‘Dün ve Ferda’ üzerine

Pınar Kahya

Blog: Serbest Kürsü

Erendiz Atasü’nün 2013 yılında yayınlanan Dün ve Ferda isimli romanı, eski solcu yeni liberal kişiliği ele alması itibariyle biraz geç kalmış bir roman. Çünkü özellikle AKP’nin iktidarlaşması sürecine su taşıyan bu kişilik, en nihayetinde kullanışlı aptalın sözlük karşılığı olarak Türkiye siyasi tarihindeki yerini aldı. Sermaye medyasında solculuk günahı çıkarma seanslarında endam eden kişiliğin miadını doldurduğu iddiası abartılı bulunabilir ama sermayenin bu artıklara ihtiyacı kalmadığı kanaatindeyim. Beş bilemedin on senelik solculuğun üzerinden geçen en az bir otuz yıl büyük günahın ekmeğini yemeye doyamayan kişilik başka bir maymuncuk bulmak zorunda artık.

Peki, kullanmayı kişinin kendisine yakıştırmadığı ancak “dönek” mimli Ferda kişisinin yaşam seyrini okumak neden önemli? Çok neden arasında kendimce önemli bulduğum, yazarın başkişisini düzene entegre eden mekanizmalar ile kişinin psiko- sosyal dünyası arasındaki ilişki ve çelişkilere yakından bakma fırsatı vermesi. Diğer bir değişle, kişinin kararları ve çevresel şartlar arasındaki geçişlilik, üçüncü bir gözün (yazarın) penceresinden yalınca gözlenebiliyor dolayısıyla okuyucu ile başkişi arasında mesafe bir psikolojik gözlemden ziyade nesnel olana yakınsıyor. Yazar bu kişiyi anlamak ya da hesaplaşmak derdinde değil, bu kişinin kim olduğunu yalın bir biçimde gözler önüne seriyor. Hesaplaşma size bırakılıyor.

Kişi kim?

Ferda Başarır, orta halli bir ailenin kızı. İstanbul’da Eczacılık Fakültesi’ni bitirip, ilerici Hürriyet Berkman hocasının kanatları altında asistanlığa başlıyor. Yazar, Ferda’nın özgürlük istencinin boyutunu Hürriyet Hanım’a karşı da geliştirdiği bir tür bağımsızlaşma, erginleşme çabası ile göstermeyi deniyor. Öyle ki Ferda’nın babasının ıslak paltosunun kokusunu tesadüfen(?) duyumsadığı muhafazakar-milliyetçi hocası Kazım Beyazıt ile olan ilişkisinin, bir itkisinin de bu çaba olduğunu düşünmemize neden oluyor. Bu ilişkiyi yazar çok önemsiyor, sonradan olup biteceklerin erken uyaranı gibi görmüş olabilir. Ferda, Türkiye İşçi Partisi üyesi, ilerici Hürriyet Hoca’nın genç asistanı ve kürsü direktörü Kazım Hoca ile ilişkisi var. İlim Yayma Cemiyeti kurucularından Kazım Hoca’nın oğlu Selim devrimci mücadeleye katılıyor, Filistin’de eğitim alırken ölüyor. Kazım Hoca oğlunun intikamını solculardan Ferda üzerinden alıyor ve epeydir ilişkisi olduğu bu genç kadını polise ihbar ediyor. Ferda kısa bir süre cezaevinde kalıp serbest bırakılsa da üniversitedeki işinden oluyor ve bir eczanede çalışmaya başlıyor. Bu sırada tanıştığı parti üyesi Özdemir ile evleniyor, TİP’te ayrışma baş gösterince çift TKP’ye katılıyor. Ferda kendini işlevsiz hissettiği yerde duramıyor, geçmişi kurcalamıyor, neredeyse oraya asılıyor, darbeye kadar.

1980 darbesinin ardından kızları Barış’ı da alarak Almanya’ya iltica eden çift zor günler geçiriyor. Bir süre sonra iş buluyorlar ve partiden ayrılıyorlar. Ferda eczanelerde çalışıyor, Özdemir çevirmenlik yapıyor, ilişkileri kötü gidiyor, Ferda depresyona giriyor. Türkiye’ye dönüyorlar ve AB fonlarından faydalanarak eski arkadaşlarıyla eczacılık üzerine dergi çıkarıyorlar. Kafalar karışık, neoliberalizm ezberlerini bozuyor, büyük ilaç tekellerinin daha ucuza ilaç temin edeceği, devlet işletmelerinin hantallığı ile serbest eczanelerin kasiyerlikten öte gitmediği dolayısıyla mesleğin itibarsızlaştığı, ilaç araştırmalarının masraflı olması nedeniyle devletin ve yerli ilaç şirketlerinin yetersiz kaldığı argümanları zihinlerini ele geçiyor ve  Ferda kendini yeni Eczacılık yasası kapsamında çok uluslu şirketler lehine lobicilik faaliyetlerini yürütürken buluyor, faaliyetlerinin karşılığını çeklerle alıyor. Ferda bu süre zarfında bu şirketlerin neden başka birisini değil de onu bulduğunu sorgulamıyor, çünkü işleve ve paraya ihtiyacı var. Aslında mesele salt para ve geçim olsa sıradan bir eczacı da olabilirdi ama işleve daha çok ihtiyacı var.

Ferda bu dönüşümünü, kendisiyle röportaj yapan genç bir eczacıya gözleri nemli şöyle açıklıyor: “O günün koşullarında makul olan, sosyalizm beklentisiydi; bugünse konjonktür değişti, dünyanın gidişatına karşı duramazsınız. Gidişatı göz önünde bulundurarak, kendinize bir yol haritası çizmezseniz hüsrana uğrarsınız.” Genç eczacının çıkarımı, “Ferda Başarır gibilerin vaktiyle çektiği acıların, onlara tüm düşünsel ülkelerin gümrük kapılarını aşırtan pasaportları olduğu, acı yükünün tuhaf bir sermaye olduğu, Budizmden, neoliberalizme açmadığı kapının olmadığı” yönünde oluyor. Ferda da acıyı kendini aklamak için açıkça kullanıyor, kullandığının bilincinde.

Ancak işler beklenildiği gibi yürümüyor, yasa sermaye fraksiyonları arasındaki çatışma nedeniyle geçmiyor, ululararası şirket Türkiye pazarından çekilme kararı alıyor, Ferda da kapı önüne konuluyor. Ferda eşinin de ölümüyle yazarın tabiriyle “şimdiden kopuyor” ve kızıyla birlikte Almanya’ya taşınıyor. Almanya’da da Türkiye’dekine benzer bir imparatorluk dönemi özentiliği, Doğu Almanya’yı ve anıları, sosyalizmin kalıntılarını yiyor. Ferda ise artık dünün insanı.

Peki Ferda’nın problemi ne?

Her okuyucu kendince bir çıkarımda bulunur. Bana kalırsa Ferda’nın problemi onca mücadeleden geriye ne kaldı psikozu, diğer bir değişle araçsal akıl.  Babasına baktığında, Hürriyet Berkman’a baktığında amaca ulaşamamışlık gördü, kendisine yazık edildiğine dair duygu ağır basıyordu, işlevsiz kalmak istemedi ve yeni dünyada kendine bir yer bulmayı denedi. Kaldı ki bu kendisine yazık edildiği duygusuyla devleti mahkum etmek işine gelmişti, Ferda’ya göre kendisine dönek diyenler onlara nice acılar yaşatan devleti savunur olmuştu.

Araçsal-pratik akıla insan türü olarak pekala çok şeyi borçluyuzdur, ancak amaçsal-evrensel akıl yürütme biçimi bizleri savrulmanın, bocalamanın böylesinden korur. “Tarihselleştir” mottosu “anı yakala”dan daha devrimcidir, tarihsel ve bütünsel bakıldığı ölçüde içinde yaşanılan an ve geleceğe dair işlevselleşme gerçekleşir. Aksi işlevsellik, bizcelerin işlevselliği, bizcelerin ereği, yolu olmamalıdır. Benzer zamanlarda okuduğum için Ferdaların aksi bir solcu olan-entegre olan değil karşı duran- Aziz Nesin üzerine düşüncelerimle meseleyi biraz daha açmak niyetindeyim.

Everest Yayınları, [Tek Ciltte] Aziz Nesin Kalem Yapın Beni Kalem!.. başlıklı bir derleme yayınladı geçtiğimiz Haziran. Biz Özal dönemi çocukları, ‘milenyum’ gençleri belleğindeki Aziz Nesin, Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri’ni çevireceği için yobazları çileden çıkaran, o yobazlar da sözüm ona galeyana gelip 33 aydını yaktığında, canını zor kurtaran bir yazar. Aziz Nesin ile aramızda böylesi bir medya dili var; ilişiksiz, belleksiz bir dil bu.

İlişiksizliğin nedeni bizlerin belleksizliği idi, belleksizliği yaratansa bizi kodlayan yeni düzen.  Biz, yaşamlarını işini bilir olmak üzerine kurması gerekenlerdik. İşini bilir olmak, zengin olmak, tüketmek- görgülü/görgüsüz size kalmış- amma illa ki önce kendini düşünmek, hep bir adım önde olmak demekti. Klişelerden muzdarip kişisel gelişimciliğimiz yolunu bulmak üzerine kuruluydu. Nasıl olduğunun bir önemi yok, yolun ne olduğunun önemi yok, yolunu bul. Bulamadığımızda ise çareyi kendimizi uyuşturmakta bulmalıydık, vardı binlerce yolu, neme lazımcılık en başta olanlardandı. Küreselleşen güzide dünyamızın ise oyuncağı yok değildi. Biz kendi topraklarımızın baş eğmezleriyle böylece ilişiksiz olursak yapa yalnız kalırız, entegre olur ya da içe çökeliriz/kapanırız. Çıkış yolu arayanlar, bu düzende işlev bulamayanlar, başka bir alemi düşleme ve onu reel kılma göreviyle karşı karşıyalar, bellekle ve ilişerek, bilerek. Tarih sınıf mücadelelerin tarihi ise Aziz Nesin haklı.

- “Böyle gelmiş böyle gider” demekten çıkarı olan bütün sömürücüler, bütün çıkarcılar, bütün aldatıcılar ve aldatılanlar şunu iyi bilsinler ki: Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek!