Türkiye akademisinde taşra: Tersinden bir bakış

Selime Yıldırım

Blog: Serbest Kürsü

Hayatta her durumun kendine özgü zorlukları vardır ve bunu hayatın bir nevi doğal durumu olarak kabul etmek gereklidir. Türkiyeli öğrenciler ve bilim emekçileri için de bu doğrudur. Baştan ayağa yanlışlıklarla dolu, herkesin kendini kurtarmaya çalıştığı, dahası herkese “kendini kurtarması” nın tavsiye edildiği bir dünyadan bahsediyoruz. Bu dünyaya akademisyen adayı olarak dahil olmak, hele bunu bir taşra üniversitesinde gerçekleştirmek bazen bahsedilen zorlukları birkaç kez daha fazla yaşamak anlamına gelmektedir.

Akademisyen olmayı düşleyen bir öğrenci, topluma faydalı olabilmek, üretebileceklerini bu alana kanalize etmek ve en başta da akademiyi de bir mücadele alanına dönüştürebilme potansiyelini kendinde gördüğü için bunu istemektedir. Günümüzde hızla artan akademik ticarileşmeyi, kendi içine kapalı ve kendi çıkarı peşinde koşan akademisyen tipolojisini gören ve buna karşı çıkma cüretini gösteren, yeni bir akademik yaratma cesaretidir de bu aynı zamanda. Kendi gördüklerini ya da göremediklerini yeni bir nesle yeni idealler taşıma hedefidir de.

Tüm bunlar yeni bir yaşama başlangıçtır ve elbette bunu yeni bir şehirde, özellikle küçük bir Anadolu şehrinde yapmanın insana kattıkları vardır. Zira; taşra, evrensel bir “ikincilliği” temsil eden kavram olagelmiştir. Taşra, köken olarak bir alanı belirmekteki en küçük birim olan “taş”tan türemiş, “ dışarıda kalan, dışta kalan, ötede duran”[1]anlamını taşımıştır. Kelimeler de insanın etkisinde kalan her şey gibi insanın müdahalesinin izini taşır.

Taşrayı bir insan olarak ele alırsak, üç konumlamayla merkezle olan ilişkisini metaforik olarak anlatmaya çalışabiliriz. Birincil olarak taşrada insan kendi içine bakar, cevaplarını içinden aramaya çalışır. “Eşitsiz gelişim” olarak da kavramsallaştırılan durum, ekonomik, toplumsal, siyasi nedenlerle bir coğrafi alanın karşılaştırılabileceği bir alandan farklı bir gelişme gösterdiğine işaret etmektedir. Bu sebepten ötürü, bazı alanlar , “bakılan” olmuşken, kere bunların dışında kalanların elinde ise iki yol kalmıştır: ya kendi içine bakmak ya da bakılanın uydusu haline gelmek.

Taşrada insan hep kendinde olandan tüketir. Taşra her ne kadar merkezin yani devletin varlığından haberdar ise de gündelik yaşam pratiklerinde kendiyle ve kendinden olanla karşı karşıyadır. Bu sebepten ötürü merkezin taleplerini öncelikle kendi yaşam alanında deneyimlemeyi tercih etmektedir. İhtiyaç ve beklentiler kendi iç dinamiklerinden karşılanmak durumundadır.

Son olarak, “Taşra, kendisini bırakıp gidende daimi bir mahcubiyet ve suçluluk hissi hasıl eder”.[2]. Merkezin uzağında ve ötesinde olan taşra, yaşayanları için de bu nitelemenin dışında bir anlam taşımamaktadır ve hatta bu taşraya layık bir durumdur. Bu öngörülen ve değiştirilemeyen talih, merkeze doğru adım atan, taşrada yaşamış ya da yolu geçmiş herkeste iz bırakmaktadır. Merkez uzakta,  taşra kendi talihindedir. Devletin uzaklığı kabul görse de taşralı merkeze doğru gittikçe,  şu şaşkınlığı yaşamakta hak sahibidir: “Burası dışarısı mı?”[3]

Taşra üniversitelerinde bir şekilde akademik faaliyet yürütmeye çalışmak da bu etkilerden bağımsız şekilde gerçekleşmemektedir. Birbirinin üzerine basarak yükselmeye çalışan, bu üniversiteleri yükselmelerinin bir basamağı olarak görenleri ya da üniversitede sadece ders verici olarak bulunanları yer aldıkları bir alandan bahsetmekteyiz.  Burada yapılan bilimsel faaliyetin toplumun sorunlarına bir müdahale çabası gütme ya da bunun isteğini taşımaktan çok öte bir algısı olduğu söylenebilir. Projeciliğin kol gezdiği, performans ölçütünün getirilmesiyle birlikte bunun mutlak hale geldiği ve reddetmenin ise tembellik ya da kendini beğenmişlikle anıldığı bir dünyada,  en fenası bu reddiyeyi anlayacak insanlar ya da anlatabilecek bir düzlemin dahi bulunamama durumudur. “Fakültendeki ilk siyasi soruşturmaya maruz kalan öğrencinin savunmasını yazmasını da öğrencinin aldığı ceza sonrasında elinde sarı zarfla odana geldiğinde onu alnından öperek metanetle durmasını da sağlamak zorundasındır. Dayanışmayı öğrenmek ve öğretmek ve her durumda doğru bildiğinden şaşmamak için içine baktığında bazen bazı şeylerin tükenme ihtimalini görmektesindir.

Gitme düşüncesi, genel havaya hakimdir ve herkes öyle ya da böyle bu gitme ihtimali üzerinden bir pozisyon kurgulamaktadır. Gündelik yaşam pratikleri ya da akademik duruş, gitmelere zemin hazırlayacak biçimde geliştirilmektedir. İyi yayınlar, sempozyumlarda kurulacak iyi ilişkiler, yurtdışında kazanılacak tecrübeler bu geleceğe ilişkindir. Yaşanan güne bakıldığında, kazandırılan ise kocaman bir hiçtir. “Hep daha iyisini, başkalarının aleyhine olsa da kendin için iyisini” isteyen anlayışının egemen olduğu bir ortamda, “hepimiz için daha iyiyi istemek” çocukluk, naiflik biraz da kötüleyici bir anlamla idealizmle eşleştirilmektedir. Pek çok mecrada taşra asistanının yaşadığı sıkıntılar defalarca yazılmış ve dillendirilmiştir. Biz her şeye rağmen gitmek için sebeplerimizin olması ve genelde bunun ağır basmasına rağmen,  kalmak için sebeplerimizi artırmak durumundayız, inatla ve gerekirse bedel ödeyerek. Turgut Uyar’ın dediği gibi, onlar vurdukça büyüyen bir nesil, bugünün tüketilmesine rağmen, “geleceğinin eskitilmesi”[4]ne karşı duracaktır.


[1] İsmet Zeki Eyüboğlu, “Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü” Sosyal Yayınları, İstanbul,2004.

[2] Murat Uyurkulak (2009), Taşra ve Tafra, http://www.arteeast.org/Shahadat/March09/Tasratafra.pdf (erişim tarihi: 12.04.2014).

[3] “Uçurtmayı Vurmasınlar” filminden.

[4] Ahmet Çiğdem’in 2014 yılında çıkan “Geleceği Eskitmek AKP ve Türkiye “isimli kitabına atıfla.