‘Enerji Hanım’dan bol ışıklı gökdelenlere…

Hande Tunca

Blog: Serbest Kürsü

2013 senesinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Enerji Verimliliği Derneği’nin ortak bir projesi vardı, hatırlarsınız: “Enerji Hanım”. İşte o “Enerji Hanım”ın kamu spotu videosu son haftalarda metrobüslerde yeniden yoğun olarak yayımlanmaya başladı. Enerji Hanım bizlere diyor ki, “bulaşık ve çamaşır makinelerinizi tam dolmadan çalıştırmayın. Aman ha televizyonu kapattıktan sonra yanan o ufak kırmızı lambayı da unutmayın, onun harcadığı elektriği kesebilmek için hemen televizyonun düğmesine basın ki, enerjide tasarruf edelim.” Bir de bunu anlatırken kadın odalardan odalara geçiyor. Ev içindeki yolculuğunda, kâh çocuğunun elinden bardağı alıp bulaşık makinesini dolduruyor, kâh kocasının kumandanın düğmesine basıp da koltuktan kalkıp gitmesinden sonra televizyonun düğmesine basıp tasarruf ediyor. Ve diyor ki, “hem aileniz hem de Türkiye kazanır! Tasarruf bu kadar basit!”

Geçen sabah, metrobüste tıklım tıkış işe giderken, bu mesajı aldım. Sonra kendi durumumuza baktım. Metrobüste hepimiz sirkte çalışan cambazlar gibiyiz… İki elimiz otobüsün tavanına paralel geçen direkleri sıkı sıkı tutmuş, üzerimizde paltolar-çantalar, elimizde kolumuzda şirket bilgisayarları… Kendimizi dengede tutmaya çalışırken birbirimizi ittirip duruyor, hayatta kalmaya çalışıyoruz işte!  Yani metrobüslerde, otobüslerde, metrolarda birbirimize karşı hayatta kalmaya çalışıyor, ardından girdiğimiz “çok renkli” plazalarda, ofislerde birbirimize “hoş” görünmeye çalışıyor, patron karşısında yine birbirimizle “hayat mücadelesine” giriyor ve böylece bir git-gel içinde yuvarlanıp gidiyoruz.

Bunları düşünür ve tutunmaya çalışırken harcadığım efordan kaynaklı acılı bir ifadeyle bakınırken, metrobüs Mecidiyeköy’e geldi. Kapı açıldı, ağzını açan bir ejderha gibi, ateşten, öfkeden ve gecikmenin yarattığı kaygıdan ibaret insanları dışarıya çıkardı. O sırada etrafıma bakındım. Tam da “Enerji Hanım”ın üzerine, koskocaman gökdelenlerin etrafa yaydığı ışığı ve dolayısıyla harcadığı elektriği düşündüm. Her gün iki yöne doğru gidip geldiğim köprünün sanki 13 yaşında evlendirilmek zorunda kalmış kız çocuğu gibi süslenip püslendiği renkli ışıklarını düşündüm. Sonra, işe giderken kaçta çıkabileceğini bilmeyen biz ofis çalışanlarının o görkemin içerisinde ne kadar da silikleştiğini, bizim gözümüzü boyayan zengin görüntünün aslında bizim üzerimize basarak onlarca kat yükseldiği geldi aklıma. Daha fazla düşünmeye zamanım olmadı, çünkü tüm bu indi-bindi arasında, çalıştığım plazanın durağına geldim.

Öğlen yemek yerken arkadaşlarla ofiste -malum çok iş vardı, ofise söyledik yemeği-  ülkemiz insanının ne kadar da “bilinçsiz” olduğunu konuştuk. Sokaklar çok pis, insanlar ülkeyi ve tasarrufu hiç düşünmüyorlardı. Avrupa’da hiç böyle değildi mesela… Aramızdan birisi sonbaharda tatile gitmişti İspanya’ya -çok da seyahat etmişti zaten bu yaşına kadar- sokakta bir tane bile çöp görmemişti. Ama, bizde öyle miydi, “eğitimsizdik azizim, aldığımız eğitim yetersizdi. Zaten taşra üniversitelerinde alınan eğitime de eğitim mi diyorduk yani…”

Aklıma sabah gördüğüm kamu spotu geldi. Ondan bahsettim iş arkadaşlarıma. Dediler ki, “görgüsüzdük, lüzumsuzsa söndürülmeliydi elektrik lambaları, doğru bir kamu spotuydu bu. AKP evet laiklik karşıtı olabilirdi ama bazı şeyleri de doğruydu yani, lütfen bu kadar körü körüne tepki göstermemeliydim. Başarılı bir kamu spotuydu mesajı itibariyle.”

Tayyip’in kaçak sarayında aylık elektrik faturasının 700 bin TL dolaylarında olduğunu hatırladım bir anda ve öfkeyle bunu söyledim. Memlekette kaçak sarayın aylık elektrik faturasının büyüklüğünden, şu devasa, hepimizi yiyecekmiş gibi görünen gökdelenlerin, plazaların, AVM’lerin sadece süs amaçlı elektrik faturasının ne kadar olabileceğinden sözü açtım; devletimizin bizi bilinçlendirmek için televizyonumuzu kapattıktan sonra açık kalan lambasını kapatıp ülke ekonomimizi koruyabileceğimiz yönünde verdiği mesajın dalga geçmekten başka bir şey olmadığını söyledim.

Öncelikle bir sessizlik oldu, bu kadın da pek bir politikti. Sonra birisi onayladı, sessiz kaldı birileri. Sessiz kalanlardan çenesi titreyeninin AKP’li olduğunu anladık. Muhabbet açıldı oradan, kendimizi eleştirdik, biz de bazen hiç irdelemeden değerlendiriyorduk. Ama yine de tasarruf mesajının verilmemesi gerektiğini söyleyemezdi hiçbir kimse. Saraya gelince, evet elbette bunun önüne geçmeliydik falan filan diye konuşurken aramızdan birisi kalktı ayağa. Saat 13:00’ü geçmişti, çok iş vardı. Afiyet olsundu bize! O sırada patron girdi içeriye, şu sevkiyat ne olmuştu, eksik malzeme çıkmıştı koliden. Birden kendimizi yine çalan telefonlar, gelen mailler içerisinde bulduk.

Yaşıyoruz işte biz de! Bazen birbirimize karşı, bazen yaşam biçimimize karşı öfkeyle! Masada bana ilk destek çıkan arkadaşla göz göze geldik, güldük birbirimize. Kesin o da Haziran’da aktif olarak sokağa çıkanlardandı.