Güle güle Kutu

Gonca Tokyol

Blog: Serbest Kürsü

Kimsenin olmasını beklemediği bir yerde; önden üç, arkadan beş katlı bir bina. Önünde boylu boyunca uzanan merdivenler, hava güzelse basamaklarında birilerinin oturduğu, muhabbetin bir türlü bitmediği, bir süre sonra "iş geciktirmenin vicdan azabı"yla sohbetin tadı arasında kalanların yukarı çıkıp da bilgisayarlarıyla geri döndüğü upuzun basamaklar.

Haber için aradığımız kişilerden cevap beklediğimiz, pek de yolunda gitmeyen ilişkilerimizin anatomisini yaptığımız, hemen ilerideki minibüse yürümeden önce "bozuk parası olan var mı" diye sorduğumuz merdivenlerin asıl sahipleri ise kediler. Binaya girerken karşımıza dikilen, kabarık tüyleri ve ben sizin gibileri çok gördüm bakışıyla insanı kendisine hayran bırakan İnti. Hakkında en merak ettiğimiz soru, "yine mi hamile bu" olan Fındık. "Beni sev, beni sev, beni sev, sen de sev, o da sevsin, çok sevsin" sırnaşıklığındaki Kutu. Ve diğerleri...

Çetenin içinden bizi ilk bulan İnti'ydi. Mutfak zaten onundu, biz utanmadan gelip yerleşmiştik ve tabii ki bu hadsizliğimiz bedelini koltuklarımızı İnti'nin keyfine sunarak ödemeliydik. En büyük zevklerinden biri kafasını kitaplara yaslayarak merdivenlerde uyumak olan Fındık geldiğindeyse sonu gelmeyecek bir yavru kedi cennetinin içinde hapsolmuştuk bile. Elebaşlarının en sonuncusu olan Kutu'ysa, çevrede yarattığımız "bunlar kedilerle ilgileniyorlar" algısının üzerine geldi. Karnında daha alınmamış dikişleri, kısırlaştırmanın getirdiği halsizliği ve pantolon paçasından çanta sapına uzanan bir skaladaki her şeye sürtünerek kendisini sevdirme becerisiyle birlikte, bir kutunun içinde...

Her fırsatta mutfağın yolunu tutmaları, çamurlu patileriyle koltuklara gömülmeleri ya da binanın içinde kaybolup da tuvalete yetişememeleri sebebiyle Cemile Abla'yı çıldırtan bu çeteden ayrılışımız, günlük gazetenin kapanışını takip eden yer değişikliği yüzünden oldu. Mahallenin yerlisi sayılan İnti'yle Fındık'a emanet ettik merdivenleri ve Kutu'yu yeni bir kutuya koyup Kadıköy'e getirdik.

Kutu'nun Kadıköy günleri, Validebağ Korusu'na varan ufak bir turun dışında oldukça durağan geçti. Yerken şarkılar söylediği tavuklardan kapmak için az az sosyalleşse de, karnı doyduğunda kendini sevdirmek için bizden birilerini buluveriyordu. Alt katta pencerelerin içinde, merdivenlerin en üzerine basılacak basamaklarında, odalardan birinde bir çantanın üzerinde ve çoğu zaman da Sinem'in yanındaydı Kutu. Başkaları çağırınca pek gitmeyen ama dergi ekibinden birileri seslenince uçarak gelen, burnu mantarlı, tekir bir soL üyesi.

Portalı, günlük gazetesi ve şimdi de haftalık dergisiyle soL ailesinin arasına katılan bir sürü kişi oldu. Her zaman birlikte olamasak ya da artık aynı odada, aynı binada çalışmasak da şimdiye kadar hiç kimseye güle güle dememiştik. Bazen her şeyin tıkırında gittiği, bazense hiçbir şeyin yolunda gitmemesi için birilerinin bizimle oyun oynadığını düşündüğümüz zamanlar oldu, ama hepsinin üstesinden her gün biraz daha büyüyen bir aile olarak geldik.

Bugün ilk defa ailemizden birilerine güle güle deme günü. Bir süredir hasta olan, hasta olduğunu bizlere çaktırmamak için canı dışarıda oynamak istemiyormuş taklidi yapan Kutu'yu kaybettik. Dün, kaldığı veterinerde bütün keyifsizliğine rağmen adını duyunca kafasını kaldırdığını duyunca birbirimize bakıp gülümsemiştik, bugün seslendiğimizde kimse gelmeyince birbirimize bakıp sadece durduk.

Güle güle Kutu...

 


Gazetenin son gününde, yolculuk hazırlıklarını kucaklarda tamamlayan Kutu.