Bir sonraki durakta gericiliği indirir misiniz?

Hakan Erol

Blog: Serbest Kürsü

Güneş kendini henüz yeni yeni hissettiriyordu. Sıcaklığı insanın yüzüne, sabahın serin bir esintisiyle beraber çarpıyordu. Güzel, belki de son bir ayın en güzel havasını iliklerime değin hissediyordum. Çok erken kalkmak dışında, gözlerimi bu güzel havaya açmıştım, ‘’güzel bir gün olacak’’ diyordum içimden. Buna inanıyordum. Metrobüs çilesi dışında tabii...

Kadıköy’de, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde Edebiyat Günleri yapılacak, ‘’çürüme edebiyatının anatomisi’’ adı altında ilki 9 Mart’ta olmak üzere toplamda 4 oturumdan oluşan sunumlar silsilesi gerçekleştirilecek. Şubat ayında İzmir’de gerçekleştirilmişti, şimdi sıra İstanbul’da... Sonra da Adana ve Ankara Nazım Hikmet’te bu sunumlar yapılacak. Son dönemin belki de en önemli toplantıları gerçekleştirilecek. 

İşte bunun da sevinci vardı üzerimde, bu etkinliğin duyurusunu yapmak için çalışmaya katılacağım. Sabahın erken saatlerinde atlıyorum metrobüse... Gözlerimi ovuşturarak adım attığım metrobüste bağırış çağırışlar yükselip, bir uğultu halinde kulağıma doluyor. Ne olduğunu anlamaya çalışmak için çok kısa bir süre beklemem yetiyor. Olay tam önümde cereyan ediyor. Az ötemde bir kadın oturmuş, yanında ise pırıl pırıl bir genç. Çaprazlama saldırı altındalar. Oturanların arka çaprazında çember sakallı yaşı epey bir ilerlemiş bir adam, ön çaprazda ise yine tiplerinden anlaşılacağı üzere AKP Türkiyesinin tebaası olan iki kişi... Safları belirleyebilmek için çok beklemem gerekmedi anlaşılacağı üzere...

Genç kadın belli ki işine gidiyor. Hizmet sektöründe çalıştığı, giyim kuşamından anlaşılıyor. Genç delikanlı ise spora gidiyor olmalı; bir zamanlar futbola giderken benim de, aynı delikanlının elinde tuttuğu türden spor bir çantam vardı, oradan çıkarıyorum. Çaprazlama bağıranların sayısı iki, diğer uzun boylu olan olayı izliyor; tıpkı metrobüsteki diğer insanlar gibi!

Çocuğun üzerine o kadar gidilmiş ve uzun süredir gericilerin saldırısına uğradığı o kadar açıktı ki, bunu çocuğun o parıldayan, ama yorgun gözlerinden anlayabiliyordum. Hesap verir durumda, bu yobaz sürüsüne bir şeyler anlatmaya çabalıyordu. Tüm bunlar saniyeler içinde olup bitiyor. Gözüm kararıyor. Güneşin kendisini göstermesini, bana vuran ışığına sırtımı çevirip, önce çember sakallıya atlıyorum. Bir kadına böyle bağıramayacağını, sesini kesmesini söylüyorum. Metrobüs buz kesiyor. Çember sakallı yobaz da neye uğradığını şaşırıyor. Ağzında bir şeyler geveliyor, ‘’önüne dön, sus’’ derken, metrobüsten birkaç ses işitiyorum: Tamam, sakin!

Bir kere gözümün döndüğünü söylemiştim... Diğer tarafa doğru dönüyorum, bu sefer diğer yobaza, ‘’hayırdır, çocuğa neden bağırıyorsun’’ diye soruyorum. Boğazına bir şey takılmış gibi bağırarak, ama ‘’ben bağırmıyorum çocuğa’’ diyerek kendini savunuyor. Bana bile konuşurken bağırıyorsun diyorum, hala aynı ses tonuyla inkar etmenin derdinde...

Olayın aslı şu: Daha ilk durakta, herkes gibi, kadın ve delikanlı da koltuklarına geçiyorlar. Daha sonra ikinci durakta orta yaşlı türbanlı bir kadın biniyor.  Sonraki duraklarda da bu yobazlar... Çocuk, cam kenarında olduğu için kadını hiç görmüyor bile. Çocuğa, ‘’Bayanlara yer ver!’’ diye ilk başta çıkışıyorlar. Kadına bayan diye seslenenler, delikanlıya ’kadın savunuculuğu’ yapmaya kalkıyorlar, üzerine delikanlının yanında oturan kadına da bağırarak! Ne trajikomik ama... İkinci durakta binip kendisine yer verilmeyen kadın daha sonradan zaten ineceği yere geldiği için iniyor. Olay ise beş altı durak boyunca devam ediyor, işte bu seslerin ortasına denk geliyorum... Burada durum ‘’yer verip, vermemek’’ten çıkmış, bambaşka boyutlara evrilmişti. Anlayacağınız, mesele sıradan bir yer vermeyi çoktan aşmıştı. Bunun üzerinden kadın düşmanlığı, bir şeyleri zorla dayatma, müslüman mahallesinde... Ne ararsanız bulabilirdiniz!

Yobazla atışmaya devam ediyorum. Yanındaki uzun boylu olanı elini omzuma koyuyor. ‘’Sen karışma’’ diyor. Elini üzerimden çektiriyorum. Çocuğa iki saattir ahlak dersi vermeye kalkan, örf, adet ve geleneklerden dem vuran yobazın gözlerinin içine bakarak, ‘’ahlak bekçisi misin?’’ diye soruyorum. O sırada benimle beraber genç de atak davranıyor. Savunma pozisyonundan saldırıya geçiyor. Yanında oturan kadın da destek oluyor, anaçlığıyla çocuğa sahip çıkıp onu korurken, yobazlar neye uğradığını şaşırıyor. Bir ara arkadan çember sakallı bir şeyler mırıldanıyor, ‘’sen hala utanmadan konuşuyor musun’’ deyince susup önüne dönüyor. Utandığından değil, ne diyeceğini bilemediğinden yapıyor bunu. Utanma duygusu iyi insanlara ait bir özelliktir. İyi insanlar yanlış yaptıklarında utanır, sıkılırlar. İnsani bir duygunun belirtileridir. Ancak... Yobazlarda bulunmaz bu en insani duygu!

Mesele burada herhangi bir kahramanlık veya ramboluk filan değil. Bir komünistin yaşadığı apartmanı düşünelim. Kapıcısı işten çıkarılmış bu apartmanda komünist gözlerini yumabilir mi? Hiçbir şey olmamış gibi, o emekçiyle temas kurmadan yanından geçip gidebilir mi? Ya da üniversitede arkadaş topluluğunun içinde bir konu tartışılırken, mesela evrime küfürler edilip, gericiliğin tohumları diğer öğrencilere serpiştirilirken, bir komünist sessizce durabilir mi? İnsanlığa, emekçiye, kadına, sana, bana düşman olan bu gerici zihniyete karşı susulabilir mi? Bu örnekleri çoğaltabiliriz ve bu örneklerin birçoğunu yaşayan yoldaşarımı da tanıyorum, bu konuların hiçbirinde de sessiz kalmadılar! Mesele bir komünistin hayatın her alanında gericilikle, yobazlıkla, sermayeyle, kısacası bu düzenin iğrençlikleriyle, ta kendisiyle mücadele etmesidir!

Metrobüste susturduğumuz yobazların yüzleri, utançtan değil ama sinirden kıpkırmızıydı. O kırmızı suratlara, yüklendikleri çocuğun elini omzuma atması eşlik ediyor. ‘’Sağ olasın abi’’ diyor. Yüzünde ilk başta gördüğüm eziklik ve ne yapacağını bilemeyen tavırlar uçup gitmiş. Kendine olan güveni, dayanışmanın mutluluğu okunuyor. Yalnız olmadığını biliyor, bu memleketi yobaza, faşiste, gericiye bırakmayacağımızı da...