Görünmez el Çanakkale'de

Reyhan Yıldırım

Blog: Serbest Kürsü

İstanbul’da Bostancı’da otururdum. İstanbul’un en eski semtlerinden biri sayılırdı. Orada yaşamayı severdim. İstasyon Çay Bahçesi’ndeki kim bilir kaç yüz yıllık çınar ağacı yandığında mı başlamıştı değişim, yoksa tren rayları sökülüp tarihi istasyon binası uğrağımız olmaktan çıkarıldığında mı? Belki de alt geçidin gölgeli taşlığında  görmeye alıştığımız esnaf, dükkanlarından çıkarılıp geçit bir harabeye dönüştürüldüğünde..? Kentsel dönüşüm semti hızla teslim aldı. Pastane, terzi, bakkal, berber, taksi durağı, kuru temizleyici, hatta ıhlamur ve iğde ağaçları, manolyalar, hanımeliler ve sarmaşık gülleri… bir anda gittiler. Art arda yıkılan alçak apartmanların yerini nerdeyse onların iki üç katı, klostrofobik, kişiliksiz yükseltiler kapıverdi. Kısacık inşaat süreçlerinde, bu çekilmiş diş yerleri gibi hüzünlü boşluklarda ne çeşit rant canavarlarının yükseleceğini merak etmekten, odama engelsizce dolan dolunayların tadına hiç varamadım. Apartmanlar geri gelince rüzgar da gitti

Çanakkale’ye ilk geldiğimde ‘kurtuluşum oldu’ diye düşünmüştüm. Kalabalık, kirli, uyumsuz, çoğu zaman acımasız İstanbul’un uğultusu geride kalmış, nihayet kendi iç sesimi duyabilir olmuştum. Yeni şehrim beni mor salkımları, masal dağları, eşsiz tarihi ve sakin insanları ile kucaklayıp sağaltacaktı. Ne yazık ki sosyal hayatına dâhil oldukça sırları döküldü, yeni yuvamın geleceğini gördüm.

İşte şimdi, ister istemez, Çanakkale ve yakın çevresinde hayata geçirilmesi planlanan termik santralleri, maden arama çalışmalarını, kulağıma çalınan usulsüz turizm yatırımlarını, kentin ciğerleri sayılan ormanlarındaki bitimsiz kıyımları, kentsel dönüşümün ilk adımlarını düşünüyor ve olup bitenleri yeniden anlamlandırmaya çalışıyorum.

80'li yılların ikinci yarısından itibaren gündemimizi usul usul işgal eden küreselleşme, gelişen teknolojilerin ve bağlı politik stratejilerin sonucu olarak uluslararası düzeyde bir bütünleşme eğilimini işaret ediyordu. Bu olgu, çevre ve ekoloji problemlerinin, nerdeyse entegre iktidarların çıkar alanlarında bir kolaylaştırıcı gibi kullanılmasına neden oldu. Yereldekilerden daha büyük sorunlar var iddiası, çözüm bekleyen temel sınıfsal çelişkilerin üstünü örtüverdi. Açıkca görüyoruz ki iktidarların dile pelesenk ettiği küresel sorunlar, artık değeri dayatan, zenginleşmek için emek sömüren sermayenin bitimsiz arzusunu doyuruyor: Para, para, para… Ya bizler? İşsizlik, güvencesizlik, giderek kötüleşen yaşam koşulları ve artan sosyal adaletsizlik!

Birkaç gün önce, Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’nin “ÇED’de milletin canına okumuşlar. ÇED kuralları deyip zulme dönüştürmüşler. Dünyanın her yerinde çevre korunarak yatırıma izin verilir, biz put haline getirmişiz çevreyi. Bu taşkınlık da yatırımları engellemiş. Çevre yatırım dengesi lazım" dediğini okuduğumda mevcut hükümetin çözümlenmesinde de son noktayı koydum.  Özhaseki, “Çevrenin sermaye stoku olarak ele alınması gereken hava, ısı, su, mineral ve diğerleri…” diye başlayan bir cümleye parti programında ta ne zaman yer vermiş AKP’nin bir bakanı olarak kendisinden beklenen  mesajı vermekle kalmıyor, iktidarın doğayı sermaye stoku kabul ettiğini, yine/yeniden, hem halkın hem sermayedarın kafasına nakşediyordu.

ÇED’in ne olduğunu ana hatlarıyla biliyorum, ben: Açılımı, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED). Kötünün iyisi. Bir projenin karar aşamasında ve gerçekleştirilmesi sırasında ortaya çıkan / çıkacak, kalıcı ya da değil, tüm olumsuz gelişmelerin ve bunların çevreye olası etkilerinin, o çevrede yaşayan insanların sosyo-ekonomik çıkarları ve hakim doğa açısından irdelenip raporlanması ya da yeni haliyle, konuyla ilgili bir tanıtım dosyasının hazırlanması demek.  Nihayetinde proje reddedilebilir ya da olumsuz etkileri gideren yöntemler geliştirilip potansiyel etkiler için tedbirler projeye dâhil edilebilir.  Amaçlanan, bu çok bileşenli gelişim fırsatının, en gerçekçi şekilde analiz edilmesidir.  Değerlendirmenin kritik yönü, şeffaflığı. Diğer kritik katkıları; tarafların tümünü sürece dâhil eden farklı bakış açılarını teşvik etmesi (demokratikliği) ve çevresel kazanımları maksimize ederken, proje maliyetlerini düşürecek araçların keşfine olanak tanıması. Devlet, proje sahibi sermayedar, projenin gerçekleşeceği çevrede yaşayan halk ve işçiler, doğa, ÇED sırasında göz önüne alınan, projenin etki alanı olarak düşünülecek tarafları oluşturuyorlar.  Özhaseki’nin ‘taşkınlık’ şeklinde ifade ettiği densizliği yapanlar da bu tarafların içindeki halk (ve yargı) olsa gerek! Vallahi taşkınlık kaçınılmaz. Bakan, konuşmasında, halk olarak benim de hop oturup hop kalktığım farklı durumlar için de planları dile getirmiş zaten. Örneğin şunu demiş: “Elbette otel deniz kenarına yapılacak. Tatile giden nereyi tercih ediyor, deniz kenarındaki oteli. Ama adamın burnundan getirirseniz kimse yatırım yapmaz. (…) Ruhsatlarını vereceğim gidip yapsınlar.”

“Laissez faire laissez passer, le monde va de lui meme" (bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler, dünya kendini idare eder) şeklinde ifade edilen anlayışı bilirsiniz. Bu görüşte ekonomiye müdahale edilmediği sürece görünmez bir el onun uyumlu işleyişini mümkün kılar. Toplum da,  ‘büyüme’ye koşut olarak daha yüksek refah seviyelerine kendiliğinden ulaşır. Bu yaklaşımın özeti; ÇED, şu ya da bu, sermayedarın önüne çekilebilecek yegâne sınır, kapitalizmin sürdürülebilirliği için şart olan neyse odur şeklinde yapılabilir. Geri kalan her durumda, patronların kazandığından emin olunur.

Özhaseki’nin konuşmasının devamında şunlar da var: “Kömür santrallerinin önü açılmalı, ÇED’deki sıkıntıları giderip rahatlatmak lazım. İş adamları ön çok ÇED sürecinin uzunluğundan şikayetçi. Önlem alıyoruz. On beş gün içinde yanıt gelmez ise “olumlu” sayılacak. Bunun için yönetmelik ve tüzük değişikliği yeterli. Kapıda süründürmeyeceğiz yatırımcıyı.”

On beş gün içinde yanıt gelmezse olumlu mu sayılacak? On beş gün yanıt vermek için yetmezse, ne olursa olsun, adam oraya gidip planladığı neyse onu konduracak, demek istiyor. Dikkat! Asit yağmurları, santral küllerinin toplandığı kül dağlarında açığa çıkan radyasyon, toprağı ve yeraltı nehirlerini kirleten atık suları, tüm bunlardan dolayı peş peşe ölen kızılçamlar, zeytinler, badem ağaçları, gün be gün verimsizleşen tarım alanları… Yatağan termik santrali deneyimimizi tanıdınız mı? Kısacası, zamanında değerlendirme tamamlanmamışsa tabi ki yeni bir Yatağan yapılır, diyor.

Birkaç küçük ek yapayım: Hükümet ÇED değerlendirmelerini artık özel sektördeki tüzel kişilere yaptırıyor. Patlayıcı/parlayıcı madde üretim tesisleri, petrol, jeotermal kaynaklar ve maden arama, ÇED dışı bırakıldı. Tüzük değişiklikleri falan derken çevre suçları ertelenir oldu; kıyıların, meraların turizm yatırımlarına açılması konusundaki denetimler kaldırıldı, tarım alanlarındaki işgaller affa tabi tutuldu…

Bunlar ışığında dönelim Çanakkale’nin dramına…

On-on bir adet termik santral, Lapseki – Gelibolu arasında inşası başlayacak boğaz köprüsü, buna bağlı yol inşaatları ve yaklaşık 20 yeni kavşak için orman kıyımları ve yerleşim yerlerinin taşınması, her iki belde de imara açılacak yerlerin çoktan Kalkavanlar, Zeytinoğlu, Toksöz Holding, Alarko Holding, Alara Grup, Çolakoğlu Grubu, Doğtaş, İçdaş ve benzeri gruplarca tersane, yat limanı, termik veya rüzgar santrali, turizm tesisi ve benzeri amaçlarla kapatılmış olması, arsa ve emlak fiyatlarının astronomik ölçülerde artarak yerel halkın özenilen ahlakını sarsması… Hali hazırda yaşayan örnekle, gazetelerden okuduğum kadarıyla, On üç ‘çevre ödülü’ lü İçdaş’ın, denizi, havayı ve toprağı kirlettiğini iddia ederek kanıt sunan balıkçılarla davalık olması, dahası balıkçıların avlak sahalarına beton resifler kurularak doğal avlanma koşullarına müdahale edilmesi ve balıkçıların bu projeden fazladan zarar görmesi ve daha başka katakulli durumlar (Bknz. Evrensel.net)… Bütün bunları iktidarın tartışmaya yanaşmaması!

Dönmese miydik?

Çok iyi bir makale okudum. İşte şu: Aykut Çoban, Bülent Duru, "Emek Ekseninde AKP İktidarının Çevre ve Kent Politikaları", İktisat Dergisi, Sayı 508-509-510, Aralık 2009, 57-68. Katıldığım için, makalede derlenip toplanan şu yargıyı buraya aynen alıyorum:

“AKP iktidarında, çevresel değerleri ve kentsel yaşamı ilgilendiren kararlar alınırken öncelikle ekonomik büyümeyi gerçekleştirme, sermaye birikimini sağlama ve parti tabanının isteklerine yanıt verme güdüsü ön plana çıkmıştır.”

Hadi artık bitirelim. Sonuç olarak, İstanbul süpürdü attı beni kendinden. Şanslıydım ki Çanakkale’ye yerleşebildim. Fakat o ne? İşgalini genişleten doyumsuz iktidarın eli buraya da uzanmış. Şimdi ben nereye gideceğim?

Hiçbir yere gitmeyeceğim tabii. Umutsuz da değilim. Bu yazıyı o yüzden yazıyorum: Yaşadıklarımızı birlikte anlamlandıralım, sınıfsal gerçeklerimizin üstünün örtülmesine karşı koyalım, yani yeni seçimlerimizde daha akıllı olalım diye! Yoksa gitti gider memleket, ben başka bir yere gitmişim ne ki!