Gülmek Bedava, Su’ydu Parayla Olan!

Yalçın Akyürek

Blog: Serbest Kürsü

Gülmek insanın en saf halidir, ağlamak da. Öyle yapmacık, imalı ve kinayeli, rol icabı falan değil. Bildiğimiz katıla katıla gülmek, hıçkıra hıçkıra ağlamak halinden bahsediyorum. İnsanlar kendilerini samimi ortamlarda rahat hisseder. Bu gibi ortamlarda davranışlarını kontrol altında tutmak zorunda hissetmezler. Özgürce yani kendisi gibi davranabildiği yerdir böyle ortamlar. Kimse hallerini yadırgamaz, sırtına basıp eleştirme kaygısıyla yukarılara ulaşma çabasına girmez, herkes birbirinin kabulüdür,kimse bir diğerini istediği şekilde davranmaya zorlamaz.

Yıllık izinlerimizde, bayram veya haftasonu tatillerinde vb. günlerde yanında kendimiz olmaktan çekinmediğimiz dostlarla, sevgiliyle, iş arkadaşlarıyla tatile çıktığında yahut memlekete ailesinin yanına gittiğinde kötü bir olay yaşanmadıkça katıla katıla gülerler. Bahsettiğim, madem tatile para döktük, her şeye gülmeliyiz hali değil elbette. Fakat bir baskıdan, korkudan, endişeden, ne yapacağını bilememezlik halinden, önünü göremediğin sisli puslu, beyinleri tümörleyen, arabeskin karnını doyuran bir dünyadan; havayı içinize rahatça çekebildiğiniz bir dünyaya adım attığınızı ve yarının bahsettiğimiz o ilk dünyanın pazartesisi olmadığını düşünün. İşte bu geçici olduğunu düşünmeye bile korktuğunuz ortamda gülmenin tadına varabiliyoruz ancak. "Çok güldük başımıza bir şey gelecek" derken bile eskiden yanıbaşından ayrılmadığımız hurafeleri sallamayarak gülmekten kendimizi alamadığımız ortamlar. Genelde tatilde ya da uzunca bir süre görüşmediğin dostlarınla kırk yılda biraraya geldiğinde yaşarsın bu durumu, hatırladın? Burada bir özlem barındırır kendisini. Çocukluğa, birlikteyken bir zamanlar attığın adımı bile düşünmediğin arkadaşlıklara, endişeyi ve baskıyı gayriciddi kılan tüm ortamların varlığına duyulan bir özlem, aslında birnevi güvene özlem! Haftaiçi işten erken çıktığın bir akşam da yaratılabilir, tabi faturalar ve kiralar ödenmiş,aylık yemek ve yol paraları ayrılmış ise! Ortaokulda veya lisede, havalar ısındığında, alevi sünni nedir sorgulamadan arkadaşlarla birlikte din dersinden denize kaçtığımız günleri hatırlayalım, deniz kıyısında koşuşur şakalaşırkenki gülüşlerimizi...

Ortalama bir ülke yurttaşı, tıkabasa dolu metrobüste bir kaç kişilik genç arkadaş grubunun aralarında gülüp şakalaşmasından, telefonda görüşürken rahat davranandan ya da sırt çantasıyla yolculuğunu sürdüren birinden nasıl da rahatsız olur, dikkat edenleriniz vardır. Fakat genelde bir şey demezler, çekinirler! Fakat tek başına ayakta veya otururken kitap okuyana ya da telefonunda işaret parmağı kasını geliştirenlere tepki sıfırdır! İşyerlerinde ise müdürler, çalışanların kahkalarını duyduğunda uyarılarını arttırma ve biraz daha sert davranma ihtiyacı güderler. Örneğin bir banka şubesinde banka çalışanı, sık sık bankaya gelen sıcakkanlı bir müşteriyle şakalaşamaz, kahkaha atamaz. Yapanlar uyarı alır. Bunun istisnası, müşterinin işadamı veya çok kazanan bir işletmeci olması olabilir ancak! Plazada, ofiste yahut bir kafede, markette veya mağazada çalışansanız kahkahalar atamazsınız mesela. İçten içten gülemezsiniz. İnsani tepkilerinizi normal bir şekilde sergileyemezsiniz. Kontrol altında tutmak zorundasınız tepkilerinizi. Müşteri veya amiriniz sizin kontrol mekanizmanızdır. Genellikle de amir ya da müdür genel müdürlükten gelen kuralları uygulamak konusunda istisnaya fazla şans vermez .O ortam ciddi olmalıdır.Kurallar tam uygulanmalı, esnetileceği zamanlarda sorumluluğu müdür almalıdır.Çünkü sözleşmeye attığınız imza bir bütün olarak aynı zamanda şu anlama gelir; ‘’Bizim için çalışırken robot olacaksın, olmazsan da sen bilirsin.Dışarıda senin yerinde olmak isteyen yüzbinlerce insan var!" Tabi sözleşmede "bizim için" çalışma konusunda o kadar da kaba değiller,profesyoneller. "Bizimle çalışmak" olarak koyarlar önünüze sözleşmeleri. Profesyonellik demişken toplantılarda şu da dile getirilir; ‘’Bizler profesyoneliz, iş ile yaşamı ayırmalıyız.Şu kapıdan girerken dışarıdaki yaşantımızı kapının dışında,çıkarken de iş yaşantımızı içeride bırakacağız!" Sermaye, kendisinin bile beceremediği bir şeyi işçilerden koşulsuz beklemekten geri durmaz.Hele ki Türkiye’de çalışıyorsanız aklınıza düşecektir biraz önce bahsettiklerimiz.

Terfi ya da zam bekleyen işçiler toplantılarda gülerler,müdürlerin şeflerin esprileri inanılmazdır! Gülmek zorunda hisseder yahut gülse fena olmaz. Çünkü işyerinde konumların yükselmesinde biraz da ‘’ekip ruhu, ortama uyum sağlama...’’ gibi bir sürü zırvalığın payı vardır. Bunun anlamı işçinin gerçekten çok çalışkan ya da rahatça ilişki kurabiliyor olması değil, çok çalışıyormuş gibi yapıp, gülümser biriymiş gibi davranmasıdır. Bu, işte kalabilmenin dayattığı koşullardan yani kölelikten işçinin davranışlarına düşen paydır. Yılbaşı ve sabahı,bayramlarda,akşamları mesaiye kalan vb.çalışanlar sözleşmeyi yani kuralları yerine getirenlerdir. Sermaye yönetimi bunu normal olarak karşılar,olması gereken budur. Fakat diğerleri genelde izin veya o gün erken çıkmak istediğinden olması gereken durum, doğal olarak mevcut dahilinde en iyisi olur. Kendisinden fazla mesai beklenen, bayramlarda, yılbaşında çalışması beklenen işçiler işyerlerinde rahat değillerdir. Çünkü patronun onlardan beklediğişey mesaiye kalmak için can atmalarıdır. Böyle yapmadıkları için de rahat olmaları da beklenemez. İşi çok iyi bilen ve uygulayan yani çok para kazandıran bir işçi ancak bir takım istisnai davranışlarda bulunma hakkı elde eder. Bu ise o işçinin özel yeteneğinden kaynaklıdır. Ondan daha çok para kazandıran başka bir işçi bulunduğunda istisnalar ve esneklikler sorgusuz sualsiz geri alınır. Dolayısıyla mesaiye kalan kalmayan, başarılı başarısız hemen tüm işçiler için özgürce gülebildikleri, kendileri olabildikleri bir iş ortamı mümkün değildir. Kim olursa olsun karşısındakine rol yapmak zorundadır. Herhangi bir şeye tepkilerini kendileri gibi değil, işletmenin veya firmanın tepkileri olarak ortaya koymakla mükelleftirler. Tüm bunlar bir baskı unsurudur. İşçinin sokulmaya çalışıldığı bir kalıptan ibaret! Sömürü de ancak böyle bir ortamda serileşir, yani kendisini istikrara kavuşturur. Dolayısıyla böyle bir iş ortamının mesai bitiminde geride bırakılacak hiçbir yanı yoktur. Dahası, yarın yine aynı yere geri dönüş vardır. Ertesi gün yine, haftaya, bir dahaki yıla, kısaca emekli olana kadar.

Peki kahkahalarımızı baltalayan bu baskı evde ya da emekli olduktan sonraki yaşantıda devam ediyor mu ki iş dışında eve gittiğimizde özgür olamıyoruz? İş yerlerinde üreten bizler, yaşadığımız ve kullandığımız ne varsa herşeyin maddi temelini oluşturur. İşyerlerimizde evimizden fazla zaman harcarız, hemen hemen hepimiz. Yani işyerlerimiz genel yaşam alanımızdır. Arta kalanlar ise değişip dönüşen davranışlar ve algılarımız oluyor malesef. Gülüşlerimiz, tepkilerimiz bizden değildir! Çalıştığımız yerde gayet doğal davranan, bizlere ve ürünlere gayet açık dille tepki gösteren müşteriler bizi güldürür çoğu zaman. Ya da memlekete gidip eski komşuları gördüğümüzde o doğallıkları bizlere yaşamı hatırlatır ve şivemiz hemencik değişeverir. Behzat Ç.’nin olaylara tepkisine birçoğumuz hayrandır fakat gerçek hayatta iş yerinde ya da içerisinde yaşadığımız toplumda öyle biri bizi yine güldürür fakat bizlerin öyle davranması  yine bize abest gelmektedir! Küfürler, rahat tavırlar vs... Bir noktadan sonra bu rahat tavırları, özgür tepkileri,kahkaları,gözyaşlarını kendimize yakıştırmaz bir hale bürünürüz! Garipser ve dışarıdan bakar haldeyizdir. Abes gelir bize hıçkıra hıçkıra ağlamak, kahkahalar patlatmak!

O kadar çok baskılanmışız ki, o kadar çok saçmalığa gülmek zorunda kalmışız ki sonunda o saçmalık bizi sarıp sarmalamış ve unutmuşuz biz olabilmeyi.Aslında bizim normal yaşamlarımızdaki olayları anlatan tiyatrolar,sinemalar bize ne kadar da komik geliyor ve katıla katıla gülüyoruz.Ya da bir dram izlediğimizde hemen hüzün kaplıyor yüreğimizi.Halbuki her gün karşılaşılan yaşanan şeyler izlediklerimiz. Biziz sahnede ve perdede sergilenen. Neden dışarıdan kendimizi izleyince katıla katıla gülüyoruz? Yahutta neden yaşanan dram, bizim yaşadıklarımız değilmiş gibi rol alan karakterin haline acıyarak üzülüyoruz? Üçüncü şahıs iken rahatız, fakat birinci ya da ikinci şahıs isek, yani muhatap biz isek rahat ve özgür olamıyoruz, olayın hakkını vermesi gereken davranışları sahte ‘hihi’lere mahkum etmek zorunda kalıyoruz.

O kadar çok sahte, onay veren, aynı fikirde olduğunu beyan eden ya da tam tersi katılmadığını fakat buna rağmen kabullenmek zorunda olduğunun bilincinde olduğunu yansıtan tepkiler sergilemek zorunda kalıyoruz ki iş yaşantımızda ve malesef bütün bunları gülümseyişlerimize sığdırmak mecburiyetindeyiz .Burjuvazi, mesela kurumlarında fiziksel şiddete asla tahammül etmez, hemen iş akdinin feshi geliverir fakat mesele sömürüye, insan ömrünün çürütülmesine, köleliğine gelince görüp görebileceğimiz en barbar, en acımasız, en gaddar canavardır. Bütün hayatın içine eder. İşten eve, evden işe giderken havasız, sıkış sıkış yolculuklar, sürekli zamlanan gıda, kira, yakıt, enerji, giysi vb. zorunlu tüketim maddelerinin ulaşılmazlığının giderek artması, sömürüsü ve nihayetinde işçileri emekçileri robotlaştırması yetmezmiş gibi bir de bu sorgusuz sualsiz kölelik düzenini ve köle yapısını gelecek yıllarda garanti altına almak için ilkokula kadar uzanan zorunlu din dersleri, devlet üniversitelerine cami, bir çok ilk öğretim,orta okul ve lisenin imam hatipleşmesi vs...Hayatın her alanındaki sömürüyü bu kibarca lugatıyla yıllarca uyguladığı baskı ve zulümü, işçiye yapmadığı zam ile yahut vermediği terfi veya mesai ücreti ile ‘’resmen küfür ediyor, resmen kanımızı emiyor...’’ şeklinde sesli düşündürtme fırsatını yılda bir kez sunma fırsatı verebiliyor burjuvazi! Etkisi geçene kadar! Etkiyi yıllara ve o yıllarda herbiri başına bir kez ifade edebilme şansını ancak veriyor. Fazlasını isyan kabul ediyor ve hani o insani tepki dediğimiz gözyaşına bile bakmadan koyuveriyor kapının önüne işçinin saygınlığını da teslim ederek,kibarca ‘’ Firmamız sizinle yollarını ayırma kararı aldı’’!

İnsanca gülebilmek için tatile yahut memlekete yahutta haftada bir içmeye gitmenin gerektiği kısacası özlemlerimizi gidermek zorunda kaldığımız böyle bir ülkede gülüşlerimizin tarifi, insanın kendisini bulunduğu topluma kabullendirme yahut o toplumda varlığını sürdürme psikolojisine denk düşüyor. Tıpkı giymekten sıkıldığımız iş kıyafetlerimiz,kurduğumuz zoraki cümleler, kullandığımız ve aslında müşteriye yada patrona saygı çerçevesinde boynumuzu eğen nazik kelimeler gibi gülüşlerimiz de doğallığını mecburiyete, kabullenişe ve boyun eğmeye sıkışıveriyor. Kendimiz gibi gülüp eğlenebildiğimiz güven duyduğumuz ortamlar köydeki aile evine, yılda bir biraraya gelinen arkadaş ortamına yahut parayla kiraladığın tatile hapsediliyor. Yılbaşı sabahı işe gitmek istemeyen mağaza çalışanı, kafası rahat bir şekilde beşte işten çıkıp rahatça evine ya da bara gitmek isteyen kurumsal firma çalışanları, mesaiye kalmak istemeyen tekstil işçileri, üzerlerine kapıların kilitlenmesini istemeyen maden işçileri, onlarca yıllık çürümüş halatlara canını bağlamak istemeyen inşaat işçileri ...

Hepimizin kahkalarını, gözyaşlarını,huzur dolu soluk alışlarımızı elimizden aldılar ve onları bizlere parayla geri satıyorlar. Ürettiğimizi kullanamamakla kalmadık, benliğimizi de çaldırdık. İnsanlığımızı yıldızlara bölüp yazın kızgın güneşte, kışın karda bizlere pazarlıyorlar. Kendi başımızın çaresine bakacak ne gücümüz ne de kurtaracak aklımız kaldı artık. Ne yapacaksak birlikte yapacağız. Birlikte yaratacağız kahkahalarla gülebileceğimiz, hıçkıra hıçkıra ağlayabileceğimiz, rahatça gerinecek nefes alabileceğimiz o güvenli ortamı. Ancak birlikte kurabiliriz insanca yaşamı. Ne de çabuk unutuverdik; gülmek bedava...Biz elimize aldığımızda, yaşamak da...