Örgütsüz aklın bulanıklığı

Ozan Karakaş

Blog: Serbest Kürsü

Bu yazının muhatabı örgütsüzlerdir.

Bir süredir aklımda dönüp duran mesele hakkında artık bir şeyler çiziktirmenin zamanının geldiğini aynı gün içinde gerçekleşen iki olay sonucunda fark ettim. Bunların ilki, Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’nin geçtiğimiz Pazar günü Bursa’da düzenlediği Laik Eğitim Paneli öncesinde sohbet ederken sevgili Ahmet Çınar’ın laf arasında, başka bir bağlam içerisinde söylediği bir sözdü: “Örgütsüzlük akıl karışıklığı yaratır.” İkincisiyse diken.com.tr’de Levent Gültekin imzasıyla yayınlanan “Ülkede toplumsal muhalefet niçin oluşmuyor?” (http://www.diken.com.tr/ulkede-toplumsal-muhalefet-nicin-olusmuyor/) başlıklı yazı.

Haziran Ayaklanmasıyla toplumsal enerjinin bir ölçüde boşalmasının ardından ülke yeniden kaynayan bir kazana dönmeye başladı. Dört bir yanımızda patlayan bombalar, yüzlerce çocuğun tecavüze uğraması, düşürülen uçak, kadın ve LGBTİ cinayetleri, turizmde yaşanan kriz, iktidarın dış ilişkilerde şamar oğlanına dönmesi, Ramazan’la birlikte patlak veren “içki içiyorlar” saldırıları, nefesini ensemizden eksik etmeyen gericiliğin toplumun her alanında ancak özellikle de eğitimde gemi azıya almasıyla memleketin ışık saçan liseli gençlerinin reddiye haykırışları ve Erdoğan’ın en son yaptığı, “Gezi Parkına Topçu Kışlasını inşa etmeliyiz,” çıkışı… Bunlara bir de Meclis muhalefetinin kifayetsizliği ve sosyalist sol örgütler arasında bir birleşme beklentisinin bir türlü gerçekleşmemesi eklenince birçok insanın aklına 2013 Haziran referanslı birtakım sorular geliyor. Dahası insanlar bu sorularını sosyal medyada ya da dost sohbetlerinde paylaşıyorlar, bir çözüm yolu arıyorlar kendilerince.

Akıllarda sorular soruları, sitemler sitemleri kovalıyor: Yeni bir Gezi mi patlayacak? E ilki ne işe yaramıştı ki ikincisi yarasın? Bak, o kadar sokağa çıktık, protesto ettik, aynı tas aynı hamam! Bir daha olsa sokağa çıkar mıyım? Çıksam destek bulur muyum? Aman canım, bu halkla hiçbir şey olmaz! Hem zaten baksana, daha sol partiler bile kendi aralarında birleşemiyorlar! Önce onlar birleşsin, bir şeyler yapılır elbet! Ben de o sırada bir şekilde yolumu belirlerim. Ama ya birleşmezlerse? Son ana gelindiğinde, ülkede yangın topuna dönmemiş tek bir şehir, ilçe, belde, köy kalmadığında dahi inadım inat deyip böyle devam ederlerse? Bir şey yapmalı… hey! Bir şey yapmalı… Ney?

“Örgütsüz aklın bulanıklığı” derken kastedilen tam olarak bu ve bu bulanıklık sürdüğü müddetçe bireyde başlayan çaresizlik duygusu dışa vurularak toplumsal bir çaresizlik, kapana kısılmışlık hissine dönüşüyor. İşte bu çaresizlik kendisini Levent Gültekin’in yazısında eşsiz bir biçimde dışa vuruyor.

Gültekin, son zamanlarda Meclis gündemini –ve haliyle toplumun gündemini– öyle ya da böyle meşgul etmiş birtakım olayları altı madde halinde sıraladıktan sonra çok doğru bir tespitle zirve yapıyor: “Hepimizin mal ve can güvenliği iktidarın iki dudağının arasında.” Ardından da bu tekinsiz ortamda ortaya çıkan tutumların kendi gözlemlerine göre üç sebebini sıralıyor.

“Birincisi,” diyor Gültekin, kimi insanlarda ‘bu devran bir gün elbet dönecek, böyle gitmeyecek,’ görüşü kendini gösteriyor. Yazara göre bu tutum, ‘sesimi çıkarmayayım, sığınağıma geçip fırtınanın dinmesini bekleyeyim’ düşüncesini doğuruyor.

Gültekin’e göre ülkede sağlam bir muhalefetin oluşamamasının ikinci sebebi ise Türkiye’de oturmuş, kendi ayakları üzerinde duran, muhalif ve güçlü bir aydın kesiminin bulunmayışı.

Yazarın ortaya attığı –ve en önemli sebep olduğunu düşündüğü– üçüncü sebep ise ülkenin muhalefetinin büyük bir çoğunlukla liberallerden ve solculardan oluşuyor olması. “Milliyetçi, muhafazakâr ve islamcı” olarak tanımladığı “sağcı kesimin” iktidara teslim olmuş olması, ortada iktidara muhalefet edecek yalnızca liberalleri ve solcuları bırakmış oluyor, Gültekin’e göre.

Dahası Gültekin, ancak örgütsüz bir zihinden çıkabilecek bir hamlıkla sol örgütleri “ülke yanarken bile bir araya gelecek olgunluğu gösterememekle” itham ediyor.

İlk bakışta ne kadar da haklı görünüyor, değil mi? Keşke herkes el ele verip birlik olsa, hep birlikte bu karanlığı süpürüp atsak, hayat bayram olsa… Fakat maalesef, kazın ayağı öyle değil. Gelin, şu bulanıklığı biraz da olsa seyreltmeye çalışalım.

Türkiye’de sosyalist sol olduğunu iddia eden bir örgütün varlık amacı, hedefi nedir? Buna verilecek cevap kuşkusuz şu olmalı: İşçi sınıfı adına iktidarı ele geçirip sosyalist bir Türkiye yaratmak. Sosyalist bir Türkiye yaratmak demek, en başta, ülkedeki üretim araçlarını sömürücü sınıfın elinden koparıp almak, halka devretmek demek ve bu, sosyalist bir örgüt için değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hedef. Eh, en azından öyle olmalı.

Peki Türkiye’de solda durduğu iddia edilen “büyük siyaset” partilerinden hangisinin programı bu hedefi içerir? Her geçen gün daha da AKP’leşen, adeta “Çin malı AKP’ye” dönüşen CHP mi; yoksa Said Nursi gericisinin anısına etkinlikler düzenleyen, kara çarşafın bu toprakların bir rengi olduğunu öne süren, Kürtlerin en büyük İslami partisi olduğunu ilan eden HDP mi? İki partinin içerisinde de sosyalist sola yakınlık duyan, onu benimseyen milletvekillerinin, üyelerin bulunduğuna şüphe yok, ancak bu durum, bu iki partinin hedefinin sosyalist Türkiye olmadığı gerçeğini değiştirmez; çünkü iki parti de sınıfsız bir toplum yaratma gayesinde değil. Böylesi bir hedefin programlarında olmaması bir yana, iki partide de güçlü mevkilerde bulunan patronların varlığı, örneğin CHP belediyelerinde “yuvalanan” müteahhitler, HDP bünyesinde Kürtleri temsil ettiği iddiasıyla yalnızca Kürt burjuvazisinin birer temsilcisi olan toprak ağaları bu durumun en doğrudan göstergeleri.

Neden sosyalist Türkiye? Hadi tamam, CHP ya da HDP sosyalist programa sahip değil. Ama en azından şartları biraz yumuşatsak? Hem belki sosyalist sol partilere de Meclis’te ve toplumsal alanda yer açılır; onlar da seslerini daha çok duyurabilirler? Gırtlağımızı sıktıkça sıkan şu boyunduruğu çıkarıp atsak, daha sağlıklı nefes alabileceğimiz bir ortamda sol örgütler de filizlenmeye fırsat bulsa? Neden ille de hemen sosyalizm diye tutturuyorsunuz ki?

Venezuela’yı bildiniz mi? Brezilya? Ekvador? Bolivya? Bunlar Latin Amerika’da son yirmi yıl içinde sosyalizan/halkçı karakterler taşıyan iktidarları yönetime getiren ülkeler. Hepsi de sosyalist ekonomiye geçişi tam anlamıyla bir türlü gerçekleştiremedikleri için emperyalizmin tehdidine sonuna kadar açıklar ve bunun acısını ciddi biçimde çekiyorlar. Ne kadar halkçı, ne kadar özgürlükçü, ne kadar eşitlikçi olursanız olun, eğer ekonominizi emperyalizme bağımlılıktan kurtarmazsanız elde edeceğiniz şey eninde sonunda yıkımdır: Er ya da geç burjuvazi galebe çalar, özel mülkiyet ve emeğin, aklın ve duyguların sömürüldüğü düzen kendini restore eder. Tıpkı ekonomik olarak emperyalizme bağımlılığından ötürü 1923 Cumhuriyet Devriminin ilerici tüm yanlarının günümüze dek teker teker koparılıp atılmış olması gibi. Bunlar birbirlerinden bağımsız süreçler değil. Emperyalizm bir ülkenin iktidarının ideolojisine çoğu zaman bakmaz. O iktidar kendisine biat ettiği müddetçe, yani o ülkenin işçisi, kadınları, gençleri fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak sömürülebildiği müddetçe iktidarın ideolojisi sorun yaratmaz. Ancak tabii ki cehalet, yozlaşma ve boyun eğiş tercih sebebidir. Sosyalizmin külliyen reddettiği de budur.

Sosyalist bir Türkiye demek, eşini fuhşa zorlayan, taciz veya tecavüze yeltenen, el kadar çocukları görünce salyaları akan aşağılık bir herifin en ağır yaptırımlarla parmaklıklar ardına tıkılması demektir. Çalışarak, üreterek ülkesine ve halkına katkıda bulunan kadınların evlere tıkılamayacağı, yalnızca çocuk doğruma, ev kadınlığı ve annelik üzerinden tanımlanamayacağı, kara çarşafa hapsedilemeyeceği bir Türkiye demektir. Kadınların bedenine, aklına, duygularına ve zihnine her türlü taciz ve tecavüz girişiminin ağır yaptırımlarla karşılaşacağı bir ülke demektir. Sosyalist bir Türkiye demek, günümüzde cihatçılar tarafından kevgire döndürülmüş olan sınırların temizlenmesi, komşu ülkelerle şeffaf ve güvene dayalı ilişkilerin yürütülmesi demektir. Tıpkı I. Dünya Savaşında Osmanlı’yla savaş halinde olan Çarlık Rusyası yıkılıp Sovyetler iktidarı ele geçirince Bolşeviklerin Osmanlı’nın paylaşımına dair emperyalist planları, mektuplaşmaları ve anlaşmaları çarşaf çarşaf yayımlaması ve Osmanlı’nın Kafkasya cephesinin kapanmasını sağlamış olması gibi. Sosyalist bir Türkiye demek, bilimsel, laik ve başlangıcından sonuna dek tamamıyla ücretsiz eğitim demektir. Sosyalist bir Türkiye demek, LGBTİ bireylere eşit yurttaşlık, eşit yaşama ve çalışma, seçme ve seçilme hakkı demektir. Sosyalist bir Türkiye demek, üniversitelerin birer rant yuvası, mevki savaşlarının döndüğü birer ova olmaktan çıkıp tekrar bilim üreten, hem de bu konuda tüm insanlığa çağ atlatacak bir seviyede katkı koyan kurumlar haline gelmesi demektir. Sosyalist bir Türkiye demek, hiçbir koşul ve durumda ücret ödemeden nitelikli sağlık hizmetleri almak demektir. Sosyalist bir Türkiye, sosyalist ekonomiye geçişle birlikte çalışma saatlerinin asgariye indirilmesi, insanlara kendilerini gerçekleştirebilme imkanının sunulması demektir. Bu sayededir ki örneğin SSCB Milli Futbol Takımının efsanevi kalecisi Lev Yaşin bu özelliğine ek olarak hem metal işçiliği hem de buz hokeyi kaleciliği yapabilmiştir. Sosyalist bir Türkiye demek, Alevilere sözde değil tam anlamıyla eşit yurttaşlığın sağlanması, Kürtlerle etnik köken temelinde değil sınıf temelinde bir barış ortamının oluşturulması, dolayısıyla “Kürt sorunu” diye tabir edilen sorunun tarihe karışması demektir. En önemlisi de sosyalist bir Türkiye demek, kendisi her geçen gün daha fazla emek harcayıp fakirleşirken patron sınıfının, asalakların, sömürücülerin hiçbir şey yapmadan git gide daha da fazla semirmesini izlemek zorunda olmayan milyonlarca insan demektir. “Gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatmayan” milyonlarca insan.

Birçoklarına enikonu imkansız geliyor bu. İmkansız değil, ama öyle görünmesinin bir sebebi var elbette.

Tüm bu karamsarlık, çaresizlik, örgütsüzlüğün doğal bir sonucu. İlk önce Yunan tragedyalarında yani tiyatroda kullanılmış, ardından diğer sanat dallarına da sirayet etmiş bir anlatım tekniği vardır: deus ex machina. Bu Latince terim, hiçbir çarenin kalmadığı, hiçbir çıkar yolun görünmediği, ufukta tek bir nokta halinde ışığın dahi kalmadığı durumlarda ortaya çıkıp meseleye el koyan ve sorunu çözen “tanrısal” bir gücü ve bu gücün kullanıldığı anlatım tekniğini ifade eder. Yüzüklerin Efendisi – İki Kule’de Miğfer Dibi Savaşı sırasında çıkagelen Gandalf (“Beşinci günün şafağında doğuya bakın!”), yine aynı serinin üçüncü parçasında bir anda belirip kahramanlarımızı Hüküm Dağı’ndan kurtaran kartallar, Golding’in Sineklerin Tanrısı romanında adanın yakınlarından geçerek çocukları kurtaran gemi, Harry Potter ve Sırlar Odası’nda Basilisk ısırığını gözyaşlarıyla tedavi eden anka kuşu Fawkes ve Harry’nin Basilisk’i öldürmesini sağlayan Godric Gryffindor’un kılıcı birer deus ex machina örneğidir.

Size bu anlatım tekniğiyle ilgili bir sır vereyim mi? Gerçek hayatta deus ex machina diye bir şey yok. Yunan tragedyalarında bir Yunan tanrısını (“deus”) oynayan tiyatrocunun oyunun sonunda bir vinç (“machina”) yardımıyla “gökten” inerek sorunu ortadan kaldırması gerçek hayatın değil mitolojinin bir parçası. Gerçek hayatta bir şey istiyorsanız gider onu alırsınız. Kimse size vermez onu; siz alırsınız. Eğer sosyalist bir Türkiye’de yaşamak istiyorsak da örgütlenmekten, örgütlemekten başka hiçbir çaremiz yok.

Örgütlenmek, örgütlenmek diyoruz. Nedir örgütlenmek? Nerede örgütleneceğiz? Nasıl örgütleniliyor? Örgütlenince ne oluyor, ne yapıyoruz, her şey kendiliğinden çözülüyor mu?

Örgütlenmek, en basit tanımıyla gidip siyasi bir örgüte üye olmak şeklinde özetlenebilir. Gündelik yaşantımıza ek olarak değil, gündelik yaşantımızın içinde, onunla iç içe geçmiş olarak o örgütün sesini daha güçlü duyurabilmek, daha doğrusu örgütle tek ses olabilmektir, örgütlenmek.

Nerede örgütlenilmesi gerektiğine gelince, buna cevap vermeden önce bir şeyi kabul etmek gerekiyor: İçerisinde yaşadığımız sistem, kapitalizm, elinde satacağı emeğinden başka hiçbir şey bulunmayan insanlara, bizlere, sizlere, toplumun en geniş çoğunluğuna iyi, güzel, faydalı olan hiçbir şey vaat etmiyor. Bu insanlar arasında yalnızca inşaat, fabrika, atölye ve tarım işçileri yok. Günümüz kapitalizminde işçilerin büyük bir çoğunluğu yirminci yüzyıl başlarındaki gibi yüzü gözü makine yağı içinde, elleri nasırlarla dolu bir şekilde tasvir edilen kol işçilerinden oluşmuyor. Günümüzde sömürülen emeğe, yaratıcılığa artık nitelikli emek de dahil edilmiş durumda: öğretmenler, doktorlar, hemşireler, avukatlar, mimarlar, mühendisler, şehir plancıları, sinema ve dizi emekçileri, reklam sektöründe canı çıkarılan çaycısından yazarına, senaristinden grafikerine ve yönetmenine tüm işçiler, plazalarda ve bankalarda tüm gün insanları kandırmaya zorlanarak, plan ve proje tasarlayıp geliştirerek, ücreti ödenmemiş fazla mesailer dayatılarak çalıştırılan beyaz yakalılar, bilim ve düşünce üretmesi gerekirken daha rahat bir yaşama sahip olabilmek için mevki peşinde koşmak zorunda bırakılan akademisyenler, gazeteciler, yayınevlerinin açgözlülüğü yüzünden alnının teriyle, beyninin gücüyle sonuna dek hakkı olan ücreti aylarca alamayan çevirmenler, yazarlar, editörler, editör yardımcıları, redaktörler ve daha yüzlerce sektörde çalışan on binlerce nitelikli emekçi…

Üreten, yaratan, var eden her kim varsa bu düzen onun için hiçbir şey vaat etmiyor; karanlıktan başka. Bu yüzden, işte tam da bu yüzden, insanca çalışıp insanca yaşayabilmek, emeğimizin hakkını, bizim olanı alabilmek, bu pisliği temizleyebilmek için bir devrime, sosyalist bir devrime ihtiyacımız var. Sosyalist bir devrim ise bize sistemin çarklarını yağlayan Meclis muhalefeti tarafından altın tepside verilmeyecek. Bunun için komünist olmak gerekiyor. Bu sistem, yukarıda sayılan tüm emekçilerin, yüzü aydınlığa, aydınlanmaya, ileriye, tüm insanlık için iyiye ve güzele dönük herkesin komünist olmasını zorunlu kılıyor. “Peki ya komünist olmayanlar?” sorusu günümüz şartlarında anlamsızlaşıyor. Çaresiz değiliz, ancak komünist olmaktan, komünist bir iradenin temsilcisi, haykırışı, yumruğu olmaktan başka bir seçeneğimiz de yok; bundan başka bir kurtuluş yok. Tıpkı 1923’te devrimden başka bir yolun olmaması gibi, bugün bu pisliği temizleyeceksek yine devrimden başka bir kurtuluş yok. Bu devrimin gerçekleşmesine öncülük edecek örgüt de adıyla sanıyla ortada ve yaptığı son çağrıya bakılırsa görülür ki bu örgütün kapıları, aydınlanmacı, ilerici tüm yurttaşlara açık: “İşçiler partiye, parti iktidara!”

“Atatürk de Atatürk!” diye diretmenin, “Bir daha gel Samsun’dan,” diye ağlaşıp sızlanmanın da bir faydası yok. Mustafa Kemal mezarından kalkıp ülkeyi kurtarmayacak. 1923 Cumhuriyet Devrimi ise her ne kadar kendi zamanının yakıcı sorunlarına belirli bir süre için de olsa bir şekilde çözüm üretebilmişse de bugünün sorunlarına yeterli gelmeyeceği ortada. Dolayısıyla söylenmesi gereken şey, “Cumhuriyet yetmez, ama evet,” değil, “Cumhuriyet yetmez!” olmak durumunda.

Ufukta bir fırtına var; belirtileri yeri göğü kapladı. Bu fırtına koptuğunda oradan oraya savrulmamak için, denize düşünce sarılınan yılanların getirdiği –sözde– kurtuluşlara bel bağlamamak için örgütlü olmak zorundayız.

Bize sosyalizm gerek; bize bir Sosyalist Cumhuriyet gerek!

-

Not: Yazıya getirdiği değerli ve yol gösterici eleştirileri ve katkıları için Nevzat Evrim Önal’a teşekkürler.