Soytarının makyajı akarken

Ozan Artun

Blog: Serbest Kürsü

Lisedeyken Nazım Hikmet'i anmak izne tabiydi. Uygun salon var mı gibi teknik bir meselenin ötesinde, müdür beyin rot-balans ayarını yemekti mesele her daim. Yine öyle bir günde, arkadaşlarla tüm hazırlığımızı yaptıktan sonra kapıyı tıklatıp, izni almamızın diyetini ödedik. Yüksek dozda Necip Fazıl övgüsü ve anmanın yapıldığı gün o zatın isminin maksatlı zikredilmesi...

Sanatın makyajıyla zorbalığın, gericiliğin ve yozluğun üstünü örtmek bizim tarafın işi hiçbir zaman olmadı. O zaman Yavuz Bingöl ve benzerleri için “vay efendim sanatçı olacaksın bir de” türküsünü tutturmanın bir manası yok. Soytarı, saraydaki neyle eğlenecekse onu söyler, bunun bizim coğrafyadaki izdüşümü Berkin'imizi diline dolamak, alabildiğine alçalmaktır. Tek başına bu bile yeterli bir sebeptir öfkelenmek için. Bunu bir yazının konusu kılan ise tek başına bir öfke değil benim için.

Ülkenin içinde bulunduğu bataklığın savunusunu yapan sanatçı bozuntularına, bu bataklık kurutulduğunda, sadece toprağın verimliliği için dahi yer yoktur. Olmamalıdır. Bir de zorbadan yana olanın sanatı hükümsüzdür.

Soytarının makyajını akıtmayı biliyorsak, devamını getirmek durumundayız. Yerine ne koyacağız?

Kültür-sanat alanında Türkiye solunun hazırdan yeme lüksünün bittiği tüm çıplaklığıyla ortada. Solun meşruluk alanından faydalanan, toplumsal dokunun “yumuşak karınlarına” yerleşmiş, tüm toplumsal enerjiyi soğuran ve günümüze değmek kaygısı taşımayan, acıları istismar eden sanatsal-konformizm hem konumuz olmaktan çıkmalı hem de örnek alınmaması ve yeniden türetilmemesi için cesaretle üzerine gidilmelidir.

Gerilimin, çelişkinin ve çalkantının yoğunlaştığı dönemlerde üretim hız kazanır, doğru. Fakat yetersiz. Bir ufuk sunmuyor bu önerme tek başına. Haziran'ın büyük- patlaması ile ilericiliğin yadsınamaz bir coşkuyla birleşip ne denli yaratıcı olacağını gördük. Mizah, resim, fotoğraf, müzik ortaklığı ile 12 yıllık bir baskıya karşılık sanatsal dışavurumun görkemini yaşadık. Kimse bu gerçekleri önemsizleştiremez. Ama kimse de ikinci cumhuriyetin herhangi sanatsal üretim, eğitim ve paylaşım alanı bıraktığı yanılsamasına da kapılmasın. Gericiliğin ölçüsüz saldırısı, kuşattığı alanlar sanatsal üretimin zeytinliklerine asit dökmektedir. Bu koşullarda herhalde kimse kabahati devlet konservatuvarı öğrencilerinde aramayacaktır, sorun emek vermemek, yeteneksizlik değil. Sorun bu akıl dışı, insanı hedef tahtasına oturtan saraylar döneminin pervasızlığına yanıt üretecek, bu gericiliği göğüsleyecek mekanizmanın ideolojik-siyasal mücadele dışında aranması, mücadele içindeki öznelerin ise yeterli özeni göstermemesinden kaynaklanmaktadır.

Tüm kontrolsüzlüğü ile ilerici saflarda birikmekte olan enerjinin, kültür-sanat alanında kolaycı olana reaksiyon göstermesini beklemek saflık olurdu. Bu enerjiyi doğrultulayan, düzlem olarak kendine sarayları, parayı, şöhreti ve yalakalığı değil, sokakları, fabrikaları, okulları, çocukları, emekçi sınıfları ve insanlığın ayağa kalkışını seçen sanatsal üretim, ülkemiz açısından tam da bugün, soytarılığın kökünü kazıyıp, hayalimizdeki ülkeyi kurmak için yaşamsaldır.

Bu görev elbette ki bizimdir. Brecht'in, Eisler'in, Neruda'nın, Nazım'ın, Arkadaş Zekai'nin, Şostakoviç'in, Kemal Sunal'ın, Fikret Kızılok'un, Sabahattin Ali'nin, Genco Erkal'ın, isimleri yazmakla bitmeyecek dünyadan ve ülkemizden sayısız şairimizin, bestecimizin, kent ozanımızın, yazarımızın, oyuncumuzun, tiyatrocumuzun geleneği bizimdir. Bu miras özenle yaratılmıştır, sürdürücüsü olmak 21.yy'da aynı özeni sürdürmekten geçmektedir.

Eğer bugün Türkiye'de sosyalizm fikri bir zorunluluğun kavranması ise, insan sözcüğü için bir koşulsa, insanlığın kültürel evriminin en önemli öğesi sanat, sırtımızda bir yük değil, mücadeleye “renk katan” bir sığlık hiç değildir. Ayağa kalkarken, insanlığımızı işlevlendiren, farklı yükler binen omurlarımız arasındaki bütünselliği ve akışkanlığı sağlayan sinirler gibidir.

Hakkını vermemiz gerekiyor. Bunun için denememiz gerekiyor. Olana kadar denememiz gerekiyor, herkes hazırdan yemekten sıkıldı. Bir şeyler çıkacaksa, sarayları yıkacak olan, soytarıları tarihin çöplüğüne gönderecek olan, saatlerce enstrüman çalmaktan şişen parmaklarımızdan, olağanca uykusuzluğa direnen senaryolardan, tüm bu coğrafyayi titretecek olan ses tellerimizden çıkacak. Tüm ciddiyetimizle, emeğimizle ama asıl önemlisi büyüyü yaratacak olan düşlerimizle bu harmandan insan galip çıkacak.