Kitaplar bizi anlatır elle yazılmış olsa da!

Yalçın Akyürek

Blog: Serbest Kürsü

Hepimiz metropollerde yada kent merkezlerinde hergün rastlarız kitaplara. Yolda yürürken bir kitapçı reyonunda ya da bir benzin istasyonunun marketinde. En yoksulumuzun evinde dededen kalma ansiklopediler vardır en kötü ihtimalle. Her şeyi bilen olarak aslında yaşam ortağımız,danışmanımız, yol göstericimiz ve çoğunlukla da gösterdiği yolda yol arkadaşımız olur kitaplar. Kitaplara inanırız çünkü hikaye de olsa gerçeklik payı içerdiğini biliriz, cahil de olsak hissederiz böyle olduğunu. Güvendiğimiz ve inandığımız için severiz kokusunu ve bizim olsun isteriz genellikle. Bir köşede dursun isteriz, sürekli işe yaramasa da dursun işte! Bazen ummadığımız insanların aslında ne kadar da kitapsever yahut ne kadar iyi bir okur olduklarını farkederiz. Kitaplar hayrete düşürmüştür bizleri her zaman. Güneşin batışını izlerken hissettiklerimizin, sevdiklerimizi düşünürken kurduğumuz cümlelerin mayasında kitaplardaki sihirli sözcükler vardır. Gizlice sevgiliye yazdığımız şiirlerde, günlüklerde,saygı duyduğumuz bir işi yaparken kurduğumuz cümlelerde kitaplar vardır genellikle. Ve genellikle eksik kaldığımız bir çok yerde yine kitaplara koşarız. Bilimde, edebiyatta, sanatta, kültürde, aşkta herkesten çok kitaba inanırız keza öyledir de. Kitaba yazılır tüm icadlar, kitaptan okunur iki kere ikinin dört ettiği. İnterneti bir kitap kadar güvenilir bulan nadirdir ya da kitaptan okurken hissettiği sıcaklığı internette yapılan okumadan duymaz büyük çoğunluğumuz.

Kitaplar ilginçtir, her düşünceden her konu ile ilgili yazılmış, basılmış milyonlarca kitap mevcut.Bir de yazılmış fakat çöplerden çıkanları var. Tüm şehrin çöplerinin döküldüğü yere bir gidip bakın, hangi şehirde yaşıyor olursanız olun! Kıyılmış, parçalanmış bir sürü kitap göreceksiniz. Ben de rastladım bir gün, ilginç bir kitaba, çöp konteynırında. Kitap da denilemez hani tam anlamıyla. Çöpü atmaya gittim, konteynır boştu fakat dibine yapışmış, tek başına öylece duran ve üzerinde ‘’hayat kısa’’ yazan bir defter. El yazısı ile yazılmış orta boylu, yağlı saman kağıdından sayfaları, eski model görünümlü bir defter ve her sayfası dolu. Belli ki basılmamış her nedense. Yine her zamanki şu bildiğimiz güven ve sıcaklık duygusuyla uzanıp aldım defteri. Bir kafeye girip çay söyledim. Sigaramı yaktım ve başladım karıştırmaya...

‘’Bazen olmaz,olmayınca olmuyor yani. Olmamış gibi davranıp olabilecekmiş gibi umutlanmak neye yarar olanı da yitirmekten başka! Bazen yaşamın her anında uçurumdaki tutunabileceğin tek sağlam dal oluverir o umut. Biri çıkar gelir küfreder, boş iş deyip karşıya geçer bir diğeri. Yok olmanın içerisinde zaten varlığı olmayan bir umut hayalden öteye gidebilir mi? Onun en umutsuz hali bile senin bu karanlıkta en umutlu düşlerinden daha mümkündür, daha tutulur elleri, gözlerinin sahibi iki kişidir onun, ellerinin sahibi iki kişi. Uykular ikiye katlanır, girecek sıcak bir yürek bulur sözleri. Sen gerçek değilsin, en var olduğun zamanlarda bile ‘’yav he he’’ idi yüreğin, sen kimsin ki affetmiyormuşmuş?‘’ oluverip bir anda kırıverilir dalın ve uçurumlardan düşersin, özlem bitene kadar! Uzaktan habersizce de olsa yine de görmek gülüşünü, güzeldir, yeniden hayat verir tüm imkansızlıkların yeniden doğmasına... ‘’(1)

‘’Her zamanki gibi sarhoş gelir eve. Montkemerinin iç cebinde siyah beyaz gazete kağıdına sarılı bira, iki parmağının arasında yarısı içilmiş,külü hala dökülmemiş bir cigara. Ağzında kavgadan kalma küfür, üzeri çamur içinde. Yeşil gözlerinde nefret, kocaman avuçları mezarı olurdu her gece bıkmadan yeniden kurulan düşlerin, gözler kaygısız kapanışlara hasret. Nereye vurduğunu bilmezdi tokatı. Elleri ağır, gözleri yabancı. Ne ekmek, ne peynir zeytin ne de haftada yüz gram et! Kimin umurunda bir tas yemeğin sunabileceği ziyafet! Son yudum ve bitti artık uyuyacak derken bir tane de diğer cebinde. Ev bir göz oda, zaman yine terkedip gidiyor kimsesizleri. En kalabalık sülalesidir oysa şehrin, tüm şehir bir anda susar ve iki kişi dinler tüm şehrin sessizliğini. Sigorta yok, kömür yok,para yok! Her akşam yumruk yemekten damakları diş tutmaz oldu kadının, ağrıdan geberir de gıkı çıkmaz. Üzerinde on yıllık basma etek, ne düğün bilir ne dernek. Oğlunu mu koruyacak yeşil gözlerdeki nefretten, kendisini mi? Ne bir umut ne bir çıkış yolu! Ne bir iş vardı çekip gidecek, ne bir anne baba ‘’lanet olsun kızım,gel!’’ diyebilecek. Halbuki ne de güzel açıyordu bahçe duvarının dibinde devedikeni. El sürdürtmez; pamuk gibi yumuşak, tüy gibi ince ve mor bir günbatımı gibi çiçek tanesi. Karanlık bastığında çiçeği kapanmadan indirmezdi dikenlerini...’’(2)

‘’Habersizce öğrendi, nasıl bir hayata mahkum olan nasıl bir yürekte edindiği tarifi imkansız yerini. Çaresiz, yalnız bir annenin çocuğuna göründüğü enn güzel haliydi. Ben, kimselerin geçmediği ıssız bir yolda sığ bir yağmur birikintisiydim, birden üzerime basıp geçti. Habersizce öğrendi, ayağının altına yapışan bir damlaydı yüreğim, her adımda nasıl yandı canım! Gözlerinden yaş olup akmak gibi hadsiz, türkülerde aklına düşecek kadar kudretli değildim. Oysa yağmura karışıp kaybolup gitmekti hayalim. Bekledim, gelen ne yağmurdu ne sel! Sesimi, ben ağlarken duydu. Ölüm üzücü bir şeydi, sevdim, şimdi yaşamak bile...’’(3)

‘’Umrumda mı sanki geçmiş, gelecek ve şu an. İnsanlar mı? İnsanlar herşeyi bildiklerini sanırlar. İnsanlar ne bilir ki? ...’’(4)

‘’Ne kadar güzel ve çekici bir kadın olduğunu dünyada bilen tek kişi ben olabilirim. Bunu kimseyle paylaşmak istemem. Yürürken, konuşurken, kahve yaparken, sigaranı yakarken, müzik dinlerken mırıldandığında, öfkelenirken gözlerin parladığında ne kadar güzel olduğunu ömrün boyunca yalnızca ben bilmeliyim. Ve sanırım şanslıyım ki herkes bunu gözden kaçırıyor. Seninle sohbet eden insanların hayatlarında tanıyabilecekleri en mükemmel kadının sen olduğunu görememeleri inan bana hayret verici! Onların göremediklerini yalnızca benim farkediyor olmam! Sanırım aşk denilen şey tam da bu, senin adın aşk...’’(5)


(1)     Hayat Kısa, syf 20
(2)     Hayat Kısa, syf 3,4
(3)     Hayat Kısa, syf 25
(4)    Hayat Kısa, syf 15
(5)     Hayat Kısa, syf 37