Nefes alsak yeter mi?

Ufuk Terzi

Blog: Serbest Kürsü

Seçim öncesi “Sıfırla” çalışmalarından birinde bir ara önümden CHP'nin seçim minibüsü geçti. Düzen partilerinin seçim minibüslerine bu dönemde çok rastlardık ancak bu sefer üzerindeki sloganı okuyunca bir an farklı şeyler geldi aklıma. Sloganda “Yaşanacak Bir Türkiye” yazıyordu. Yaşanacak bir Türkiye... Sloganın iki boyutu var kanımca. Evet 13 senelik AKP döneminde özellikle referandum sonrası biz emekçi halkın pek yaşadığını iddia etmiyorum ancak diğer taraftan baktığımızda da şu anlam çıkıyor; AKP dönemi halk için yaşanacak bir ülke getirmedi, biz size yaşayabileceğiniz bir ülke vadediyoruz, yani nefes alsanız yeter! Çok abartmayın, yaşayabileceğinizi alın şükredin, öyle haziran direnişine, sokağa çıkmaya falan, gerek yok öyle şeylere... Peki biz insanoğlu için  daha fazlasına gerek yok mu gerçekten? Gerçekten nefes alsak yeter mi?

Biraz açalım tartışmayı.

İnsanlık tarihi 50 bin yıl öncesine dayanır. Evrimsel bir süreç sonucu bugünkü halimizi almış bulunmaktayız. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellikler; düşünebilme yetisi, buradan hareketle empati yeteneği, gelişkin alet üretip onları kullanması, konuşabilme yetisi vb. bunları çoğaltabiliriz. Bu tip özelliklerden hareketle insan ve diğer hayvanlar için kullanılan ortak olgular tanımsal yönüyle farklılaşır. Örneğin; sosyallik gibi. Sosyallik hayvanlar için ailecek gezip, yaşayıp, beraberce avlanma anlamına gelse bile biz insanlar için sohbet etme, beraber hobilerimizi gerçekleştirme vb. şeylerle çeşitlenir. Bunun temel sebebi, insanın stok yapabilme özelliği ve buradan hareketle sadece yaşamsal fonksiyonlarını idame ettirebilecek temel ihtiyaçlarının (hava, su, besin) yaşam mücadelesi alanında artık bir zorluk olmaktan çıkmasıdır. Yani insanı insan yapan özellikler, dilinin olması, farklı farklı kültürler üretmesi, sanat yapabilmesi, sporla ilgilenmesi gibi şeylerdir. Buradan insanın insan olabilmesi için nefes almasının yeterli olmadığı sonucuna varabiliriz. Ancak bazı arkadaşlar “hadi canım sende... CHP bu sloganla bunu mu kastediyordu sanki” diyebilirler. Evet Tabi ki CHP sadece bunu kastetmiyordu, zaten CHP sadece bunu kastetseydi bulunduğumuz dönemde bu slogan emekçi halka sadece hakaret niteliği taşıyabilirdi.  CHP de halka hakaret etmiş olurdu. Alınan oy oranlarına bakarsak en az Türkiye'nin dörtte biri de böyle algılamamış zaten ilgili sloganı. Peki CHP ne kastediyordu bu sloganla?

Biraz daha devam edelim tartışmaya.

Rekabet temelde içgüdüsel bir olgudur. İnsan dışında diğer hayvanlar da kendi türünden olanlarla, gerek çiftleşilecek dişi için, gerek bölge için, gerek besin için (çeşitlendirebiliriz) rekabete girebilirler. İnsanlar da tarihte görüldüğü üzere birbirleriyle rekabet içindedir. Ancak bu durum içgüdüsel olsa da ilkel bir bir davranış şeklidir zira birçok insan bu davranışların sonucu olarak savaşlara sokulur, öldürülür, istemediği şeylere zorlanır. İlk çağlarda bu durum mülkiyet kavramını doğurmuş ve bu da sınıfları oluşturmuştur. Egemen sınıflar kendi çıkarları doğrultusunda diğer sınıfları sömürmüş, ezmiş ve kullanmıştır. Zaman ilerledikçe üretim ilişkileri değişmiş, ekonomik yapılar farklılaşmış ve iki temel sınıf kalmıştır... Şimdiki ekonomik yapı kapitalizm, çelişki yaşayan iki temel sınıfsa burjuvazi ve proletarya arasındadır. Halen günümüzde egemen sınıf mensupları birbirleri arasında iğrenç ve ilkel bir rekabet içindedirler ve bu mücadelede de öne çıkabilmek için proletaryaya muhtaçtırlar. Çünkü emekçi halkın üzerinde ne kadar tepinirlerse, onları hem maddi, -buradan hareketle- hem de manevi acıdan ne kadar sömürürlerse, “rakiplerine” o kadar üstünlük sağlayacaklardır.

Tarihte egemen sınıflar rekabet ve güç olgularından dolayı üzerine bindikleri sınıfların insanca yaşamasını istemezler, zaten bunu bilimsel olarak da isteyemezler. Günümüzde burjuvazi, sadece kendi çıkarları doğrultusunda işçi sınıfının emeğini sömürmek için, sadece nefes almaları, kendilerine başka bir yük getirmemeleri için ideolojik bir mücadele içindedirler...

Hikaye kısmını bitirelim.

AKP işte tam da bundan dolayı ideolojik açıdan bakıldığında bir patron partisiydi. AKP, patronların işçileri, dini kullanarak uyuşturması için ideal, ucuz iş gücünü yaratması için kullanışlı, toplumu insani olan şeylerden uzaklaştırması için alternatifsiz bir araçtı. AKP bir patron partisi olduğu için gerici, faşist, işçi düşmanı, baskıcı bir partiydi ve halen öyledir. %40 oy aldılar kimse bittiğini iddia etmesin, -seçimlerle zayıfladılar başka bir proje için baypas edilip yeniden kullanılabilirler-. Bundan dolayı AKP döneminin özellikle referandum sonrası süreci insanlara yaşama fırsatı bile vermemiştir.

İnsanın gerçekten insanca yaşaması için temel parametre sınıfsız bir toplumdur bunun başka bir açıklaması yok. Bunu günümüze somutlayalım, günümüz siyasi konjonktüründen konuşalım; bugün, emperyalizmin savaş makinesi ve milyonlarca insanın katledilmesine sebep olan NATO'dan çıkma iddiası olmayan, tüm bu sömürünün baş rolünü oynayan toprak ağaları ya da patronları partisinin kapılarını sonuna kadar açan, emekçi halkı türlü yalanlarla, hurafelerle uyutmaya çabalayan gericilerle kol kola giren bir yapı nasıl olur da insanca yaşanacak bir Türkiye vadedebilir? “Yaşanacak Bir Türkiye” sloganının anlamı açıktır, bu slogan; “Sizi ölümden kurtarıyoruz ancak sıtmaya da razı oluverin bir zahmet.” demekten öteye geçemez. Yani Emekçi halk için hiçbir şey vadetmez.

Seçim döneminin asıl çarpıcı sloganı bu değildi elbette, ondan daha çarpıcısı ve sosyalistlerin kafasını karıştıranı “Seni Başkan Yaptırmayacağız!” sloganıydı kanımca. Çok net bir slogan. Belli bir gerçekliğe oturuyor şüphesiz! Ancak keşke sol ve değerlerini tasfiye operasyonuyla yürümeseydi.

Örgütsüz toplumlar dönem dönem sıkışma yaşarlar. Ancak bu sıkışmalar da, bunun sonucu patlama ya da gevşemeler de refleksiftir. Toplum örgütsüz olduğu için kendiliğinden sistem dışı bir alternatif arayışına girmez ya da giremez, sıkışma yaşadığı dönemlik sorun üzerine kusar tüm öfkesini. Eğer mevcut alışık oldukları sistem içinde refah düzeyi yüksekse bu sıkışmalar o dönem yaşanmaz. Mevcut sistem ve özelinde sermaye, sıkışma yaşayan toplumlardan hazetmez çünkü bu toplumlar kontrolsüz bir şekilde patlayıp kontrolden çıkabilirler, bu sırada devrimci özne topluma yön verebilir. Bundan dolayı yaşanan bu sıkışmaları düzen içi yollarla gevşetme gayretine girer. Bu sıkışmalar çok kuvvetliyse sermaye taviz verme eğilimine de girebilir, yalnız taviz veriyor gibi bir algı yaratıp başka bir yöntemle yine bu sıkışmayı gevşetme yoluna da girebilir. 8 haziran seçimleri, yani propaganda süreci ve sonucu işte bu en son yazdığım yöntemle başlamış ve bitmiştir. Başarılı olup olmadıklarını zaman gösterecek ancak benzer yöntemi yakın zaman önce Syriza'yla denediler ve başarısız oldular gibi görünüyor.

Yunanistan tıpkı Türkiye gibi ağır bir ekonomik ve siyasal krizle karşı karşıyaydı. Toplum sıkışıyordu ve patlayabilirdi. Sistem içi bir yöntem olan sandık işaret edildi ve topluma cazip gelecek şeyleri söyleyen bir parti inşa edildi; bu parti Syriza. Syriza seçim vaatlerinde yunan ekonomisi için kaçınılmaz olan borçları reddetme ve temel bazı özgürlükler gibi politikalarıyla iktidara geldi ancak balonun patlaması çok sürmedi. Syriza seçildiği dönemden bu yana; borçları tanıdı, Nato’ya üslerini açtı, troykayla masaya oturdu ve Avrupa Birliğiyle ilişkilerini arttıracağını söyledi. Yunanistan'da emekçi halk yakın zamanda yeniden ülke çapında bir greve hazırlanıyor. Bu grevin öncüsü KEE'nin (Yunanistan Komünist Partisi) işçi örgütlenmesi PAME. Sermaye bu sıkışmayı gevşetmekte başarısız oldu gibi görünüyor evet, ama bu durumdaki temel belirleyen KKE. KKE oyunu bozdu, bozmaya devam ediyor. Peki Türkiye'de işler nasıl ilerleyecek?

Türkiye'de işlerin solu tasfiye operasyonu üzerinden yürümesinin nedeni, bu oyunu bozacak toplumsal bir öznenin olmayışıdır. -Bu seçim dönemi bu göreve, SİP ve TKP geleneğinden gelen şimdiki adıyla Komünist Parti soyunsa da bu liberal rüzgarı kıramamıştır.- Proje belli; Türkiye'deki emekçi halkın bir bölümü öncelikle inanılmaz bir karanlığın ve umutsuzluğun içine itilmiş sonra emekçi halkı karanlığa iten aynı kişiler yani sermaye buradan çıkışın yolunu göstermişlerdir. Erdoğan karşıtlığı üzerinden kurgulanan bu çıkış yolu hem CHP'den hemde HDP'den (özellikle HDP'den) görüldüğü üzere çok alıcı buldu. Ancak seçim akşamı İMC TV'de seyrettiğim HDP'li bir yorumcunun dile getirdikleri solun, sosyalizm mücadelesinin ve ilkelerinin nasıl içinin boşaltıldığının kanıtı niteliğindeydi. Yorumcu; TİP'ten örnek veriyor ve “Sandıkla Sosyalizm yoluna girişi deneyen ilk parti TİP'tir, ancak düzen bunu görüp seçim barajını getirmiştir.” diye buyuruyor.

Düzenin sahasında, düzenin hakemleriyle yaptığımız bir maçı kazanma ihtimalimiz yok! Sol ve sosyalistler ilkelidir, gericiliğe geçit veremez, emperyalizmle masaya oturamaz, sermayeyle doğası gereği anlaşamaz, bağımsızlıkçıdır, yurtseverdir, özgürlükçüdür. Eğer düzen içi siyasete girerseniz sol içi ilkeleriniz erir ve yeni adınız “Yeni sol” olur. Yeni Dünya'nın, yeni Türkiye'nin, yeni solu. Kaldı ki bu yeni sol Türkiye emekçi halkının direniş kültürünün genleriyle oynar, asıl tehlikeli olan nokta burasıdır. Türkiye emekçi halkı örgütsüz bir toplumdur ve sistem dışı bir arayışa kendiliğinden giremez. Bunun için yaşadığı sorunların temeline değil, bunun sonucuna, yani örneğin Erdoğan'a yönelir. Ancak “Onu Başkan Yaptırmayınca” emekçi halk için sorunlar kökten çözülmez. Sömürü, talan, ötekileştirme devam eder ancak sıkışma gevşer. Bu durumun sonucu olarak da haksızlıklara, yalana, talana karşı kendine direk müdahale eşiği artar sömürüye daha açık hale gelir. Kurtuluş ikirciksiz biçimde düzeni sıfırlamaktan, sosyalizm mücadelesinden geçer oysa ki.

Öte yandan bakıldığında bu durum mücadele kültürünün de çok iyi kavranmadığının bir göstergesidir. 1980 sonrası sol her dönem mevzi kaybetmiştir ve artık kazanmak için her yolu deneme eğilimi içine girmiştir. Mücadele uzun erimli bir iştir, her devrimci kişi insanlık tarihinde kendi rolünü oynar, örneğin Marx Manifesto'yu kaleme alırken devrimi görüp görmeyeceğini düşünseydi hemen kitleselleşme ve güçlenme adına gericilerle ittifak yapsaydı, burjuvaziyle barışsaydı ışığıyla yolumuzu aydınlatan bir devrimci olabilir miydi? Kendisi halen birçok konuda ışığımız. Yeni sol bu bilinçten uzak, birçoğu devrimin kesin kendi hayatı içindeki bölümünde gerçekleşmesi gerektiğini düşünür olacak ki kitleselleşme ve güçlenme adına sol adına ilkelerden vazgeçip sandığa bel bağladılar.

Son olarak ülkenin bu karanlıktan kurtuluşunun oyla geleceğini düşünenler ve seçim sonuçlarına sevinenlerin,  haziran direnişine çok değer verdiğini ve çok iyi anladığını savunanlarla aynı olması başka bir soruna işaret ediyor. Seçim sonuçları Sosyalizm mücadelesini ve haziran direnişini değersizleştirmiştir. Bu işin düzen içine sıkıştırılması haziran direnişinin de boşuna yapıldığını düşündürecek “Ne gerek vardı, dört yılda  bir oy kullansak oluyor.” dedirtecektir.

Seçimler düzen sorunlarını ve özelinde AKP'yi işte bu kadar geriletir. Parlamentoda neredeyse hiçbir şey değişmezken “sosyalistlerin” bu duruma bu kadar sevinmesi şaşırtıcı ve o yenilmişlik psikolojisinin ürünü kuşkusuz.

Bize insanın merkezde olduğu bir düzende insanca bir yaşam lazım. Biz komünistlere nefes alsak yetmez!

Yağma yok biz varız, her şey yalan sosyalizm mücadelesi gerçek!