Kürt sorunu ve emperyalizm

Vuslat Aktepe

Blog: Serbest Kürsü

Türkiye sol siyasal mücadelelerin bir bölümü açısından ilginç bir deney. Kamuculuğun, sekülerizmin, eşitlikçiliğin ve hatta adlı adınca laikliğin yan yana yaşayan halklardan birinin üzerinde tahakküme hizmet edeceği fikri ya da tersinden bu kavramların bir halkın özgürlük mücadelesine değil katkı, basbayağı zarar vereceği kaygısının açık yüreklilikle sol adına savunulduğu başka bir coğrafya var mıdır, bilmiyorum. Hele konu yurtseverlik başlığına geldiğinde tanım baştan yaratılır ve ABD emperyalizminin varlığı dahi yurtseverlik kavramına meşrulaştırılabilir.[i]

Türkiye’de Kürt sorununun bir iç mesele olmadığı, uluslararası boyutları olduğu ve bu hali ile de ancak yukarıda saydığımız referanslar üzerinden belirlenmiş bir toplumsal dönüşüm ile çözüme ulaşabileceği tezi bu ülkenin komünistleri tarafından uzun zamandır zaten dile getiriliyordu. Cemil Bayık’ın dipnotta verdiğimiz ifadesindeki fark ise şöyledir; Kürt sorunu uluslararası bir boyuttadır ve sorunun çözümü uluslararası dengelerin ve konumların gözetiminde ancak gerçekleşebilecektir. Yani Bayık emperyalizmin Kürt sorununun çözümünde pozitif bir rol kapması zorunluluğunu hem de tam da yurtseverlik kavramı ile beraber meşrulaştırarak bambaşka bir zemine denk düşmektedir.

Sovyetler Birliği’nin yıkılışını izleyen yıllarda Irak savaşı, Arap halklarına yönelik emperyalist müdahale ve son olarak Suriye’de yürütülen kirli savaş süresince Kürt sorunu gerçek anlamı ile bir iç mesele olmaktan zaten çıkmıştı. Özellikle Güney Kürdistan sermayesinin temsilcileri ile Türkiye Devleti’nin girdiği ilişkiler, Kürt siyasal hareketinin bu süreçte tekrar tekrar devinerek konumu ve rotasını emperyalizmin ve Türkiye’nin karşılıklı ilişki ve çelişkilerine göre belirlemesi ve rol kapma savaşları Kürt sorununda çözüm denen şeyin aslında ateşkese dayanan bir statü mücadelesinin çok da ötesine geçemeyeceğinin ifadesiydi.

Bilindiği gibi Türkiye dış politikasında beliren ilk şok dalgası Sovyetler Birliğinin dağılışı üzerine gelişmişti. O güne kadar dış politikada pek de aktif olmayan Türkiye, yeni durumun verdiği şok ve kaygı ile aktif ABD yanlısı bir politikanın öznesi olma konumuna kendini iterek yanı başında beliren Rusya tehdidine karşı güvence arama ihtiyacı duymuştu. Bu uğurda Balkanlarda gelişen iç savaşa müdahil olmuş, Çeçenistan ve Orta Asya Türkî Cumhuriyetleri içinde bir dizi ABD yanlısı militarist aktivitelere girişmiş, hatta Özal ile birlikte Körfez Savaşına dâhil bile olunmuştu.[ii]

Bu süreçlerde Kürt sorunu ve PKK mücadelesi bir iç mesele mantığı ile ele alınmış aktif bir dış siyaset politikası yürütülmemişti. Bunda bölge ülkelerinin sorunu yer yer birbirine karşı bir silah olarak kullanma eğilimi görülse de temelde Kürt sorununu bastırma üzerinde hâkim olan mutabakatı belirleyici olmuştu. O yıllarda çözülen Sosyalist Sistem’in kalıntıları üzerinde tepinen emperyalizmin leş kavgası Türkiye’de böylesi politikaların bir dönem sürdürülmesine imkân sağlamıştı nasılsa. Ayrıca ulusal bilinç ile feodal duruşun harmanladığı Kuzeyde Barzani ve Talabani arasında süren alan savaşında Türkiye’nin PKK ile verdiği mücadele temelinde taraf olarak bu güçleri PKK ye karşı kullanmada ki rahatlığı da Türkiye açısından belirleyici olmuştu. Bilindiği üzere Türkiye bu iki lideri sık sık Ankara’ya davet etmiş ortak mutabakatlar imzalanmış ve hatta bir aralar çok sık olarak sözü edilen Kırmızı diplomatik pasaportları dahi sunmuştu.

Mustafa Kemal’in bazı arkadaşlarıyla birlikte Süleyman Nazif’e kurdurttuğu Vilayat-ı Şarkıyye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti[iii] Kürdistan Teali Cemiyeti için ne tür bir etki yarattıysa bu iki liderin temsil ettiği Güney Kürdistan sermayesi[iv] ile Türkiye sermaye sınıfının girdiği ilişkiler PKK için aynı etkiyi yaratmaya yönelikti. Kürt-Kürt ilişkilerinde var olan kırılma bir kez daha kullanılmak istenmiş ve kullanılmıştı da. Statüko bu güne kadar böyle tanımlanmış ve bu temel üzerinde kendini inkâr politikalarına angaje edebilmişti.

Türkiye sermayesi ile Kürdistan sermayesinin çıkar ortaklığı olarak da adlandırılabilecek bu süreç ABD’nin Irak müdahalesi ile iki taraf içinde son bulmuştu. Kürt sermayesi süreçte beliren imkânı iyi görerek hızlı bir dönüşüme ayak uydurmuş ve ulusallık bayrağını öne çıkarmıştı. ABD müdahalesinin yarattığı imkânı kendi lehlerine çevirmesini bilerek Kürt-Kürt ilişkilerinde yeni bir süreci, dünün kırılma eğiliminin yerine bu günün ulusallık temelinde birleşme eğilimini hayata geçirebilmişti[v].

Kürt liderler emperyalizmin etkisinde beliren yeni sürece en hızlı ayak uyduran ve kendini dönüştüren taraf olurken Türk milliyetçiliği ile Kemalistlerin bir kesimi Irak müdahalesi öncesi durumunun bile gerisine düşerek kendilerini kör bir kapana hapsetmeyi başarmışlardı. Bu dönemde AKP içerisinde de eski milli görüş çevresinden gelen kadrolar Mevcut dönüşümü ve ABD etkisi ile gelen yeni anlayışı görememişler ve hatırladığınız üzere birer birer tasfiye edilmişlerdi. Süreç içerisinde sürekli esneyen kırmızıçizgilerde ısrarın yarattığı kör kapan, mevcut politikanın temellerinde ciddi çatlaklar oluşturmaya başlamıştı.  Zaten hedeflenen de aşağı yukarı böyle bir şeydi. Dün mevcudu korumak için akla hayale sığmayan yöntemleri kullanmaktan çekinmeyen güçler (Ağar, Evren vb.) “Dağdan insinler ovada siyaset yapsınlar.” veya “Federalizm tartışılabilir.”  söylemleri ile mevcut siyaseti tam tersinden etki ile sürdürme çabasına girişmişler, sistemin dibinde beliren çatlaklara işaret etmeye çalışmışlardı. İşte bu süreç dâhilinde AKP, taktik ileri çıkışlar ve geri çekilişler ile birlikte rotası, stratejisi çok net olarak belirlenmiş karşı devrimini Kürt ulusal mücadelesini ve ona eklemlenmiş solun bir kısmını da yedeğine hapsederek başarı ile idare etmeye devam etti[vi]. Sonuçta AKP, Kürt sorununda beliren uluslararası boyutu, emperyalist girdiyi tam da bu topraklarda gerici, piyasacı bir karşı devrimi nihayete erdirmede ciddi bir müttefik olarak kullanmayı bildi[vii].

Çözüm süreci olarak adlandırılan bu süreçte toplumsal tepkinin örgütlendiği her kırılma noktasında topu birinci cumhuriyete atıp kendini aklarken sürecin görece çatışmasızlığından ise olanca istifade etmekten geri durmadı.  Ordu ile Hükümet arasında beliren tartışmanın[viii] kökeninde de işte bu durumun yarattığı gerilim vardı. Ordu dönüşüme bu kararlılıkla ayak uyduramamış ve yeni dengeleri bir türlü anlamlandıramamıştı. Ve AKP bilinen yargı operasyonları ile orduyu da süreçten geri çekmeyi başararak gerilimi ortadan kaldırdı. AKP, ABD öncülüğünde uluslararası emperyalizm ile girdiği gayrimeşru ilişkilerinin de bir sonucu olarak yeni süreci biraz daha hızlı kavrama biçiminde bir değişimi anlamlandırabilmişti.

Kürt siyasal hareketi ise AKP’nin Suriye’de yaşadığı hezimete kadar bölgede rol kapma savaşını aynı hırs ve zorunlulukla sürdürmüş ve ancak AKP’nin Suriye’de kaybettiği statü üzerinden şimdilerde bölgesel bir aktör olarak emperyalizmle daha da meşru ve açık bir ilişki geliştirme şansı yakalamıştır. Oslo’dan bugünlere gelen çözüm sürecinin temel dinamiği bu anlamı ile zaten emperyalizmin Ortadoğu’da beliren yol haritası üzerinden girilen bir dizi ilkeli yahut ilkesiz ilişkinin sonucudur.

Sonuç olarak emperyalizmin Kürt sorunu ile girdiği ilişkiler Türkiye’de AKP gericiliğinin karşı devrimine hizmet etmiş, Kürt ulusal aydınlanmacılığının dibine kibrit suyu çakmış[ix] Şengal’de Kobane’de halklara sunabileceği “barışın” ve “özgürlüğün” provasını yapmıştır. Söyledik ya bir garip solculuk deneyinden mustarip ülkem; barışın, kardeşliğin, laikliğin, özgürlük ve eşitliğin, adını koyalım: Yurtseverliğin de ancak antiemperyalist olması gerektiğini söylemenin sağcılık olduğunu iddia etmekle malul olsa da gerçek başkadır ve tartışmaya kapalıdır.


[i] Nasıl ki NATO'nun beşinci maddesini işletti, bütün NATO'yu, arkasındaki sistemi PKK’nin karşısına dikti bu sorunun çözümünde de bu güçlerin yardımını istemesi gerekiyor. Bu güçleri yardıma çağırmadan bu sorunu çözemez. Bu güçler çözümde yer almadan çözüm gelişemez. Biz Türkiye 'nin kaygılarını gidermek için en güvendiği müttefiki Amerika'nın üçüncü taraf olabileceğini söyledik. Konu ile ilgili olarak bkz. Cemil Bayık: ABD Ortadoğu'dadır, arabulucu olabilir, soL Haber Portalıhttp://haber.sol.org.tr/turkiye/cemil-bayik-abd-ortadogudadir-arabulucu-....

[ii] Konu ile ilgili olarak bkz. Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası (Barry RUBİN-Kemal KİRİŞÇİ)

[iii] Konu ile ilgili olarak bkz. Şerif Paşa (Rohat ALAKOM)

[iv] Burada hemen “Yahu kendi ulusal burjuva devrimini yapmamış bir halkın sermayesi, proleteri mi olurmuş!” önermesini kullanacaklara karşı ufak bir hatırlatma: Kapitalist üretim ilişkilerinin bir coğrafyaya yayılması her zaman burjuva devrimi, ulusal devlet inşası ve koruyucu devlet yapılanması sıralamasını izlemez. Hatta çoğu defa bu sıralamaların dışında sıçramalı bir geçiş söz konusudur. Doğrudan sömürge, yarı sömürge ülkelerde birçok farklı üretim tekniği ve dayalı ilişkisinin yan yana var olduğu tarihsel kesitler hiç de azımsanmayacak kadar çoktur. Hindistan coğrafyasında mesela kapitalist ilişkilerin tarihine yakından bakıldığında gelişimin sıçramalı, aynı coğrafya içerisinde eşitsiz biçimlerinin yan yana olduğu dönemler pekâlâ görülebilecektir. Benzer örnekler için bkz. Turner Bryan S. Marksizm ve Oryantalizmin Sonu Kaynak Yayınları 2001

[v] Bu eğilim birçok başlıkta tekrar tekrar kırılganlaşsa da özellikle PKK’de temsil edilen çizginin de çabalarıyla her seferinde tekrar tamir edilebilmiştir. Leyla Zana’nın çözüm sürecinde rol alan öznelere dâhil olması, Peşmergelerin Türkiye içerisinden geçişlerde alkışlanması vb.

[vi] Tuğluk’un  Oslo sürecinin çoktan son bulmasına rağmen hala süreci anlamlandıran tavizlere gönderme yaptığı ve Taraf gazetesi aracılığı ile Başbakan’a gönderdiği açık mektup bu savımızı desteklemektedir. Tuğluk mektubunda "Hatırlatmak isterim ki; tarihsel bir şahsiyet olarak bu ülkede Kürdüyle Türküyle herkesin cumhurbaşkanı olarak seçilmek gibi eşsiz bir fırsata sahiptir Sayın Erdoğan. 100 yılda bir oluşan bir oluşan bu fırsatı başta Erdoğan olmak üzere hep birlikte değerlendirmek demokratik Kürt siyaseti olarak çözüm için ortaya konulacak iradeye her türlü desteği vermek kadar, herkesin cumhurbaşkanı olma idealine de büyük katkı sunacağımızı ifade etmek isterim"

[vii] Referandum gibi AKP iktidarı için oldukça hayati bir konuda Kürt önderliğinin sunduğu destek hala akıllardadır. Daha açıklayıcı olabilmesi için Murat Karayılan’ın referandum sonrası ANF ile yaptığı röportajda “Biz boykot kararı vermeseydik hayırcılar kazanırdı.”  ifadeleri anımsanabilir.

Benzer biçimde Haziran Direnişine sonradan kendilerinin de özeleştiri verdikleri şekilde mesafe koymuş olmaları da örnek olsun.

[viii] Hatırlarsınız 2006 yılında Başbakan Tayip Erdoğan ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında kırılmayı başlatan ve TSK içeresindeki eski paradigmanın Kürt sorunu konusunda tavrını koyduğu –çekinerek de olsa- söz-eylem düellosu vuku bulmuştu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt Washington gezisinde "Ben asker olarak PKK’ ye yardım edenlerle konuşmam" diyerek TSK’nin Kürt politikası özne olmak kaydı ile Türk dış politikasında ki konumuna işaret etmişti. Aynı süreçte ise Dışişleri Bakanı ve Başbakan yardımcısı sıfatı ile Abdullah Gül medyaya "Düşmanımızla bile konuşulur" mesajını vererek Türkiye’de AKP’nin konu üzerinde beliren yaklaşım farkını ortaya koymuştu. Buraya kadar hemen her demokratik ülkede görülebilecek kurumsal bir fikir ayrılığından bahsedilebilirdi. Hatta TSK ve Büyükanıt’ı Türkiye de siyaseti ve dış politikayı anti-demokratik yöntemlerle etkilemeye çalışmakla suçlayanlara bile karşı çıkılabilirdi. Öyle ya sonuçta Büyükanıt konuşmasını: "Ben asker olarak konuşmam. Ancak başkasının konuşmasına da ipotek koyamam" şeklinde oldukça esnek ve görünüşte masum bir fikir beyanı ile bitirmişti. Ancak olayın boyutları Başbakan Tayip Erdoğan’ın CNN Türk'te yayınlanan bir programda bu görüş kurumsal değil kişiseldir ifadesine TSK’dan hiç gecikmeden gelen cevapla değişmişti. Görünüş yanılttı ve ordu, Türkiye siyaseti ve Türk Dış Politikasında beliren hâkim konumunu bir kez daha ortaya koymuş oldu.  

[ix] Amed’de kitlesel Kutlu Doğum kutlamaları, “İslam Bayrağı altında kardeşleşme” paradigması, Mazlum Doğan’ın Kemal Pir’in adının verileceği meydanın adının Şeyh Sait Meydanı yapılması, Said-i Nursi’ye Kurdi payesinin biçilmesi vb.