Devran döner, sırça köşkler yıkılır!

Yusuf Yavuz

Blog: Serbest Kürsü

Uzunca bir süredir benim de haber ve yazılarımın okuyucuyla buluştuğu soL Portal’ın'ın yenilenmesinden kısa süre önce, yayın yönetmeni Yiğit Günay'dan aldığım mektup, soL Portal'ın bundan böyle çeşitli konularda bloglara da yer vereceğini belirtiyordu...

Günay, bana da yaşam alanlarına yönelik yıkımlar konusunda bir blog yazmamı önerdi. Çünkü ülkenin dört bir yanında HES'ler, vahşi madencilik ve yaşamın her alanında süren yıkım politikalarının sonuçlarına itiraz edenlerin sayıları hiç de azımsanacak ölçüde değildi. Ancak bu büyük yıkıma karşı kendi yörelerinde direniş gösteren insanların öyküleri ülkenin akıllara zarar gündemi arasında yeterince ulaşmıyordu. Yine de bilin ki Anadolu tümüyle teslim olmuş değil...

ÖĞRENİLMİŞ DİRENİŞİN ÖYKÜLERİ

İşte bu sayfada bundan böyle direnen Anadolu'nun öykülerini sizlere aktarmaya çalışacağım. Kimi zaman bir eylemin duyurusunu, bir isyan çağrısını, kimi zaman da direnenlerin kazandığı bir hukuk mücadelesinin sevinçli haberini. Yıkım ekibine inat bazen koca bir orman için, bazen de iki ağaç için direnenlerin öyküsünü yani. Kimi zaman tek bir yaprak için bile yıkıma direnilmesi gerektiğini bilenlerin öyküsünü. Çünkü bu, yüzlerce yıllık zulmün saltanatına karşı yaşayarak öğrenilmiş bir direnişin öyküsü. Tıpkı öğrenilmiş teslimiyet gibi. Tıpkı öğrenilmiş çaresizlik gibi.

Bu, insanlığın binlerce yılda biriktirdiği, kimi yerde sönmeye yüz tutmuş  isyan ateşinin üzerindeki külü ince bir umut rüzgarının gelip dağıtması gibi bir yaşam pratiği. Tıpkı son bir kaç yıldır Kastamonu Loç'ta, Antalya Alakır'da, Rize Çayeli'nde, Artvin Arhavi'de, Bolu Mudurnu'da olduğu gibi. İsyan ateşi, yaşama saldıranlara karşı Soma'nın Yırca köyünde alevleniyor kimi zaman. Sıklıkla da isyanın yurdu Toroslar'da...

YIRCA'YA DÜŞEN ATEŞ, AHMETLER'İ YAKINCA

Antalya Manavgat'a bağlı Ahmetler köyü, binlerce yıldır bağımsız bir yaşam sürebilmeyi öne alan Anadolu halkının son başkaldırılarından birine evsahipliği yaptı. Sularını ve yaşam alanlarını kendilerinden habersiz ellerinden almak isteyen şirketler ve buna zemin hazırlayan kamu kurumlarına karşı iki yıl süren mücadeleden zaferle çıkan köylülerin sevincine ortak olmak için biz de geçtiğimiz Çarşamba günü Ahmetler'deydik. Başta bu direnişte Gandi sabrı ve üslubuyla köyünün direnişine öncülük eden Öğretmen Mustafa Koç olmak üzere Ahmetlerli köylüler haklı davalarını kazanmış olmaktan memnundular. Özellikle de bu direnişin simgesi olan kadınların gözleri parlıyordu. Ancak Ahmetler'in sevincinde Yırca köyünde sökülen 6 bin zeytin ağacının burukluğu vardı.

'BUNU İŞGALCİ YUNAN ORDUSU BİLE YAPMADI'

Yaşamı korumanın değerini, anlamını daha iyi kavrayan bir halkın, bir başka yerde süren yaşam kavgasına katılabilme arayışı hepsinin gözlerinden okunuyordu. Ahmetler köylülerinin yanında olan Prof. Dr. Doğan Kantarcı'yla köy meydanındaki ulu bir zeytin ağacının altında konuşurken, sözü Yırca'daki zeytin kıyımına getiriyoruz. "Bunu işgal sırasında, ortalığı yakıp yıkan  Yunan ordusu bile yapmadı!" diyor Doğan Hoca. Herkesin boğazı düğüm düğüm...

Bu toprakların hafızasına bakıldığında pek çok yıkımın izleri capcanlı duruyor. Ancak Doğan Kantarcı Hoca'nın da altını çizdiği gerçek, savaş zamanlarında, işgal altındaki topraklarda bile görülmemiş bu zulmün, bu yaşam düşmanlığının nasıl kaydedileceğini kestirmek zor. Yine halkın ortak hafızasının zulmedeni değil, zulme direnenleri kaydettiğini söylemek yanlış olmaz...

YIKIMIN BÜYÜK USTASI ERDOĞAN'IN SIRÇA KÖŞKÜ

Bunca karmaşık tablonun ortasında, aslında bu tablonun mimarlarının başında gelen bir kaç gündür Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kaçak sarayı ile ilgili tartışmaları izliyorum. Yazacak, aktaracak onlarca haber, yazı, dosya var elimde. Kimi eylemlere, etkinliklere hiç değinemeden günce değişip duruyor. Ancak değişmeyen bir şey var ki, o da Cumhurbaşkanı'nın kaçak sarayıyla ilgili muhteris tavrı. Bu konuda yazılıp çizilen çok şey oldu. Meslek odalarının, yargının ve toplumsal refleksin cılız sesi de bu hırsı daha fazla beslemekten başka bir işe yaramadı!

İki yıl önce yitirdiğimiz bozkırın tezenesi Neşet Ertaş, Can Dündar'ın hazırladığı belgeselde, küçüklüğünde babası Muharrem Ertaş'a "baba neden sen de beste yapmıyorsun?" diye sorduğunu aktarıyor. Muhharem Ertaş'ın yanıtı ise bir hayli yerindedir: "Evladım, benden önce gelen ozanlar eğer benim demek istediğimi demişse, bana onun sözlerini havalandırmak kalır..."

DEVRAN DÖNER SIRÇA KÖŞKLER YIKILIR

Cumhurbaşkanı'nın kaçak sarayıyla ilgili tartışmaları izledikçe aklıma Sabahattin Ali'nin, geçmişte "halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek"le suçlandığı günlerde yazdığı Sırça Köşk masalı geliyor. Bilenler bilir, bugüne de ayna tutan bu masal, halkın kendi elleriyle sırça köşklere yerleştirdiği zevatın, giderek halkın bütün varlığını sömürerek günün birinde ali kıran baş kesene dönüşmesini anlatır.  Ama Sırça Köşk'ün finali insana "Devran döner, Sırça Köşkler yıkılır" dedirtecek türden son bulur: "Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız... Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter..."

Bu merhaba yazısı oldukça uzun oldu, farkındayım... En iyisi sözü bugün pek çoğumuzun söylemek istediğini yıllar öncesinden söylemiş olan büyük usta Sabahattin Ali'ye bırakıp, Muharrem Ertaş'ın deyişiyle Sırça Köşk masalını bir kez daha havalandırmak:  

SIRÇA KÖŞK*

"Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış... Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alınteriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken, içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp: 'Gelin beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde yaşarız!' demiş.

Ötekiler: 'Bu sırça köşk de nedir?' diye sormuşlar, beriki: 'durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!' diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş. İndikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. Be memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkanlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz, uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.

Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak şekilde: 'Allah Allah... amma da acayip memleket ha!..' diye söylenirlermiş...

Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş: 'Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?'

Ahbapların elebaşısı: 'Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerde?' diye öğrenmek istemiş.

'Ne sırça köşkü?'

'Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?'

'O da neymiş?'

Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp: 'Aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!' demiş.

Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:'Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız!'

'Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi dostlar gidelim!'

 Halk aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup: 'Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Madem ki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!' demişler.

Yabancıların elebaşısı: 'Olmaz.. Olmaz.. Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil.. Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!’ demiş. Ama halk bırakmamış, ‘ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!' diye direnmiş.

Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:

'İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız...'

Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış: 'Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize, hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.'

Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlara koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.

Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan oradan çıkmak istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş.. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık: 'sırça köşk lazım, anladık ama bu kadar çok kadar odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?' diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış: 'İşte’ demiş 'şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu? Şu odalarsa baş yardımcılarımızın... Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!'

Halk: 'Pekala' demiş, 'ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?' 'O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?'

'Ee... şu odadaki?'

'Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri , noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur.. öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?'

'Peki, ya şuradaki?'

'Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.'

'Bunu da anladık, ya bu odadaki?'

'Sırça köşkün odalarını süpürtür...'

Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş... Eh artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini , giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile sustururlarmış... Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe istermiş.

Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle, köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış... Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar... Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki: 'Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz.. Onun azameti, parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört baş davar nedir ki?... Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başla bir şey düşünmüyoruz.. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleri halka dağıtılsın!'

Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı olarak giren , şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar...

Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış: 'İyi ama bu başın beynini almışlar!'

Elebaşı balkondan seslenmiş: 'Öyle.. Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!'

Başka biri: 'Peki, ya bu başların dili de yok!' diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş:'Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!'

Bir üçüncüsü: 'Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!'

Elebaşı ona da cevap vermiş: 'Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondan da...'

Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri: 'Böyle başın da bana lüzumu yok!’ diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada şangır! diye koskocaman bir gedik açmış.

Halk her şeyden sağlam, hiç bir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş...

Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkarmamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihatı vermeyi unutmazlarmış: 'Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız... Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter...'

 *Sırça Köşk, Sabahattin Ali (1945). YKY, 1. Baskı-2003