlerine dönelim. O günleri şöyle anlatıyor Sülek: “Ben kabiliyetim ve becerim sayesinde kısa zamanda okulun gözdesi oldum. Bir gün, demirhane atölyesine ayrıldım. Mesaiden 15 dakika önce temizlik yapıldı. Ben yapılan temizliği beğenmedim. Mesai bitince herkes gitti, ben gitmedim. Demirhane atölyesinde iki demirci ustası, bir elektrikçi ustası bir de demirci öğretmeni vardı. Yemek saati olmasına rağmen ben yemeğe gitmeyip atölyeyi yeniden temizledim... Yemekten sonra üç usta geldiler, hayran oldular, ‘burayı kim temizledi’ dediler, ‘ben temizledim’ dedim. O temizliğim beni 5 yıl o atölyeye bağladı… Ders harici bütün 5 yılım orada geçti. Bir yıl sonra elektrik ustası gitti, bütün iş bana kaldı. Direktörüm gelir, akıl verir ve benden de fikirlerimi alırdı. ‘Akıl akıldan üstündür’ derdi…”

AMERİKA’DAKİ CADI AVI TÜRKİYE’YE SIÇRIYOR
1940’ların ortalarına gelindiğinde Amerika’da yaşanan Mc Carthy’nin cadı avına benzer bir süreç Türkiye’de yaşanmaya başlar. Köy Enstitülerinin kuruluşuna öncülük eden isimler birer birer görevden alınır. 1946’da önce Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, ardından da İsmail Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğü görevinden alınır. Bu dönem diğer pek çok okulda olduğu gibi hem Gönen’de hem de Aksu’daki enstitülerdeki yöneticilerde değişikliğe gidilir. Başarılı idareciler birer birer görevden alınır, yerlerine, bugünkü dinci kadrolaşmanın bir benzeri olarak faşizan bir kadro getirilir.


Mustafa Sülek gazete hazırlıyor

‘1946’DA MEZUN OLUP FİNİKE’YE ÖĞRETMEN OLARAK ATANDIM’
Mustafa Sülek o dönemi şöyle özetliyor: “1945 yılında Direktörümüz okuldan ayrıldı. Öğrenci ile ilgilenen müdür yardımcısına o zaman 'eğitimbaşı' denirdi, o direktörümüz oldu. Direktörümüz, Antalya'nın eski adı Karabayır olan Yeşilbayır köyündendi. 1946 yılında mezun olduk. Finike'nin Bağyaka köyüne öğretmen olarak atandım.”

ÖĞRETMEN MUSTAFA’DAN DEDE MUSTAFA’YA…
1957 yılına kadar Finike’de öğretmenlik yapmayı sürdüren Sülek’e maaşı yetmemeye başlar. Geçim sıkıntısını atlatamayınca da istifa edip üç yıl kadar serbest çalışır. Ancak serbest bu uzun sürmez. 1960 yılında yeniden öğretmenliğe döner. Bu kez de Finike’de kiralık ev bulmanın zorluğu yüzünden Elmalı’nın yolunu tutar. Elmalı ve köylerinde toplam 7 yıl öğretmenlik yapan Sülek, 1967 yılında atandığı İstanbul’da 1975’te emekli olarak memleketi Elmalı’ya dönerek emeklilik günlerini ailesine ait elma bahçesiyle ilgilenerek geçirmeye başlar. Ancak daha sonra torunlarına bakmak için eşiyle birlikte Antalya’ya, kızı ve damadının yanına giderler. Tam 17 yıl torunlarıyla ilgilenerek onların yetişmesine katkıda bulunan Sülek, 1989’da torunlar yüksek eğitimleri için yuvadan uçunca ayrı bir eve taşınarak kendini kültürel çalışmalara adar.

‘SAKLADIĞIM 100 ATATÜRK POSTERİ KAYINPEDERİMİN EVİNDEN ÇIKINCA…’
Birkaç yılık çabaları onu bir sergi açmaya kadar götürür. Yıllardır yüreğinde taşıdığı Atatürk sevdası onu yollara düşürür. İlk sergisini 1995 yılında açar: “İstanbul’da görev yaparken hayat Mecmuasının verdiği 100 kadar Atatürk posterini biriktirerek kayınpederimin evinde saklamıştım. Kayınpederim vefat edince onun evini biz satın aldık. Evi tamir ederken bu posterler sakladığım yerden çıkınca, bunları değerlendirmek için bir okulun açılışında sıraların üzerine yayarak sergiledim. Ama bu yöntemi kendim de beğenmedim. Bu sefer posterleri mukavvalara yapıştırdım ve duvara dayadım. İlk sergimi 10 Kasım 1995’te Elmalı Hamdi Yazır İlkokulunda açtım…”


Ünsal Özçakır ve Mustafa Sülek

70’İNDEN SONRA YOLLARA DÜŞTÜ, 70’E YAKIN SERGİ AÇTI
70 yaşından sonra yollara düşen Mustafa Sülek, durmak dinlenmek bilmeden Manavgat’tan Kaş’a, kentin dört bir yanında ve tamamen kendi olanaklarıyla 70’e yakın sergi açar. 1998 yılında Elmalı’daki evinin altını da etnografya müzesi olarak düzenler. Devasa bütçeleri olan kurumların bile vasat kaldığı bir alanda insan sıcaklığı ve büyük bir kültür aşkıyla hazırlanan Sülek’in etnografya müzesini her yıl yüzlerce insan ziyaret eder.

KÖY ENSTİTÜLÜ DON KİŞOT…
“Bürokratlar yardımcı olsalardı daha çok sergi açabilirdim” diyen Sülek’in yaşadığı topluma bu denli bağlı, çevresine bu denli duyarlı olmasında elbette köy enstitüsünde aldığı eğitimin de büyük bir katkısı var. Öyle ki yaşadığı mahallede, sokakta, bir kamu kurumunda, üst düzey bir idarecinin eylem ve söylemlerinde, nerede bir yanlış görse hemen onu düzeltmenin yoluna giden duyarlılığı kimi zaman canını sıkan olaylara neden olsa da, köy enstitülü delikanlı Don Kişot’luktan asla vazgeçmez.

AVLAN GÖLÜ’NDE AYAKLI GAZETE
Bugün hemen herkesin elinde bulunan tabletler, akıllı telefonlarla “bilgi insanın elinin altında” deniliyor. Ancak bu göreceli bir durum. Bundan 15 yıl kadar önce Mustafa Sülek’le Avlan Gölü’nün kurtulması için yapılan etkinliklerden birinde, göl kıyısında buluştuk. Etraf kalabalık, protokol üyeleri, sivil toplum örgütü temsilcileri, çevreciler, kadınlar, çocuklar… Bir çevre etkinliği olmasına karşın kimi insanların duyarsızlığı Mustafa Sülek’i kızdırıyor. Piknik alanına dönen göl kıyısında Sülek’in elinde kocaman bir karton, üzerine anlık olayları yazarak ayaklı gazete çıkarıyor. Başlıklar, spotlar yazıyor, dünyadan yurttan ve bölgeden anlık olayları aktararak kalabalığa haber veriyor. Elindeki silgiyle de bir süre sonra haberleri silerek yenisini yazıp sık sık güncelliyor. O günkü çevre etkinliğinde çevreye duyarsız kalanlara yönelik birkaç manşet attığını anımsıyorum Sülek öğretmenin…

Sülek öğretmen anlatmakla bitmez. Nota sehpasına yerleştirdiği kuran tefsirini bilmem kaçıncı kez okuduğunu mu anlatsam. İçine su doldurduğu pet şişeleri ‘dambıl’ gibi kullanarak oturduğu yerden vücudunu çalıştırma egzersizlerini mi… 90’a merdiven dayamış olmasına rağmen halen hiperaktif bir çocuk gibi oradan oraya koşturup duran yaşam heyecanını mı?

Zamanı üreterek tüketen bir kuşağın, Anadolu’nun derin köklerinden getirdiği kimliğin, cumhuriyetin değerleriyle harmanlanarak evrensel bir kimliğe dönüşmesi… Köy Enstitüleri binlerce köy çocuğuna bu değeri aktardı.

ENSTİTÜLER KAPANDI, İMAM HATİPLER AÇILDI
Ancak 1947’den sonra başlayan enstitülerin köreltilmesi politikası, 1948 yılında Yüksek Köy Enstitüsü kapatılmasıyla sürdü. 1950’de ise karma eğitime son verilerek kız öğrenciler üç ayrı okulda toplandı.

1951’de, 1943 Köy Enstitüleri Programı, İlk Öğretmen Okulu Programıyla birleştirildi. Eğitim süresi ise altı yıla çıkarıldı. 1950 seçimleriyle iktidara gelen Demokrat Parti, iktidarının ilk yılında İmam Hatip Okullarını açtı. Amerikan güdümlü antikomünizm propagandası, ‘Yeşil İslam’ sosuyla birleşmiş, Türkiye’nin siyasi ve sosyal yaşamına şekil vermeye başlamıştı.

İMAM HATİPLER NASIL YENİ TÜRKİYE’NİN ‘MAYASI’ OLDU
1954 yılına gelindiğinde ise Demokrat Parti eliyle çıkarılan 6234 sayılı yasa uyarınca Köy Enstitüleri’nin kapısına kilit vuruldu. Ülke genelinde 21 enstitü böylece kapatılırken, 1963-1964 döneminde parasız yatılı öğrenci kabul etmeye başlayan İmam Hatip Okulları’nın sayısı, 1970-1971 döneminde 72’ye çıkmıştı. Bugünün Türkiye’sinde bine yakın imam hatip lisesi, 1400’e yakın ise imam hatip ortaokulu var.  Bu yüzden Sümeyye Erdoğan, Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümü olan 17 Nisan’a birkaç gün kala “Yeni Türkiye’nin mayasında İmam Hatip ruhu”nun olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyor!