Ali Koç’a açık mektup*

Reşat Bilici

Blog: Serbest Kürsü

Sevgili Ali,

Bir varmış bir yokmuş... Filozofun filozof, aydının aydın olduğu dönemlerde, ettiği bir sözle veya yazdığı bir yazıyla dünyayı sallayan insanlarımız olmuştu hep. Gramsci, Makyavel için “erken gelen Jakoben” diyordu, misal.

Burjuvazinin (hani şu senin sınıfın olan sınıf) olgunluktan epey uzak olduğu, kent devletlerinin özellikle ekonomik ilerleme anlamında kısıtlı kaldığı dönemlere bakınca, Makyavel’i despotizmle suçlayanlar oldu, demiş Gramsci. O zamanlar devrimci ilerleyişte enstrüman rolü oynuyordu, diye ekleyip mutlak monarşi ekonomik yaşama can veren temel bir unsur teşkil ediyordu demiş.

Nasıl denir Ali, deliyle dâhinin arasına ince bir çizgi çekilir ya bazen; Gramsci de, Makyavel’e baktığında, ince bir çizgi çekiyor ve çizginin bir tarafında hayalperest bir Makyavel, diğer tarafında ise gerçekçi bir Makyavel görüyormuş.

Bu hayalci-gerçekçi metaforu ve tanımlaması literatürümüze girmişti bir kez ya –bizim literatürümüze, sizinkine değil; lütfen karıştırma e mi?- hülyasız devrimci ve aynı anlama gelmek üzere hülyasız aydın olur muydu? Gerçekçi olmayan devrimci ve yine aynı anlama gelmek üzere gerçekçi olmayan aydın olur muydu?

Maddenin hareketi, erken gelen-geç gelen, ileri-geri, insan-özne’nin tarihe müdahalesi, tarihte bireyin rolü, tik-tak, tik-tak...

Masal gibi... Şimdi tarih, bir masal gibi uzanıyor önümüzde; olabildiğince hayali, büyüleyici ve fakat alabildiğince gerçek, gerçekçi... Artık anlıyorsun, değil mi?

***

Sahi, Ali, “bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz”den “kapitalizm eleştirilecekse, antikapitalizm yapılacaksa onu da biz yaparız”a nasıl gelmiştiniz? Bak, hatırlatıyorum, geçmiş bir zamanda şunları söylemiştin:

“1990'lardan itibaren ise küreselleşme dünya ekonomisinde ana temalardan biri haline geldi. Önce mal ticareti önündeki engellerin kaldırılmasıyla başlayan küreselleşme daha sonra sermayenin ve hizmetlerin de ülkeler arasında daha serbest dolaşımına olanak sağlayacak bir şekilde genişledi.”

Oysa Ali, tam da o tarihlerden itibaren bizlere çektirdiklerinize ne demeli...

Yıl 1993. Rusya’da parlamento binası bombalanıyor. Başında, tankların üstünde bir adam, Yeltsin, emir veriyor. Çöken, yalnızca bir bina değil, bir Sovyetler Birliği değil; dünyaydı, bizdik, insandı. Ağladık...

12 Eylül’ün –hani şu sizin yarattığınız işçi sınıfı karşıtı, sol karşıtı Amerikancı darbe vardı ya- hemen sonrasında doğan kuşak olarak, henüz çocuktuk. Çocuktuk, evet, ama ne derler, anlıyorduk. Yaş aldıkça öğrendik; nitelikleri ayrı ayrı tartışılmak üzere içimizden, tarihimizden Bernstein’ları, Berlinguer’leri çıkarmıştık, fakat büyüdükçe, okudukça ve deneyimledikçe şunu da bildik: Yeryüzü, en niteliksizlerimizin elinde göçüyordu. “Niteliksiz gelecekse, onu da biz getiririz” der gibiydik; getirdik, niteliksizlerimizse çoktan sizin tarafa iltica etmişti...

Karanlık bir ekranda yeşil renkli füze ışıklarıydı dünya. Bir kuşak, böylece büyüdük. Okuldaki haritalarında ve atlaslarında SSCB yazan bir neslin son ahvadıydık. Sosyalizm gözlerimizin önünde çözülüyordu ve Birinci Körfez Savaşını televizyonlardan izlettiriyordunuz bize; çocuktuk, ağladık...

Sahi, bir nesne miydi an, tarih neydi Ali, ve sınıf bilinci nasıl gelişirdi? Örneğin, ilerleme, barış... Bazı güzel insanlarımız sizin darbelerinizden sonra çocuklarına barış ismini vermişti zaten de, neydi ki barış, ilerleme? Komünizmin alameti-i farikası olan kavramlarımızdan ve değerlerimizden bazılarını daha mı çalıyordunuz?

Duvarlar göçüyordu, kızıl bayrağın Kremlin’de dalgalandığı son günlerdi ve ilerleme ve barış, içeriği bir kenara, paletlerinizin ve duvarlarınızın altında göçertilen bir başka değerimiz olmadı mı?

Oldu. Aktı tarih ve onlarca yıldır sizlerin ve ağababalarınızın giriştiği emperyalist restorasyonun acısını çektik iliklerimize kadar. Kolay mıydı, milyonlarca kilometrekare toprak parçası emperyalist-kapitalizm tarafından yutulacaktı. Bu süreçte yıkıcılara ve tekellerin temsilcilerine “barış” ödülleri bile dağıttınız. Belki bize öyle geliyordur da, ağlamanın en estetik durduğu canlı türü homo-sapiens idi ve yine ağladık...

Senin, “iş dünyasının son 30-40 yılda büyük zorluklarla elde ettiği kazanımlar” dediğin şeyin bizim tarafımızdaki yansımalarıydı bunlar...

***

Sevgili Ali,

Çok uğraştığınızı biliyoruz, özellikle sizin ekibin bayağı uğraştığını ve birçok şeyi silikleştirmede usta olduğunuzu da biliyoruz. Takdir etmiyoruz, teyit ediyoruz, ki hesap defterimize bunları düşeli çok zaman geçmiş...

Sınıflar üstü olmanın erdem ve reelpolitik olarak sunulduğu bir dünya yaratıldığında ve bu dünyanın yaratılmasına fiilen katkı koyduğunuzda; ilerleme, barış ve insanlık adına iyi olan ne varsa, tecavüzünüzden azade olamazdı. Ama işte, tarih bilincimiz vardı ve sınıflar üstü/dışı diye sunulan her şeyin aslında bir sınıfa, burjuvaziye, size hizmet ettiğini biliyorduk.

Roma’dan beri biliyoruz dediğimiz de bu değil miydi? 1848’den sonrası da hep bizim tarihimiz değil miydi, sizin sınıfınızla bizim sınıfımızın dolayımsız bir biçimde, yüz yüze çarpıştığı? O tarih lineer bir çizgide ilerlemiyordu da, insanlık için ileri olan her şeyin tarihi bundan farksız mıydı?

Tarihin motoru sınıflar mücadelesiyse, ilerleme düşüncesi sınıflar üstü olamazdı ki! Değersiz olduklarından değil; ütopistlerden, anarşistlerden ve bilumum idealistlerden ayrılan bir ekoldü bizim Marx/Engels ekolü. Tarih düz bir çizgide ilerlemiyordu ve sınıflar üstü diye bir şey yoktu. Yani, anti-tezi olmayan her şey egemen sınıfa, size yaramıyor muydu?

Sonra, bak Ali, biraz uzunca ve elbette anımsıyorsundur, ama yine de kayıtlı dursun; şunları buyurmuşsun:

“Dünyanın acilen daha eşitlikçi ve daha sürdürülebilir bir ekonomik modele ihtiyacı var. Bu modelin, ekonomik büyüme konusunda başarısı İkinci Dünya Savaşı sonrasında tescillenmiş kapitalizmden farklı bir model olması gerekmiyor. Ancak, mevcut yapının sürdürülemez olduğunu kabullenerek, kapitalizmi yeniden düşünmemiz gerekiyor. Bir başka ifadeyle, kapitalizmin kendini yeniden keşfetmesi, yeni bir dinamizm ortaya koyarak dünyamızı bir dönem daha ileriye taşıyacak bir yapıya dönüşmesine ihtiyaç duyuluyor. Kapitalizm bunu daha önce birkaç kez yaptı; bundan sonra da yapmaması için hiçbir neden yok. Eğer bu dönüşüme tüm paydaşlar öncülük etmez ve yönlendirmezsek, iş dünyasının son 30-40 yılda büyük zorluklarla elde ettiği kazanımları kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.”

Sınıfının parlak çocuğuydun, değil mi? Sınıfını uyarmak bir vazifeydi senin için; uyarmak ne söz, sınıfına “sınıf atlatmak” gibi bir görevle donanmıştın, öyle düşünüyordun. Sahi, sınıfına öncülük etmekse mesele, “sınıf başkanları” ne güne duruyordu?

Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler... Olmadı mı? Eh, “tam gelişmiş”, “demokratik” ülkeler için mi geçerliydi bu? İyi de, kapitalist metropollerinizde bile tüm bankacılık sistemi devlet müdahalesi ve dahası sübvansiyonlarıyla ayakta kalmıyor muydu? Böyle böyle geçiriyordunuz günlerinizi, değil mi? Bir de, Ali, John Maynard Keynes’ten Nefretimin Yirmi Sebebi şiirini mi okudun yoksa, tersinden?   

Kerenskiy’i biliyorsundur. Bilirsin tabii, ne zaman bunalıma girseniz içinizden biri fırlıyor ortalığa. Neyse, bunalım içindeki emperyalizmin inceltilmeye ihtiyacı vardı ve Wilson, adeta tiner vazifesi görüyordu. Doktrinini Avrupa’daki dostlarına kabul ettirme konusunda sıkıntı yaşasa da, adım adım ilerlemeye başlamıştı. Öyle ki, dönemin Fransız savaş bakanı, yeminli anti-Bolşevik Albert Thomas, şöyle diyecekti: “Kerenskiy ve Tereşenko’nun [Ekim Devrimi öncesinde Geçici Hükümet’in liderleri] çağrılarına kulak asmış olsaydık, Rusya’daki politik durum çok farklı olurdu.” Bunun tam tercümesiyse şuydu: Bu adamları dinleseydik, bu Bolşevik belası başımıza gelmezdi. 

Olmadı... Gülümse, tarihe geç gelen Kerenskiy olarak geçiyorsun...

Tik-tak, tik-tak, tik-tak...

Vakit doldu, Ali. Toparlan, gidiyorsun...

Güle güle Ali, güle güle...


*Bu mektup iadeli taahhütlü olup, sosyalist iktidarın ilk gününde, tabii adresinde bulabilirsek, Ali Koç’a yeniden postalanmak üzere yazılmıştır...