Hüznün soluşu

Gürkan Uzunpınar

Blog: Serbest Kürsü

Ne yalan söyleyeyim başlığı atarken sürekli aklımda hep aynı şarkının dizeleri dolanıyordu, yazı bitene kadar da muhtemelen sürekli bu parçayı dinlemiş olacağım. Neil Young’ın 79’ yılında çıkardığı Rust Never Sleeps albümündeki “Hey Hey, My My”ın meşhur dizeleri.

                Hey hey, my my
                Rock and Roll can never die
                . . .

                Out of the blue and into the black
                You pay for this, but they give you that
                And once you’re gone, you can’t come back
                When you’re out of the blue and into the black.

1870’li yıllarda Amerika’nın kuruluşundan yaklaşık yüzyıl geçmiş ve kontrolsüz endüstrileşme ile burjuvazinin yükselişi püritanlar ve mafyalar ile iyice kolaylaşmıştır. Burjuvazinin iyice yükselmesi ve inanılmaz bir sermaye birikiminin başlamasıyla da haliyle üreten sınıf ve hâlâ köle muamelesi gören siyahlara karşı iğrenç bir baskı da başlamıştır. İşin dahi kötü yanı da bu iki kesimin kesiştiği bir nokta var: Üreten sınıfın içerisindeki siyah insanlar.

Eyaletler Arası Savaş’dan yani nâm-ı diğer Amerikan İç Savaşı’ndan sonra köleler bir nevi özgürlüğe kavuşmuş, oy kullanma hakkı bile verilmişti. Fakat bu göz boyamalardan sonra köleler tekrar “Plantation” adı verilen çiftliklere geri döndürüldü. Nesiller boyu acı çeken bu kesimin tek çaresi çiftliklerde çapasını sallarken ağzından çıkacak birkaç acıklı cümle ve ardından gelen iç çekmelerle dolu acı homurdanmalardı. Bazı çiftliklerde bu bile yasaklanıyor, siyahi işçilerin başlarına birer eleman dikilip onları gözetlemesi için, herhangi bir ses çıkarmaması için ona işçilerden daha fazla para veriliyordu. Yani biraz genel düşünürsek Blues’un ve Rock müziğin tarihinin özellikle bu kesimlerin çektiği acıların melodisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha canlı ve benzeri bir örnek olarak Karayip Korsanları’nın üçüncü filmi olan Dünya’nın Sonu’nda korsanların Amerikan askerleri tarafından idam tahtasına götürülürken hep bir ağızdan söylediği ağıtı ve o anda Amerikan askerlerinin aniden şaşırıp susturmak isteyip de susturamamasını gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz. Ve eğer filmin kurgusunu biraz hatırlıyorsanız o ağıtın bir savaşın başlangıcı olduğunu da hatırlamışsınızdır.

Bir Afro-Amerikan olan John Henry, gerçekliği konusunda kesin bir bilgi olmaması nedeniyle bir “Halk Kahramanı” olarak adlandırılmaktadır. Virginia eyaletinin batısında 1870’ten 1873’e kadar yapımı süren “Big Bend Tüneli” açılırken patlayıcı yerleştirebilmek için işçilerin balyozlarla kayaları delmesi lazımdı. 1870’li yıllarda buharlı taş kırma makinesi yeni yeni Güney kısımlara gelmişti fakat sayısı kısıtlı olduğundan yine fiziksel güç lazımdı. Günün birinde ise John Henry çıkıp bu beyaz icadı taş kırma makinesi ile bir düelloya tutuşur. Kim gün içerisinde en çok taş kırarsa kazanan o olacaktır. Düello bittiğinde kazanan John Henry olmuştu fakat o kadar bitap düşmüştü ki iki günün sonunda yaşamını yitirdi. Bu halk efsanesi üreten siyahi kesim arasında çok büyük bir üne kavuştu ve bunun gibi birçok hikayenin ardılı oldu. Bu ve bunun gibi hikayeler ise emek, ter ve çekiçlerle yoğrulan bir türün doğuşunu hızlandırmış oldu.

Bu etkenlerle yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan tür adını “Hüzün” koydu. 16. yüzyılda çıkmış bir deyim olarak “The Blue Devils” melankoli veya depresyon anlamına gelmektedir.  Daha önemlisi ise “Having a fit of the blues” veya “Feeling blue”  bu dönemin ünlü deyimleridir ve iç savaştan sonra yukarıda anlatılan olayların etkileriyle üreten sınıf ve özellikle üreten siyahi kesim arasında çıkan deyimlerdir. Burada anlamlandırılmaya çalışılan hüzün ezilmekten, faşizmden, haksızlığa uğramaktan bıkmış bir kesimin sessiz çığlığıdır. Genelde Blues bu etkenlerin oluşturduğu hüzünden ve karamsarlıktan kurtulmak için bu kesimin en büyük aracı olmuştur. Yani günümüzde sanılanın aksine,  Blues başlı başına melankolik veya hüzünlü bir tür değil;, bu türü icra eden kesimin melankoli veya hüzünden kurtulma yoludur. Sebep olarak ise rahatlıkla bu duyguları hissetmeyen, bu kesimden gelmemiş bir apartman nesli Blues söyleyemez veya çalamaz diyebiliriz. Az ve öz Blues sanatçısı çıkmasının da yegâne sebebi budur.

Protest ve keskin bir sol temele dayalı Blues faşizan baskılara ve emek sömürüsüne karşı kültürel bir savaş başlatmış ve yıllar boyunca ayağını bastığı sağlam temellerden ötürü güncelliğini kesinlikle yitirmemiştir. Bunun yanı sıra, çıkacak olan yeni türlere de ön ayak olmuş hatta babalık yapmıştır. 60’lı yıllarda dünya artık yeni tınılar aramaktadır. Blues’un ortaya çıkışından sonra dünya I. ve II. Dünya Savaşları’na tanıklık etmiş, gerilim dolu bir Soğuk Savaş dönemini geçirmiş ve Kore Savaşı’yla toplum artık emperyalizmin savaş fanatikliğini kaldıramaz hale gelmişti. Tam bu noktada, başarısız geçen bir Rock’n Roll sürecinden sonra Country, Blues ve Folk gibi türlerden etkilerle kaya gibi bir tür ortaya çıktı. Rock müzik adını alan bir türde genelde gruplar direk “Rock Müzik” adı altında etiketlenmez, birçok alt türün geneline verilen isim olarak kabul edilir. Bu alt türlerden en önemlileri, çıktığı dönemde patlama yapan Psychedelic Rock, Hard Rock ve başarısız sürecinin ardından bu genel etiket altında yeniden bir canlanma safhasına giren Rock’n Roll’dur. Elvis Presley ve Chuck Berry gibi isimlerin sanatsal çerçevesinini oluşturduğu bu türün içeriksel çerçevesini ise savaşlar ve bu savaşların toplum üzerindeki büyük baskısı oluşturmuştur. 50’li yıllarda Rock’n Roll’un aniden çıkışı ve 60’lı yılların başında sönüşüyle beraber Rock müziğin bir alt dalı haline gelmesi arasındaki süreçte yaşanan Kore Savaşı dönemin ünlü barış kelebeklerinin Rock müziğe siyasal kimlik kazandırmakta yardımcı olmuştur. Daha bilinen ismiyle hippieler’in yada daha tanınan haliyle bisküvi gibi LSD tüketen orta sınıf gençlerin savaş karşıtlığını ve politik duruşunu temellendiren kişilerin başında şüphesiz Bob Dylan ve John Lennon gibi isimler gelmektedir. Beatles’dan ayrıldıktan sonra siyasi görüşlerini keskinleştiren Lennon, solo çalışmalarıyla, Dylan ise başından beri siyasi bir çerçeve içerisinde yazdığı eserleriyle Blues’dan gelen sınıfsal köklere sadık kalmıştır. Dylan ve Lennon’ın yanı sıra dönemin bir çok grubu ve sanatçısı aynı çizgiyi tutturmayı başarmıştır fakat dayandıkları politik kimliğin herhangi bir temeli olmayışı çöküşlerini sağlamış, hatta bu kimliğin tutturulamaması çok daha vahim bir duruma, yani bu dönemin kapitalizm tarafından oyuncak gibi oynanmasına sebep olmuştur.

Rock’n Roll’un ani patlaması ve ardından gelen Rock müzik silsilesi ile 60 kuşağı piyasayı hareketlendirmiş ve bu dönemlerde inanılmaz sayılarda albümler satılmıştır. Artık bir sermayeye dayandırılan Rock müzik bu noktadan sonra özellikle hippie kuşağının yanlış politik temellendirmesiyle kapitalizm tarafından sömürü noktası haline gelmiştir. İlk önce hippie kuşağının ardında bırakabileceği ideolojik süprüntüleri temizlemek için LSD ve diğer uyuşturucuların kullanımı açısından bir karalama kampanyası başlatılmış. Hatta bazı sanatçılar direk olarak cinayete kurban gitmiştir. Dünyanın çoğu yerinde ve özellikle Amerika’da hippieler artık birer “öcü” olmuştur. Bir yandan ideolojik temizlik devam ederken diğer yandan da piyasayı eline geçiren kapitalizm bu dönemin albümlerini ve yan ürünlerini peynir ekmek gibi satmaya başlamıştır. Artık piyasayı elde tutanlar 60 kuşağının klasik “meşrulaştır ve yeniden piyasaya sür” mantığıyla sömürülmesiyle yetinmemiş, artık bu noktadan sonra önüne gelen her türe bu mantığı dayatmış ve bu süreçten sonra çıkacak olan çoğu türü kapanına kıstırmıştır. İşin en kötü kısmı ise bu klasik kapital stratejinin Blues’a kadar gelmesiydi. Fakat Blues’un dayandığı kapı gibi temeller bu stratejiye karşı oldukça dayanıklıydı ve bu strateji sadece Blues’un birkaç ufak mecrasında kendini gösterebildi. Bu stratejinin günümüzde diğer türlerde nasıl başarıya ulaştığını sokağa çıktığınızda rahatlıkla farkedebilirsiniz. Pink Floyd albümünü eline aldığında “Of bu kafada ben olsam ben de böyle müzik yapardım be.” cümlesine kadar karanlığa boğulmuş bir dinleyici kitlesiyle karşılaşmanız bugün malesef mümkün.

Faşist baskının, sınıfsal sorunların ve sömürünün hüznünden kurtulma çabasıyla kurulan Blues artık günümüz toplumunun hüzün algısı değiştirilerek yıllardır farklı mecralara çekilmeye çalışılmaktadır. Toplumsal bir müzik tarzı olan Blues, her kültürel ve sanatsal mecrada olduğu gibi bireyselleştirilmeye çalıştırılmakta ve zamanında toplumların yaşadığı baskıcılıktan doğan hüzün  artık insanların kendilerinin yaptığı bireysel bir hataymış gibi gösterilmeye çalışılıyor, günümüzde Türkiye’de bile köklerinin Blues ve Rock’a dayandığını iddia eden ve varoluşsal bir hüzün algısı üzerinden dem vurarak piyasa döndüren gruplar kurulmakta. Çiftçi kölelerin yaşadığı baskılardan kurtulmanın melodisi, John Henry efsanesinin bir nesilde yeşerttiği umudun tınıları birileri tarafından soldurulmak isteniyor. Bu meşrulaştırma stratejisinin yanında daha yeni ve tehlikeli bir B planı da yatıyor. Senden ileride duranı tut yakasından geriye at! Bugün sokakta birisini durdursanız ve “Her ne kadar saygı duyduğumuz ve sevdiğimiz bir tür olsa da artık yöresel müzikler günümüzde bu koşullar altında gericiliği yansıtıyor.” deseniz ve o anda üzerinizde Stevie Ray Vaughan’ın fötr şapkası ve gitarıyla verdiği klasik pozunun bir tişörtü olsa size gelecek cevap da “E o adamlar da 30-40 yıl önce bitirdi bu işleri sen niye onu dinliyorsun?” gibi bir cevap olur. Burada kaçırılan bir nokta var. Folklorik ögeler ile temellendirilen bir müziğin yüzyıllar boyu kalıcı olması çok zordur. Bir dombıra kalmıştı taa çok eskilerden, o da madara oldu mâlum. Folklorik ögeler ile temellendirilen bir müziğin kalıcı, protest ve etkili olamayacağının yanı sıra şöyle de bir gerçek var: Kökenleri işçi sınıfına, faşizm karşıtlığına ve karanlık karşıtlığına dayanan bir tür olan Blues sosyalist bir dünya kurulana kadar güncelliğini yitirmeyecektir. Karanlığa boğulmaya çalışılan Blues, Rock ve bu türlerin türevlerinin sanatçıları, grupları ve dinleyici kitlesi çok uzun zaman önce başlayan ve hala devam eden bu karalama kampanyasına, meşrulaştırıp tekrar tekrar piyasaya sürme stratejisine boyun eğmeyecektir.  Bundan yıllar öncesinde, Rock müzik daha yeni kavrulurken öngörü yeteneğine hayran olduğum Neil Young’ın dizelerini son bir kez daha hatırlayalım:

    Hey hey, my my
                Rock and Roll can never die
                . . .

                Out of the blue and into the black
                You pay for this, but they give you that
                And once you’re gone, you can’t come back
                When you’re out of the blue and into the black.