Yeni bir oligarşi

Hüseyin Yurttaş

Blog: Serbest Kürsü

Cumhuriyetimizin nasıl bir yıkımın ardından, hangi yokluklar ve yoksunluklar içinde kurulup geliştiğini biliyoruz. İçi boşalmış, kof, müflis ekonomisiyle Osmanlı İmparatorluğu’ndan taptaze bir inançla, devrimci bir tutumla geleceğe yürümek ise hiç de kolay olmadı.

Atatürk ve İnönü dönemlerinde, “altı ok”la özetlenen ilkelere bağlılık çerçevesinde daha çok devletçi bir ekonomik program uygulandı. Demokrat Parti iktidarı liberal ekonominin kapısını açmak için kendi gerçek tabanı olan mütegallibenin, -tuhaftır ama- köylüleri yanına almasıyla gelen bir hareket idi. Onu deviren 27 Mayıs “İnkılabı”nın getirdiği 1961 Anayasası ile gerçekten de Türkiye bir özgürlük ortamında bulmuştu kendini.

Bu özgürlükler içinde en önemlisi de sendikal hareketlerin gelişmesi ve devleşircesine büyümesiydi. Seçim sisteminin getirdiği eşit temsil olanağı ise, sosyalist Türkiye İşçi Partisi’nin,  Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki varlığı, emekten yana politikaların sağladığı canlılıkla, apayrı bir döneme tanıklık olanağını sağladı.

Cumhuriyetin kurulduğu günlerden başlayarak “ulusal” bir burjuvazi yaratmak için çabalayan devlet, tam da burjuvazinin palazlandığı, gerçek ekonomik gücüyle muktedir hale geldiği bir dönemde, onun tökezleyeceğinden elbette ürkecekti, ürktü. İşçi hareketleri, sendikalaşma, aldıkları haklar ve koydukları (grev, vb.) direnişler, onların korunması gereken “nadide çiçekler” olarak yeniden algılanmalarına neden oldu.

Ulusal bir burjuvazi ortaya koymak ve bunu ekonomik bağımsızlığın itici gücü ya da payandası olarak görmek artık neredeyse “milli” görüşümüz haline gelmişti. Sovyetler Birliği, Çin, Balkanlar, Küba, vb. sosyalist uygulamaları ise onların zaten uykularını kaçırıp durmaktaydı. Öcü belliydi: Komünizm. Bunun için yıllardır sürdürülen karşıt propaganda, uluslararası desteklerin de eşliğinde daha da yoğunlaştırılarak, sürdürülür hale geldi.

Hayli palazlanmış burjuvazimiz, bir başka deyişle kapitalistlerimiz, her an yakınan, devletten/siyasilerden her dem bir şeyler isteyen, işçi sınıfının haklarının zerresine karşı olan, yalnızca kendi sömürülerinin katlanarak sürmesine yarayacak “tedbirler”i ikide bir temcit pilavı gibi öne süren beklentici kimliğini her zaman korudu. Bu tutumunu, varlığını sürdürmenin ana yolu olarak gördü.

Türkiye, ilk cumhuriyet döneminden sonra dalgalı bir denizde ilerler gibi türlü badireler atlatarak -ama her seferinde  “atlatarak”!- yoluna devam etti. Darbeler, dar boğazlar, ekonomik sıkıntılar, enflasyonlar, devalüasyonlar, iktidar tahterevallileri ile dolu, pek çok kanlı olayın da yaşandığı sancılı dönemleri arka arkaya yaşadı.

Türkiye’yi rayına oturmak savıyla yapılan askeri müdahaleler, uzun vadede Türkiye’nin gerçek anlamda rayından çıkışının zeminini hazırladı. Özal gibi halkımıza utanmamayı öğreten birinin, özelleştirme ile Cumhuriyet kazanımlarını şuna buna peşkeş çekme politikaları, “vizyon sahibi” olduğunun kanıtı sayıldı.

2000’li yıllara girerken, her şeye karşın umut içindeydik. Yeni bir yüzyıl, yeni umutların filizlenmesi için yeterli sanıldı. Ancak, yeni yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk halkını büyük sürprizler bekliyordu. Bu sürprizlere, isteyen istediğini ekleyebilir. Bunlardan en önemlilerinden biri, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri mağduru oynayan, Atatürk’e, devrimlere, yeni olan hemen her şeye diş bileyip duran  (“dindar”değil! ) “dinci”  kesim, saklı gizli çalışmalarını sürdürüp duruyordu. Güvene dayalı ekonomik örgütlenmelerle gemilerini yürüten bu yeni kaptanlar, sermayeleri büyüdükçe siyasi çabalarını, siyasi tabanları büyüdükçe ekonomik güçlerini perçinleyen devasa bir “cemaat”e dönüşerek önlerinde durulamaz hale geliyorlardı. Onlar her dönemde sinsice örgütlenmeye, dirsek teması içinde oldukları öteki dinci gruplarla birlikte amaçlarına doğru yol almaya devam ettiler. Koalisyon ortaklıklarıyla başlayan süreci çok iyi değerlendirerek birkaç koldan birden hedefe doğru yürümeye koyuldular. Örgütlenmeleri yalnızca siyasal ya da düşünsel bir örgütlenme değildi. Din sömürüsüyle, cemaatler eliyle her ortamı ama en çok da camileri örgütlenme alanı olarak kullandılar. Bir şeyi fark etmişlerdi: Mücadelelerini sürdürebilmek ve kazandıkları takdirde iktidarda kalabilmek için ekonomik güce ihtiyaç vardı. Türkiye içindeki örgütlenmeye, Türkiye dışındaki gurbetçiler arasındaki örgütlenmeyle güç üstüne güç katıldı. Temiz dini duyguların sömürülmesiyle bavul bavul marklar, dolarlar, sonra da “euro”lar Türkiye’ye taşınmaya başlandı. Bu paralarla yeni zenginler yaratıldı. Kurulacağı söylenen, birçok fabrikanın göstermelik ve gülünç temel kalıntıları Anadolu kentlerinin çevrelerini süsledi. O insanlar kandırıldı. Ortada fabrika filan yoktu. Dinci grupların eline geçmiş birikimlere, özellikle kimi belediyelerin ele geçirilmesiyle oluşturulan “arazi/arsa/yapılaşma/yapı” dönüşümünün getirdiği korkunç rant eklendi. Bunlara, özelleştirmelerle yağmalamalar, inşaat ve taahhüt kayırmacılıklarıyla en kaymaklı pasta da eklenince, kısa sürede dev adımlarla ekonomik bir güç haline geldiler. O kadar güçlenmişlerdi ki, vurgunlar zincirini dev bir prangaya dönüştürmeleri hiç de zor olmadı. Atacakları adımlarda sınır tanımamaya başladılar. Ergenekon, Balyoz gibi kumpaslarla orduyu çökertmekten bile çekinmediler. Ekonomik ve cezai saldırılarla basın-yayına, medya denen modern iletişimin amansız ağına, bunun yanında da, karşılarında yer alan iş adamlarına ve şirketlere yok edici darbeler vurdular.  İşçiler ve sendikalar kimliklerinden sıyrılıp ne idüğü belirsiz “tabansız” örgütler konumuna getirildi. Taşerona bağlı çağdışı iş köleliği tüm ülkeyi sardı. Öyle ki, bu gelişmeler karşısında, özgürlükler geliyormuş, çok daha rahat edeceklermiş diye umutlanan işadamları, bir başka deyişle sermaye grupları; alkış tutmaları yetmezmiş gibi, yerlere kadar eğilerek selam durdular.

İşte sonra hava değişti. Asıl niyetleri ortaya çıktı. Kumpastı  mumpastı, bu çıkar kavgasında bir yandan kendi aralarında yok etmecesine, ölümüne kavgaya tutuşurlarken, ötede yasalar önünde saygılı gözükmeye çaba gösteren, bunun için devletin açıklarını iyi değerlendirerek sömürü çarklarını gürültüsüz patırtısız işleten burjuvaziye; bir başka deyişle resmiyet kazanmış, devletle adeta bütünleşmiş, istediği iktidara istediğini yaptıran, yaptıramazsa onu deviren kapitalist kesime de yaşam tarzları ve dünya görüşleri nedeniyle taşıdıkları düşmanca duygu ve düşüncelerini gün yüzüne çıkardılar. Derken, sıra onlara da geldi. Yıldırıcı baskılar karşısında sinen siniyor, teslim olan oluyordu ama yoluna bildiği gibi devam etmek isteyen yok ediliyordu.

Burjuvazimiz ya da kapitalistlerimiz, tam da bu noktada, destekleseler bile iktidarın onların iktidarı olmadığını, kendilerine düşman gözüyle bakan bir zihniyetin yok edici gücünü enselerinde hissettiler ve ayıldılar.

Bu arada işte olan olmuştu: Alışılmış halleri ve tavırlarıyla güle oynaya para kazanmaya devam eden, kazançlarından kuruş eksilse onun telafisini devletten bekleyen, isteyen ve bunun için elinden geleni ardına koymayan kapitalistlerimiz, ekonomik güçleri kadar da siyasi güçlerini yitirmişler, yaptırımcı bir erk olmaktan kaşla göz arasında uzaklaşmışlardı. Çünkü bu farklı evrilmede, çoğu haksız kazanca, yasadışı yollarla sağlanan kara paralara, rantsal gelirlere dayalı bir zenginleşme ile ikinci bir oligarşik yapı ortaya çıkmıştı. Bu oligarşik yapı, doymak bilmeyen bir açgözlülükle her şeye saldırıyor, başkalarına bir lokma bırakmayacak bir kindarlıkla ortalığı talanda kararlılığını göstermekten çekinmiyordu.

Yaşanan,  klasik “vahşi kapitalizm”in, kendi vahşice kuralları ile erkinin ve ekonomik gücünün elinden alınmasından başka bir şey değildi. Yeni oligark gruplarının arkasında din iman deyip durdukları halde ahlaki değerleri sıfırlanmış siyasiler vardı. Onlardan aldıkları destekle,  “Yağma Hasan’ın böreği!” diyerek önlerine konulmuş tepsilere saldırıyorlar, yağlarını dirseklerinden akıta akıta yiyorlardı.

Kapitalizm, vahşi kurallarını uygulayarak sömürüsünü perçinlemeye ve artırmaya çalışırken, karanlıkta uzanan daha vahşi bir el, tepsileri kaşla göz arasında onların önünden çekip çekip alıyordu. Ses çıkarana ise kırk katır ya da kırk satır vardı. Demokrasi filan deniyordu ama ortalıkta demokrasinin şeklen oynanan ortaoyunu bile yoktu; “Demokles’in kılıcı” vardı.

Ali Koç, Bülent Eczacıbaşı gibi ünlü işadamlarının, kapitalistlerimizin birbiri ardına konuşmaya başlamaları, farkına vardıkları işte bu feci durumdan ötürüdür. Artık ülke, öyle bir noktaya getirilmiştir ki, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olmak, onu yıkıp yok etmek, onun temel ilkeleri şöyle dursun maddi varlığına karşı olmak, büyük kitlelerin ortak tutumu olarak dayatılır olmuştur. Çökertilen “milli” eğitim, yurttaştan ümmete, yani geriye doğru evrilen bir toplumsal değişimin temelini oluşturmuştur. Giderek “cehalet mülkün temeli” haline gelmiş, Türk halkı kimliğinden sıyrılmış, kendine yabancı, yoz, yönsüz ve niteliksiz cahil yığınlara dönüşmüştür. Değerler alt üst olmuş, 21. Yüzyılın bilimiyle, tekniğiyle ve çağdaş olanaklarıyla donanması ve güzelleşmesi beklenen yaşam, ilkelliklerle ve vahşetle çekilmez bir hale getirilmiştir. Rahatça güdülebilir, güdülebildiği kadar da önyargılara kilitlenmiş olması nedeniyle kolayca kışkırtılabilen, küçücük şeylerden “Ya Allah bismillah! Allahüekber!” diyerek karşısına çıkanların üstüne yürüyebilen bir kara kalabalık meydana getirilmiştir. Bugün, bunların önemli bir bölümü, küçük maddi çıkarlarla tatmin edilerek, o eksen etrafında tutulmaya çalışılmaktadır.

Ortaya çıkan yeni oligarşik yapı ile cehaletle mücehhez(!) bu kalabalıklar; gözümüzde önemli bir ölçüde sempati, yerleşik bir kabule dayalı hemhal olmuşlukla baktığımız,  toplum olarak bu düzen içinde “bizim” diye algıladığımız kapitalistlerimizi bir var olma kavgasında, cumhuriyetçi, demokrat, devrimci, çağdaş, ilerici kesimin yanına doğru itmiş, onları zorunlu müttefik adayı kılmıştır.

Aslında, bizim kadim kapitalistlerimiz, yani burjuvazimiz, Türkiye denen denizin tüm balıklarının büyük çoğunluğunu güle oynaya mideye indiren, denizde hoş manzaralar yaparak bize yol arkadaşlığı yapan yunuslara benziyordu. Yadırgamıyor, balıkların çoğunu onların tükettiğini bile bile, güleç duruşlarıyla bize yansıyan mutluluklarını hayranlıkla izliyorduk. Şimdi ise, bu denizi köpekbalıkları sarmıştı ve bizim kadar onların da balıklarını doymazcasına mideye indirmeye başlamışlardı. Kendileri dışında hiç kimseye yaşam hakkı tanımayan bu canavarların denizi “kurutması”, bizim kadar “yunus”ların da korkusu haline gelmişti. Başlangıçtan bu yana hiçbir nasihatten anlamayan, hiçbir uyarıya kulak asmayan kapitalistlerimizin, durup dururken kapitalizmin insanlık için çare olamadığını söylemeye başlamalarını; bir anlamda daha insanca bölüşüme razı, daha akılcı ve mantıklı bir yolu hatırlamalarını işte bu musibete borçluyuz.

Kapitalizmde de –hatta en çok onda,!- temel ekonomik kural üretmektir. Üretecek ki, ortaya çıkan mal/artı değer ile sermayesine sermaye katabilsin! Orada sorun, üretilenin, üretenle/emekçiyle paylaşılmasındadır. Giderek bu, üretmeden kazanılanların yağmaya varan paylaşımlarla yeni bir oligarşinin doğmasına neden olmuştur.

Şaşılacak olan şey ise, bu yeni oligarşik dönemin ömrünün çok uzun süreceği sanısının günden güne daha geniş kesimlerce kabul görmesidir. Oysa, kapitalizm de, sosyalizm de; kısacası, tüm ekonomik ve toplumsal düzenler, üretilenin paylaşılma, işletilme ve kullanılma biçimleri üzerine kurulmuştur. Çünkü artı değer, üretim varsa ortaya çıkar. Üretmeyenin, nerede olursa olsun, uzun süreli olarak iktidarda kalması mümkün değildir. Bugünün oligarkı, üretime yönelik bir şey yapmamaktadır. Onun için geleceği elinde tutması olanaksızdır. Dönüp dolaşıp iş yine üreten bir ülkenin, üreten kapitalistleriyle, üreten emekçileri arasındaki çekişmeli dengeye oturacaktır.

İşte bu noktada şunu hatırlamak zorundayız: Ülkemiz üretimden düşmüştür. Tarımsal üretimi, hayvancılığı, vb. kendisine yıllar yılı yetmiş bu koca ülke, sapa samana muhtaç hale gelmiştir. Sanayide, onca özelleştirmeden yeni fabrikalara doğru bir dönüşüm olmamış, bunlar “kurtlar sofrası” haramilerince paramparça edilerek yutulmaktan öte bir işe yaramamıştır. Üretime dönük yeni fabrikalar, büyük ya da küçük işyerleri, artan nüfus oranında olsun artacakları yerde bunların birçoğu kapanmış, üretimden çekilmiş veya üretimini düşürme yoluna gitmiştir. Hemen hemen bütün alanlarda üretimsizlik ekonomimizin ve toplumsal yaşamımızın en büyük açığı olarak karşımıza dikilmiştir. Sürekli olarak “cari açık” vermemizin nedeni, üretmeyen, üretmediği için dışarıya doğru dürüst bir şey satamayan, satsa da dişe dokunmayan; bunun yanında habire ithalat yapıp onca gelirini dışa akıtan züğürt ama sefih, bitik/batık ama savurgan ekonomik politika uygulamasıdır.

İşte, yeni oligarşinin tıkanacağı yer burasıdır. Üretime önem vermeyen, türlü biçimlerle ortaya çıkardığı ve yağmaladığı rantlar ile bu çarkı çevirmeye çalışan bir anlayışın ilk sarsıntıda yerle bir olması kaçınılmazdır. 77 milyon nüfusu olan bir ülkenin, üretimsiz bir ekonomiye uzun süre dayanmasını beklemek safdilliktir.

Muhalefete kalkışacak olanların ise bunu görmesi ve üretim ile adil bölüşüme, hukukun üstün olduğu, kuralları belli, insanca ve uygarca yaşamaya gidecek, Türkiye’yi yeniden inşa edecek politikalar üretmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, muhalefetin üretimsizliğinin, ötekilerin üretimsizliğine payanda olduğu gözle görülür bir gerçektir.