Siyam balığı, bir araya getirildiğinde diğerini yok eden savaşçı bir balık. Yönetmen Francis Ford Coppala, 1983’de bundan esinlenerek aynı adla bir film yapmıştı. Filmde aileyi terk etmiş bir anne ve alkolik bir babanın yetiştirdiği ağabey ve erkek kardeşin özelinde, dönemin Amerikan gençliği mercek altına alınıyordu. Ağabey, yaşadığı mütevazi kasabasında bir zamanlar şöhretli bir çete lideriyken, kent yaşamını gördükten sonra kafası karışır ve gerçeklikle yüzleşir . Dönemin toplumsal değerleri arasında bireysel üstünlük ve kaba güç revaçtadır. Sistemle bütünleştirilemeyen gençler, tıpkı akvaryum içindeki savaşçı Siyam balıkları gibi, sıkıştırıldıkları kentin dar sokaklarında birbirlerine saldırmaktadırlar. ( Böylelikle güvenlik güçlerine de iş kalmaz! ) Ağabeyine hayran olan küçük kardeş ona öykünmektedir. Ağabey, kafasını kurcalayan sorulara yanıt ararken kişisel uyanışını yaşar. Evcil hayvan dükkanındaki akvaryuma tıkılmış balıkları çalıp okyanusa, ait oldukları doğal ortama bırakmak niyetindedir. Ama bu onun sonu olur. Davranışlarından pirelenen polis, denetim altında tutulan alandan/ sokak aralarından kaçmak ne demekmiş, mantığıyla, diğer gençlere örnek olması için, silahsız genci öldürür. Film , Coppala’ya yakışır bir biçimde biter: Küçük kardeş ağabeyinin vasiyetini yerine getirmek istercesine balıkları okyanusa salar.
Günümüzün gençlik sorunlarında hayli değişiklikler olmasına karşın film hâlâ güncelliğini koruyor. Bu gün de gençlerin kafasında aynı model var: Zengin olmak… Zengine hayran, onun gibi olmak istiyor çoğu. Küresel tüketim olgusu dünyanın her yerinde, en ücra köşelerinde bile hissediliyor. Ama küreselleşme, zengin ve yoksul arasındaki uçurumu öylesine artırmış ki… Zenginlerin yanında yer alamıyor genç. Oysa ayakta kalabilmesi için bile para şart, yeterli eğitimi görebilmesi de buna bağlı. Para, geçim aracı olmaktan çıkmış; paranın gücüne dayanarak bir benlik oluşturma telkinleri yapılıyor sistemin aygıtlarınca. Parasız kalınca da yeni bir benliği oluşturmanın zorluğu.
Peki, toplum bireyin ihtiyaçlarını karşılamıyorsa özgürlükten söz edilebilir mi?
Çaresizlik baş gösterince, kendi kültürünü yaratıyor bazısı ; şiddeti, sesini duyurmak için kullanıyor. (Denetim mekanizmaları da geliştirildi; dünyanın her yerinde yer gök kamerayla donatıldı ! ) Ama vur, kır eksik olmuyor; ilkel süreçlere dönülüyor dersek yanlış olmaz. Gencin karşısında ikili karşıtlık, boyun eğme ile direnme , onu bekliyor: Ya doğasını bastıracak, kendini silecek; kendi değersizliğinin yerine bir güç simgesini – ki bunlar ırk, din, mezhep v.b . olabilir – ikame ederek güçlünün egemenliğini benimseyecek; ya da direnmeyi seçerek yalnızlığı göze alacaktır. İçlerinden bazıları kendilerini yönetenleri eleştiriyorsa da bu politik bir sorgulamaya dönüşmüyor.
Bu duruma nasıl gelindiği belli: Dünyada muhafazakârlık arttı, sağ- sol kavramı unutturulmaya çalışılıyor. Kuşkusuz evrensel bir sorundan söz ediyoruz; dolayısıyla bu, bir toplumun genel durumundan soyutlanamaz. Bize gelince; gençlerin sınıfsal aidiyetleri aileleriyle belirleniyor. Genç , maddi - manevi aileye bağlı kalıyor. Bir sivil toplum kuruluşunun ( Habitat Derneği) bu yıl yaptırdığı bir araştırmaya göre, gençlerimizin yüzde 30’nun gelir düzeyi, aylık 600 liranın altında. İş bulmaktan umudunu kesmiş, iş aramaktan vazgeçmiş olanlar, yüzde 25’i oluşturuyor. Doğal olarak, ortaya yeni bir kavram çıkmış: “Ev genci”. Gençlerin beklentileri düşerken, ailesinden destek alanların yüzdesi büyüyor, işin şaşırtıcı yanı haline şükredenlerin sayısı artıyor. ( “Ev kızı”nın durumu ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, okula ve işe gitmemek kızlar arasında yaygın.)
Sanal dünya bir yanıyla kurtarıcı olabiliyor , onlar için. Sanal arkadaşlıklar , ailelerinden bile yakın, kıtalar arası dostluklar kurabiliyorlar. Ancak gerçek dünyada yine yalnızlık çekiyorlar. Yardımlaşma, iş bulma, akıl danışma, aşk… bu arayışlarında yanlarında kimseyi bulamıyorlar. Eğitimsiz, mesleksiz, ekonomik özgürlükte yoksun oluş, aile baskısı gibi nedenler bir araya gelince, bazısı içine kapanıyor; hayata karışamıyor. Yaşamında kendisine yol gösterici ilkeler de bulamıyor; sistem, onun yerine medyasıyla hazlara yönelik vaatleri, ünlülerin renkli yaşamını koyuyor önüne. Gencin hangi koşullarda toplumsallaştığı, eşitsiz gelişiminin unutturularak sorumluluğun kendisinde olduğu yanılsaması yaratıldı. Kapitalist sistem, bireyin kendisini bulduğu toplumu sorgulamasının önünü keserek varlığını koruyabilecektir çünkü. Bugünkü dinci propaganda ortamında yaşananlar budur. Hükümetin yarattığı siyasal iklimse sorunlarla yaşamayı meşrulaştırmış gözüküyor.
Resmi ağızlara göre genç işsizliği yüzde 15’miş; 2019’da bu oranın altına düşecekmiş. Daha çok yerel düzeyde, yani küçük esnafın inisiyatifiyle sağlanacakmış düşüş. Palyatifler önlemlerle böylesi önemli bir sorun çözülebilirmiş gibi.
Yoksul semtlerde, kenar mahallelerde hayatta kalmaya çabalayan, kafası karışık , kafası bozulunca da neyin kavgasını yaptığından habersiz gençlerin sayısı giderek artıyor: Maskeli, silahlı, soygun yapan sokak çeteleri, okullardaki bıçaklı öğrenci grupları, cezaevlerindekiler ve daha niceleri… Medyada, “Okul Cezaevi Gibi”, “ Bonzai Dramı” türü başlıklar hiç eksik olmuyor. ( Son yıllarda gençlerimiz arasında uyuşturucu kullanımı on kat artmış.) Tahmin edilebileceği gibi, sorun çok boyutlu ve içinde bulunulan koşullar bu durumu kaçınılmaz kılıyor. Bireysel özgürlük, bireyin devletçe güvence altına alınmasından doğar, diye bilinir. Ancak devlet artık bu yükümlülüğünü sivil toplum, vakıf v.b. kurumlara devretmeye başladı. Sorunları çözme adına atılan adımların ne kadar yetersiz kaldığı, üstüne üstlük denetimden uzak bırakılmış kurumların bazılarında yaşanan rezaletlerse hiç gündemden düşmüyor.
Özetle, sistemin kurbanları, kurtuluşun nerede olduğunu öğrenmek zorundalar; ne yapmaları gerektiğinin de. Ancak bunun için istekli ve kararlı olmaları gerekir. Yaşam koşullarıysa onları toplumsal değişimi arzu edemez hale getirmiş. Ezilmişliklerini yabancılaştırma, insandışılaştırma çerçevesinde kavramaları sonucunda toplum dışına itilmişliklerinin de kendilerinde politikleşme ihtiyacını doğuracağı açıktır. Sol onları siyasal mücadelesine katmalıdır. Bu da solun toplumsal inandırıcılık açısından gücünü artırmasına bağlı, kanımca.