Bir Yol Hikayesi (Into the Wild!)

Yargı Mutlu

Blog: Serbest Kürsü

Beyaz yakalının bir yıl beklediği, yaman çelişkilerine katlanma nedenidir yıllık izin tatili. Tüm sene boyunca yaptığı fazla mesailerin, üzerindeki yoğun stresin, baskının, hatta zaman zaman maruz kaldığı mobbinglerin acısını çıkaracağı; hele İstanbul gibi bir mega karmaşada yaşıyorsa, servis köşelerinde saatler geçirerek, sosyal hayatı evde bira içip survivor izlemekten ibaretse, o yılın 15 günü adeta tüm yaşanmamışlıklarına çare olacak uhrevi bir zaman dilimine dönüşür. Bir nevi  razamazanda oruç tutup, yılın geri kalanı tüm günahları işleme serbestliği gibi. Fakat tersinden tüm günahları, maceraları o 15 güne sığdırmak zorundadır.

Neler yapmalı acaba bu sefer?  Off o kadar çok seçenek var ki!

Amsterdam’a gidip kafaları mı çekmeli, yoksa Kapadokya’da balona mı binmeli? Yoksa Karadeniz turuna çıkıp yazın kavurucu sıcağını serin yaylalarda mı geçirmeli?

Bir de para mevzuu var tabi; Bu saydıklarımdan herhangi biri 1 sene boyunca biriktirdiğini yer bitirir (tabi ev-araba kredisine girmeyip kenara köşeye 3-5 bişey atabildiyse). O zamaan şöyle daha ucuz yollu, çılgın seçeneklerden denesek. Mesela otostopla Türkiye turu. Bir de çadır alırız yanımıza oh mis; kalacak yer de beleş. Ama hiç çadırda kalmadık ki; rahat edemeyiz, sinekler falan. En iyisi biz evde oturup tüm sene izlemeyip biriktirdiğimiz “Game of Thrones” un son sezonunu izleyelim.

Sistem bizi sadece ekonomik ve mental olarak sömürmüyor ki; tutkularımızı, hayallerimizi de yok ediyor. Makine gibi çalışıp küçük bir azınlığın çıkarı için kendimizi parçalamak, hele bir de bunu kariyer hedefi, terfi gibi sanal amaçlar edinerek sürdürmeye çalışmak. Bir de bunlara eklenen bencil olmanın hayatta ne kadar gerekli olduğuna kendimize ikna etme çabası…

Yol hikayesi başlamadan nelere daldık. Ya bir işçi olsaydık haftanın 7 günü üç kuruşa deli gibi çalışan. Her an işten çıkarılma korkusu da cabası. Yıllık izin de neymiş. Geçinme, hayatta kalma çabası en yalın gerçekliğiyle duruyor olsa karşımızda. İnsanın modernleşme-gelişme hikayesi doğayla mücadalesiyle başlyor ya, ona üstünlük kurma, alt etme çabasıyla. Kendi kabuğundan çıkıp yol almasıyla diğer bir anlamda, başka insanlarla karşılaşıp etkileşime girmesiyle. Motorsiklet tutkunu olanlar bilir; “Motorcu için önemli olan varmak değil yolda olmaktır.” Bu seneki yıllık iznimde hedefim iki sene önce varmak isteyip yolda geçirdiğim trajikomik kaza sonucu gözleri hastenede açtığım için ulaşamadığım Gökçeada’ydı yine. Tarih tekerrürden ibaret değil ya, e bir de asıl mesele yolda olmaktı. Bu sefer ben de Kaz dağlarından inip farklı bir rotadan gideyim dedim. Hem yeni aldığım cross motoru denemek için bir fırsat hem de al sana süper macera. Kaza yapıp tekrar motora binmek de ne salaklıkmış demeyin; insanın bazı tutkuları var dedik ya benimkisi de motora binmek işte. Kaz dağlarının kuzey yakasında bir köy Evciler Bucağı. Benzin alırken kıyıya inen dağ yolunu sorduğumda aldığım cevap; yolların çok karışık olduğu ve tek başıma doğru olanı bulamayacağımdı. Benzinlikte çalışan adam köyden birine telefon etti, bana yolun belli bir kısmına kadar eşlik etmesi için. Benzin parasını koy o seni götürür dedi. Ben de eyvallah canıma minnet dedim. On dakika sonra kısa tıknaz bir çocuk geldi çin malı 100 cc’lik motoruyla. İçimden bununla mı çıkacak dedim dağa benle hıh. Oysa ki yolun bir kısmını tırmanırken yeri öpen ben oldum. Yola çıkarken “dur ben bi yelek alam ağabey” dedi. Dedim al tabi, benim kafada kask, korumalı mont, bot, dizlik… Kafada şapkası sırtında yeleği ile çıktı sonunda. Saat 7’yi geçtiğinden, yolda hava kararacak diye hafiften bir tedirginlik başladı bende de. Neyse koyulduk yola. Baktım bi ara bu elleri bırakıp bir şeyler yapıyor; cepten telefonu çıkardı, şapkasıyla kulağının arasına sıkıştırdı. Tabi bunlar motorla giderken oluyor. Baştan anlam veremedim, sonra ilk mola için durduğumuzda gelen müzik sesini duyunca anladım maksadını. Al sana alaturka walkman işte dedim, insan aklı zor durumda yaratıcılıkta sınır tanımıyor. Yaktık birer sigara. Senin adın ne dedim bu arada. “Ersin ağabey” dedi. “Ama Kibar diye bilirlee köyde”.

-Sen ne iş yapan ağabey?
-Mühendisim.
-Buralaa hep kendi işini yapanla gelio zaten.
-Sen ne yapıyorsun Ersin köyde?
-Askerden yeni döndüm ağabey, uzmanlık sınvlaana gircem. Dağda pıçaklandım iki yerden terörisle boğuşurken.
-Kibar buralarda vahşi hayvan var mı?
-Olma mı ağabey; ayısı vaa, vaşağı vaa, bi de benim gibi delisi va.

Güldük. Sonunda beni tepeye çıkardı Kibar. Yaktık birer sigara daha. Senin şu motorun bi fotoğrafını çekem ağabey dedi. Beraber çekilelim dedim. Bende selfi olayı yok yalnız dedi. Dur ben çekeyim dedim, patlattım dağ selfisini.

Vedalaştık hakkımızı helel edip. Dağdan inerken havanın kararmaya başlaması ve indiğim yolun doğru yol olup olmadığı bilinmezliği içimdeki macerayı hafiften bir korkuya bırakmaya başladı. Oysa ki film daha yeni başlamıştı. Vahşi hayatla ilk tanışma; bir ceylan önümden sekerek uzaklaştı. Hani şu Dreamcatcher filminde hayvanların ormanı terk ettiği sahne geldi bir an aklıma. En azından ceylan dedim; sevimli, türkülere konu olan bir hayvan sonuçta. Tam o anda iki tane yavru ayı koşarak yamaca doğru çıktı motorun önünden. Anne ayının yakınlarda olabileceği korkusuyla gaza biraz daha yüklendim. Arka teker kayaraktan inmeye başladım taşlı, çukurlu dağ yolunu. 500 metre daha ilerlemiştim ki kafamı sağa çevirdiğimde motorla aynı hizada koşan büyük ayıyı gördüm. Gökyüzünde olan değil ha, baya boz ayı. Bir önceki sahnedeki yavrularla akrabalık derecesini düşünürken gaza sonuna kadar asıldım bu kez. Çağrışım yapan yeni filmin sahnesi hiç de hoş değildi bu kez. Oscar almış olması da hiç ilgilendirmedi beni. Leonardo gibi dirilemezdim öyle bir ayı saldırısı sonunda. Sonuçta adam film yıldızı, Hollywood’un ona ihtiyacı var. Vücudum artık adrenalinle dolmuştu. Ironman olmuştum adeta. Ölüm korkusu  tüm filmleri, hayatımdaki önemsiz sıkıntıları, eski aşkları, her şeyi sildi attı. Sadece ben vardım artık; ya vardım, ya yoktum.  Macera tamam da, dikiz aynadan ayı gözleyeceğim hiç aklıma gelmemişti.

Yolun sonu dağın diğer yamacındaki köye ulaştığında tüm vücudum titriyordu hala. Yumruğumu havaya kaldırıp “başardıım!” diye bağıracaktım, sesim çıkmadı. Adrenalin vücudumu terk etmeye başladığında Kibar geldi birden aklıma. Benim için onca çağrışımlar yaptıran bu vahşi doğa macerası onun içi ne kadar da sıradandı. Ayıdan, bıçaklanmaktan bahsederken ki kayıtsızlığı. Gerçek olan tastamam onun hayatıydı. Benim yaşadıklarımsa filmlerden sahneler. Bazı yolculuklar insanı değiştirir derler ya; asıl değiştiren ne salt yolda olmaktı ne de yolda yaşadığımız sanal maceralar. Yolda karşılaştığımız insanlardı bizi değiştiren; olaylara, yaşama olan farklı bakış açılarımız. Biz beyaz yakalılar en çok onu unutuyoruz sanırım yoğun iş dışındaki dizilere, filmlere gömülü sanal sosyalliğimizde. İnsanlara temas etmiyoruz, bizim gibi hayatları olanlara bile. Aşklarımız, tutkularımız bile yapay. Koskoca bir hayatı yılın 15 gününe sığdırmaya çalışıp bocalıyoruz. Kendimizle bile başbaşa kalmaktan korkuyoruz çoğu zaman. Yaşamın, her güne yayılması gereken bir mücadele alanı olduğunu unutuyoruz. O yüzden mutsuz oluyoruz tatil dönüşlerinde. Başka insanların dertleri ile karşılaştığımızda kendimizinkilerin ne kadar da küçüldüğünü fark ederiz demişti yakın bir arkadaşım. Ne kadar da doğru söylemiş.