Yeni güne sol taraftan kalkmalı!

Hilal Ataş

Blog: Serbest Kürsü

Türkiye, meydanlarda dinsel söylemlerin yarıştırıldığı, laiklik vurgusunun her alanda tarumar edildiği, oy dağılımı ve seçim barajı meselesinin neredeyse tek önemli siyasi gündem olarak sunulduğu, bir partiyi var edenin o partinin programı olduğu gerçeğinin yadsındığı bir “sandık sürecini” daha geride bıraktı. “Seçim sürecinin”, öznelere etki alanı dolayısıyla, bugün itibariyle geride kaldığını söyleyemiyoruz. Onun Türkiye siyasetine devrettiği ya da burada etkisizleştirdiği durumları önümüzdeki dönemde daha berrak bir şekilde göreceğiz.

Sürecin yüzünü net bir şekilde göstermemesi ayrı birşey, komünistlerin bu flu durumun ardını değerlendirme becerisi ayrı birşey. Bugünlerde siyasetin “dünyevi” alandan, el birliğiyle, uzaklaştırılmasının da etkisiyle, gözlerimize sihirli, kutsal bir gözlük takmış olduğumuzu düşünebilirsiniz; ama değil. Bulanıklığın, arkasına saklanmış olan karanlığı görmek için sosyalistlerin tarihsel birikimi yeterlidir ve o, büyüsel inanışları tümden reddeder. Bu reddiyeyi yaparken de “halkın değerleriyle ters düşme” gibi bir kaygı gütmez.

“Erdoğan kaybetti, AKP zayıfladı, herkes mutlu, yabancı basın bile bunu kabul ediyor, kazanılan başarıyı nasıl reddedersiniz?” diyor olabilirsiniz. Kısmen haklısınız. Ama sorulması gereken soru “işin içinde bir tuhaflık yok mu?” sorusudur. “Herkes mutlu” deniliyor örneğin. Bir ülkede, bunca hesapla yapılan bir seçimin sonucuna nasıl olur da “herkes” sevinebilir? Yahut soruyu başka biçimde soralım: “Sınıf siyasetini, öncelikli dayanak noktası olarak gören bir sosyalist, herkesin mutlu olmasından ne anlam çıkarmalıdır? Onun ilk derste öğrendiği şey, bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürüldüğü ve düzenin sürekli bir çelişki içinde olduğu gerçeği değil midir? Bir sınıfın kurtuluşunun, diğer sınıfın mutlak baskısından ayrı düşünülemeyeceğini söylemez miydi hep?”

Baştaki soruyu derinlemesine incelemeye devam edelim. AKP’nin bir proje partisi olduğu artık herkes tarafından dillendiriliyor. Bu partinin iktidara gelme süreci ve liderinin çıraklık, kalfalık, ustalık diye tanzim ettiği  “gelişim dönemleri” dikkate alındığında “AKP zayıfladı” ya da “AKP gidecek” söyleminin “bu proje bitmiştir” anlamına geldiğini de ifade etmek gerekiyor. Peşi sıra “ne vardı o projede?” sorusu geliyor akıllara. Bu proje, bizim İkinci Cumhuriyet diye tariflediğimiz, egemen sınıfların da “Yeni Türkiye” adını verdiği bir yeniden yapılanma süreci değil miydi? İçinde gericiliği, emperyalizmin taşeronluğunu, özelleştirmeleri, kadın düşmanlığını, ölümü ve derin sömürüyü barındıran bir yapılanma… Ama olmadı, projeleri milyonların öfkesine tosladı.

Haziran, AKP’nin en hayati damarını yaralamış, özgürlükçülük oyununa en ağır darbeyi indirmişti. Peki bu yeniden yapılanma süreci, o kadar emek çöpe mi atılacaktı? Önce AKP’nin ağır yaralarının pansumana ihtiyacı vardı, öyle de yaptılar. Açılan gedikleri sandık oyunlarıyla tıkamaya çalıştılar, bu arada halkın öfkesi belirsizleşir “sonrasına bakılırdı.” Geçen süre içinde hafıza operasyonları da yapmaları gerekecekti. Örneğin Haziran, ne istediğini unutmalıydı. “Bu memleket bizim” demişti ama şimdi kamuculuğun bir hayalden ibaret olduğuna inanması gerekiyordu, “Tayyip Amerika’ya imamının yanına” demişti ama laikliğin bu topraklarla uyuşmadığını anlaması lazımdı, “Hükümet istifa” demişti ama hükümetin mimarlarını sorgulamamalıydı, “Boyun eğme” demişti ama umutsuzluğun o kaçınılmaz dinginliğiyle örtmeliydi üstünü. Bu arada yeni bir proje için kollar sıvanabilirdi.

“Erdoğan’ın kaybetmesi” arzusuna bağlandı her şey, onu başkan yaptırmamaya… Haziran toplumu, mücadelesine yabancılaştırılıyordu. “Erdoğan’ı kim yarattı” sorusu sorulmuyordu artık, o “tanrılar” zaten hep var olacaktı, kaçış yok. Bari “bizlerin” arasından yapsalardı seçimini…

Bugün oy dağılımlarına bakıp sevinmek, burada bir zafer görmek unutkanlıktan başka nedir? Hem de öyle iki yıl öncesini unutmaktan değil, sandık öncesi Türkiye’yi unutmaktan söz ediyorum. Laikliğin esamesinin okunmadığı, her yerde eski AKP’lilerin karşımıza çıktığı, patronlara hoş görünme çabasının hiçbir özne tarafından gizlenmediği bir seçimin sonucunda kimin aldığı oy sevindirebilir ki bizi? Bir de unutkanlık, umutsuzluğun yol arkadaşı değil midir?

Unutmayanlar, hafızasını her gün tazeleyenler, boyun eğmeyenler her güne “solundan kalkanlardır”. Bu sebeple midir bilinmez, öfkeleri hep tazedir. Fakat hiç de sevmezler örgütlenmemiş hıncı. “Erdoğan’dan kurtulalım da…” dediğinizde size “sosyalizmden aşağısı kurtarmaz” diyeceklerdir. Umudun gözü pek koruyucusudurlar, razı olmazlar unutkanlığa…