Tekstil, kadınlar ve bir Kürt çocuğun hayalleri

Yıldız Koç

Blog: Serbest Kürsü

İhracat şampiyonu tekstil sektörü bir bölümü ayda 500-600 liraya çalışan genç kadınların omuzlarında yükseliyor. İlkokul çağında işe giren, evlenince işi bırakmak zorunda olan Kürt kadınlar pek çoğu. “Çözüm süreci” ise onların sorunlarını çözmediği gibi aslında yeniden üretiyor. 


Gazeteleri, internetteki haber portallarını şöyle bir taradığımızda tekstil sektörüne ilişkin gözümüze çarpan haberler benzerdir: “Türkiye’nin yeni bir sanayi hamlesi için en elverişli sektör”, “yine ihracat şampiyonu oldu”, “Türkiye ekonomisine dış ticaret fazlası sağlıyor”, “stratejik bir sektör”, “dünyanın en büyük oyuncuları arasındayız”… Hem sonra, tekstil ve hazır giyim sektörü 2014 yılında 29,3 milyar dolarlık ihracatla yine ilk sırada yer aldı! Bir de şu var: “İşgücü piyasasında en fazla ihtiyaç duyulan mesleklerin başında tekstil sektöründeki makineciler geliyor”…

Başta yazılanların değerlendirmesini bir ekonomi yazısına bırakıp, sonuncu başlığa yoğunlaşalım. Ve belki de ilk yazılanlarla da ilgili olarak düşük maliyetli üretim mevzuna girmiş olalım. Hatta bu haber manşetlerinden, doğrudan çeşitli fabrikalarda çalışan tekstil işçilerinin sözlerine geçelim, yani merkez medyada asla yer bulmayan, “ihracat şampiyonu” madalyonunun diğer yüzünü anlatan ifadelere:

“500 liraya çalışıyorum, makineciyim”, “evlenene kadar çalışacağım, sonrasına kocam izin vermez zaten”, “bize devletin belirlediği ücreti veriyorlar, asgari ücret”, “9 yaşımda başladım çalışmaya”, “abim ve ben çalışıyoruz, toplam 1000 lira geçiyor elimize, ailemize bakıyoruz”, “okuyup mühendis olmak istiyordum ben aslında, derslerim de öyle iyiydi ki”…

HAYATTA KALMAYA ÇALIŞMAK!
Özellikle doğuda çalışan genç tekstil işçisi kadınların sözleri bunlar. Hoş, İstanbul’da da çalışsa fark etmiyor. Sistem benzer, yaşam koşulları benzer. İstanbul’daki biraz daha fazla kazanıyor, çünkü o, örneğin Batman yerine, yaşamın ateş pahası olduğu İstanbul’da hayatta kalmayı deniyor. Ama söylenenler hep aynı kapıya çıkıyor, “ev kirasını ödemeye çalışıyor”, “daha fazla borçlanmamayı deniyor”, “ailesine bakmak için uğraşıyor”… Yani işin özü “hayatta kalmaya çalışıyor”…

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de sayıları 1 milyonu biraz aşan kayıtlı dokuma, hazır giyim ve deri işçisi var. Yine aynı bakanlığın verileri bunların yüzde 10’unun dahi sendikalı olmadığını söylüyor. Kaldı ki, bu işkolunda çalışan işçilerin sayısının, kayıtdışıyla birlikte 2 milyonu aştığı da Sanayi Bakanlığı verileriyle ortaya koyuluyor. Yani Türkiye’de en azından 2 milyon işçi çalışıyor bu “ihracatın lokomotifi” denilen sektörde.

İhracatın lokomotifi… Yani büyük, dünya çapında, ünlü markalar için üretim yapıyorlar, üç kuruş ücrete… Öyle ki, kimi zaman tüm bir ay çalışmaları karşılığında aldıkları ücret, bir ya da iki parça ürün almalarına yeter o markalardan, tabii mağazaların kapısından içeri girebilseler…

Peki bu “ihracat şampiyonu” sektörün işçileri hangi koşullarda çalışıyor?

Tam da 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün ardından gelen haftada, ağırlıkla sektörün kadın işçilerinin gündelik yaşamlarına değinmekte yarar var.

‘ÇOCUK’ DEĞİL, ‘GENÇ’ DEĞİL, ‘İŞÇİ’…
Çocuk yaşta başlıyorlar çalışmaya. Hele de Kürt işçiler ve de elbette Suriyeli göçmen işçiler. İnsanın “işçi” demeye dilinin varmayacağı küçücük çocuklarken, 9 yaşında, 10 yaşında giriyorlar bir merdivenaltı atölyeye. Mola saatlerinde abileri ablaları çaylarını yudumlar, sigaralarını tüttürürken, onlar oyun oynama fırsatı arıyor. Kolay değil, yaşıtları okula giderken, mahallede oyun oynarken ya da sıcak yataklarında uyurken onlar şafak vakti atölye yoluna düşüyor.

Sonra büyüyorlar biraz. “Genç” işçi oluyorlar ya da “genç” olamayan işçi. Çünkü “çocukken” de, “gençken” de, yani 10 yaşında da 16’sında da belirleyici olan çocuklukları ya da gençlikleri değil, “işçi” olmaları… Yavaş yavaş eve destek olan konumdan, evin yükünü omzunda taşıyan işçiye dönüşüyorlar yaşları ilerledikçe.

Yıllarca süren çalışmanın ardından bir gün daha büyük, daha kurumsal bir firmada buluyorlar kendilerini. Artık uzun yıllardır çalışma yaşamının içindeler ama yaşları 17, hadi bilemedin 18. Sigortalı bir işleri var, asgari ücret alıyorlar ve onlar için bu durumun kendisi dahi neredeyse bir mucize. Çoğu zaman gözyaşları içinde anlatıyorlar öncesini, merdivenaltında yaşadıklarını, çalışma ortamını. Şimdiki koşulları ise yani asgari ücretli ve sigortalı çalışma, ücretlerin kısmen zamanında ödenmesi -başka bir deyişle en temel yasal zorunluluklar- mücadeleye ve şikayet etmeye gerek görülmeyecek kadar sıkıntısız. Kapitalizm daha küçücük yaşta ölümle tanıştırmış onları… Öyle beterlerini görmüşler ki, sıtmaya razı oluyorlar.

EVLİLİK=EMEKLİLİK
Ve çok kısa bir süre sonra “emeklilik” geliyor. Özellikle bazı doğu illerinde pek çok genç kadının çalışma yaşamı 9’unda başlıyor, 19’unda 20’sinde bitiyor. “Evlenince kocam izin vermez çalışmama” diyor gencecik kadınlar. Kiminle evleneceği dahi belli değil ama o belirsiz koca adayının çalışmaya izin vermeyeceği kesin.

Sonrası çok bildik hikâyenin. Çoğunlukla ailenin bulduğu “koca” adayı, genç kadını eve kapatıyor. Zaten kadın da bıkmış çocukluğunu ve gençliğini yiyip bitiren tekstil makinelerinden. Padişahımızın “3 de yetmez” dediği ortamda, küçük küçük işçiler doğuyor. Onlar da bebekliklerinde işçi çocuğu, 4’üncü sınıfı bitirince artık “işçi”. Annelerine bakıyorlar ve geleceklerini görüyorlar. Yalnız yaşamları değil, hayalleri de tutsak.

AKP diyor ki, “kadının işgücüne katılım oranını biz artırdık”… AKP’li yıllarda bir yandan kadının işgücüne katılım oranı artarken, diğer taraftan gericilik ve toplumsal baskının da Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar yoğunlaşmasını yaşadık. Dolayısıyla, çalışma yaşamının içinde kendini var eden kadınlar için bu durum bir özgürleşme, eşitlik ve sosyalleşme anlamına gelemedi. Tam aksine cinsiyete dayalı roller gün geçtikçe daha da pekişirken, kadın işçiler ikili ve gün geçtikçe derinleşen bir sömürüyle karşı karşıya kaldı. Yazının konusu olan kadın işçilerin durumu da bu bütünselliğin dışında değil. Gericilik ve emek sömürüsü kadını sıkıştırır. Zaten mesela fabrikalarda mescit bulunur hep ama kreş bulunmaz. Kapitalist sistem kadına yeni işçi kuşaklarının üretilmesi için görev verir bir saatten sonra.

Bir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü daha “erkekler eyleme katılsın mı, katılmasın mı” tadındaki tartışmalarla geçirdik. Kanımca, AKP’nin “kızlı erkekli” her türlü yaşama duyduğu tepki, bu tartışmaları son dönemde daha da trajikomik hale getirdi. Yazıda yer alan tekstil sektörüne ve özellikle Kürt illerindeki tekstil işçilerinin durumuna ilişkin gözlemler ve anılar çalışma yaşamının yalnızca küçük bir bölmesini ele alıyor olmasına karşın, aslında sömürünün derinliği her sektörde benzer durumda. Bu sömürünün önüne geçmenin yolu ise bağımsız bir sosyalist hattı örmekten geçiyor.

‘PAYLAŞMAZSAK GÜZEL OLMAZ Kİ’
Batman’dan kısa bir anıyla bitirelim: Hasankeyf’i geziyoruz. Rehberimiz zehir gibi bir çocuk… Adı Salih, 14’ündeymiş ama daha küçük görünüyor. Abileri tekstilde çalışıyor, İstanbul’un tekstil merkezi Bağcılar’da. Küçük arkadaşımız bölgenin tarihine hâkim, inanılmaz tatlı anlatıyor bize. Yanımızdaki Batman’lı arkadaş “buradaki nüfus gün geçtikçe değişti, şimdi ağırlık Kürtlerde değil, zaten belediyeyi de AKP aldı” deyince, bizim rehber atlıyor hemen, “abi, trafoya kedi girdi de ondan kaybettik” diye.

Çok ciddi anlatıyor Hasankeyf’in tarihini, sanki top oynama çağındaki bir çocuk değil de profesyonel bir rehber gibi. Biz bir yerde sigara içmek için mola verdiğimizde, cebinden çıkardığı misketlerle hatırlıyoruz çocuk olduğunu. Bize güzel bir misket oyunu öğretti, oynadık biraz, sonra ben “oğlum var benim de 10 yaşında. Ona da öğreteyim” deyince, “aman kaptırmasın, derslerine çalışsın çok” dedi. O çok çalışıyormuş derslerine, hep tam not alıyormuş. “Çünkü” dedi, “ben kalp cerrahı olmak istiyorum. Hem ellerim de titremiyor. Kurşunu, damarı kesmeden çıkarabilirim”...

Cebimde içi şam fıstıklı bir lokum vardı. Hani böyle beyaz, büyük, yumuşacık olanlardan… Çıkarıp Salih’e verdim, gözleri parladı. Sonra dörde böldü lokumu, her birimize birer parça. Biz almak istemedikçe ısrar etti, “ama lokum, hem de fıstıklı lokum” diye. Öylesine iştahla baktığı lokumu, biz o yesin diye ısrar edince “ama paylaşmazsak güzel olmaz ki tadı” deyip son noktayı koydu konuşmaya.

Salih bir Kürt çocuğu, Batman’da doğup büyümüş. Geleceğini tahmin etmek zor değil. Bu Türkiye’de kalp cerrahı olabilir mi Salih? Sistem Salih’in derslerine çalışmasına bakar mı? Ellerinin titrememesini umursar mı?

Onca yoksulluk içinde ailesi oğullarını bir tekstil atölyesine ya da inşaata vermek yerine dersaneye gönderebilir mi?AKP’yle HDP’nin “çözüm süreci” Salih’in ve daha nicelerinin sorununu çözer mi, yoksa tam aksine bu tabloyu yeniden mi üretir?

Yani işte bir de bu yüzden ille de sosyalizm. Yoksul bir Kürt çocuğu da kalp cerrahı olabilsin diye.


* soL Dergisi'nin 31. sayısında yayımlanmıştır.