'Yarı-Devrim'in düşündürdükleri

Galip Munzam

Blog: Serbest Kürsü

Türkiye’de ve bölgede kartlar yeniden karılıyor. Kartların yeniden karıldığı dönemler ister istemez mücadelelerin ve o mücadelelere eşlik eden tartışmaların yoğunlaştığı dönemlerdir.

Peki biz ne tartışıyoruz? Bu sorunun belli bir mesafeden verilen yanıtı şudur: Paradigma değişiyor ve şu anda değişimin yönüdür esas tartışma konusu olan.

Bu tartışmalara dair benim takip edebildiğim kadarıyla en iddialı katkılardan biri Yalçın Küçük’ten geldi. Şaşırtıcı olmasa gerek... Düşünüp de söyleyemediklerini Yalçın Hoca’nın ağzına tıkıştırmaya çalışan yarı-devrimcilerin çocukça heyecanını, liberal solun yeni güllabicilerini bir kenara bırakalım.

Ne demişti Yalçın Küçük?

Yalçın Küçük, iddialı üslubu ve çokça kullandığı ifade ile “çubuk bükerek” “7 Haziran yarı devrimdir” demiş ve eklemişti “7 Haziran, pasifist ve devrim olması açısından 1908’e benzeyen üçüncü bir meşruti dönemin açılışıdır.”

Güzel, bu “tezi” bir başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. O halde başlayalım.

Öncelikle yarı-devrim kavramına değinelim. Küçük, bu kavramı ilk kez kullanmamaktadır. Kavram, Hoca’nın yayımlanmış son çalışması olan Çıkış’ın birinci kitabının hemen girişinde formüle edilmişti.

Küçük, Tocqueville’in Eski Rejim ve Devrim kitabında Fransız Devrimi için “elle était déja demi faite” (yarı yarıya yapılmıştı) dediğini söyleyip Türkiye’deki karşı-devrimci yığınağın büyük bölümünün Tayyip Erdoğan öncesinde oluşturulduğuna dikkati çekiyor ve ekliyordu: “Cahiliye darbesi” AKP’nin işi değildir, Erdoğan sadece bir vesiledir. Şunu kabul etmek gerekir ki, bu tespit Türkiye’de AKP’yi anlamak ve AKP’nin tarihsiz bir özne olmadığını kavramak, karşı-devrimin köklerini analiz etmek için önemli bir başlangıç noktası olabilir. Adlı adınca rejim değişikliğini hayata geçirmiş bir öznenin tarihsel rolünü azımsama tehlikesine rağmen...

Ancak Yalçın Küçük, yarı-devrim kavramını aynı kaynağa referansla bu kez pozitif içerikle, 7 Haziran’ı tanımlamak için kullanmaktadır.

Bu noktada uzun bir tartışmaya yer olmasa da bir düzeltme zorunlu görünüyor: Tocqueville’in Fransız Devrimi için tam olarak bunu demediğini, devrim için Avrupa’nın en uygun koşullarının Fransa’da olduğunu söylediğini belirtmeliyiz.[1] Bunu gerekirse daha uzun tartışmak üzere şimdilik geçelim ve Türkiye’nin son yirmi yılında iki momenti aynı anda tanımlamak için kullanılabilen bir anahtar kavram olarak yarı-devrime gelelim.

Bu kavram abartılı mıdır? Şimdilik, bu soru ile ilgilenmiyoruz. Yalçın Küçük’ün bir zamanlar (sanıyorum İsyan’ın birinci cildindeydi) yaptığı “devrim” sözcüğünün uluorta kullanılmasındaki enflasyonun “çöküşün bir sendromu” olduğu yönündeki saptamasını da bir kenara bırakıyoruz.

Yarı-devrim kavramının anlaşılabilmesi için, bunların dışında, kavramın kullanıldığı bağlam dışında çağrıştırdığı bir dizi soru yanıtlanmak zorundadır.

Yanıtlanması gereken sorulardan ilki, yarı-devrim kavramının bir oksimoron, yani birbirini çelen iki ifadenin yan yana kullanımı olup olmadığıdır.

Yarı-devrim, bir oksimoron, imkansız bir kavramdır. Küçük’ün tanımlayacağı biçimde ifade edecek olursak, futile’dir, boştur. Nasıl biraz gebe olunmazsa, devrimin yarı olması da aslında mümkün değildir. Zira devrim, yarımsa varlığından söz edilemez. Bu nedenledir ki, örneğin Trotskiy, defaten yarı-devrimleri “tarihte bir çok kez muzaffer bir karşı devrimin kalkış noktası” olarak tarif etmektedir. Sık sık örnek verildiği üzere, İran Devrimi, bir yarı-devrimdir ve neticeleri ortadadır. Benzer şekilde Fransız Devrimi’nin önderlerinden Saint-Just devrim yıllarında kendisi dahil tüm Jakobelerin kaderiyle ispatlanan şu veciz sözü sarfetmektedir: “Yarım devrim yapanlar, kendi mezarlarını kazarlar.”

Yarı-devrim kavramının açıklayıcı gücü nedir? Bu kavram bize neyi anlatmaktadır? Bu da yanıtlanması gereken bir diğer sorudur.

Yarı-devrim kavramı mutlak olarak totolojiktir ve mütemadiyen kullanıcısını haklı çıkaran bir kavramdır. Ne demek istiyoruz? Diyelim ki, bir olay yarı-devrim olarak adlandırıldı. Bu olayı devrimci bir süreç takip ettiğinde, tezin sahibi haklı çıkacak, yarı-devrim tamamına ermiş olacaktır. Ancak olur da bir geri düşüş gerçekleşirse, yarı-devrimin kendiliğinden önerdiği gelişmelerden bir diğeri yaşanmış olacak ve bu kavram üzerine analiz bina eden kişi yine doğrulanacaktır. Olan biteni yarı-devrim kavramı ile açıklamanın, bir tünele yukarıdan bakan bir gözlemcinin “bu tünele giren bir araç tünelin ya bir ucundan ya da diğer ucundan çıkabilir” demesinden pek bir farkı yoktur. Tarihsel açıdan bakıldığında ise, yukarıda belirttiğimiz üzere, aracın tünelin beklenmeyen ucundan çıkması daha muhtemeldir. Velhasıl, bu kavramın açıklayıcı kapasitesi son derece sınırlıdır.

Son genel soru yarı-devrimin politik önermesine ilişkin olabilir: Yarı-devrimin beraberinde getirdiği strateji nedir?

Yarı-devrim kavramının politik önermesi ve hedefi, aslında bir hayli tanıdıktır ve bu hedef yarı-devrimin tamamlanmasından başka bir şey değildir. Strateji, bu “tamamlanma” sorunu etrafında inşa edilir. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, bu kavramın politikaya tercümesi aşamacılıktır, yanında gelen “hediye” ise, genellikle geri bir program, işçi sınıfının, sınıf siyaseti yapanların bir dönem için başka gömlekler giyerek devrimi tamamlamaya girişmesi olmaktadır. Aşamacılığın her versiyonunda olduğu gibi bunda da siyasi ufuk, “eski rejimin” kalıntılarının süpürülmesi ve zaman zaman tamiri ile sınırlıdır.

Bu üç sorunun yanıtını kısaca verdiğimize göre şimdi kavramın kullanıldığı bağlama gelebiliriz. Burada da sorularla ilerleyelim.

Sorulabilecek meşru bir soru, “7 Haziran Devrimi”nin neyi devirdiğine ilişkindir. Devrimse, yarım veya değil, bir şeyi devirmiş, en azından “devireyazmış” olmalıdır.

Burada bir devrim tanımına ihtiyacımız var. Tanım kümemizi marksizme daraltabilir miyiz?

Son kitabında Küçük, “Marksist miyim? Aynı anlama gelmek üzere materyalist miyim?” diye soruyor ve ardından Marx’ın işaret ettiği gibi öz ve biçim arasındaki ayrımı çalışmalarında yöntemsel bir başlangıç noktası yaptığının altını çiziyor ve buna dair örnekler gösteriyor, başka bir deyişle sorduğu soruları “evet” olarak yanıtlıyordu.

Madem marksizm içi bir tartışma yapıyoruz, “devrim”i tanımlarken marksizme sadık kalmak durumundayız. Bizim anladığımız anlamıyla devrim, köklü toplumsal dönüşümlerin tarihsel mekanizmasıdır. Mutlaka bir sınıf karakteri vardır. Daha “teknik” ifade edecek olursak devrim, bir üretim biçiminden diğerine geçişi sağlayan kopuşlara verilen isimdir.

Günümüz Türkiyesi'nde böyle bir durum var mıdır? Siyasi iktidarın sınıf karakterinde bir değişim söz konusu mudur? Eğer yoksa, marksizm açısından tartışma kapıları kapanmıştır. İşte burada, Yalçın Küçük’ün 2000’lerin başında söylemiş olduğu “devrim sözcüğünün ayağa düşmesi bir çöküş delaletidir” mealli cümleye dönebiliriz. Hangi çöküşe delalettir sorusunu şimdilik geçiyor, bir sonraki yazıya bırakıyoruz.  

Diyelim ki “yarı-devrim” kavramında siyasi vurguyu artırmak üzere yapılmış bir mübalağa var. Ülkede köklü bir siyasal dönüşümün gerçekleştiği, en azından bu doğrultuda önemli bir adım atıldığı anlatılıyor. O halde “bu köklü dönüşümün niteliği nedir?” sorusu da bir başka meşru sorudur.

Denilebilir ki Erdoğan’ın hareket kabiliyeti sınırlanmış, hatta teorik olarak bitmiş olan Erdoğan dönemi fiilen kapanmıştır. Bunlar meselenin bir boyutunun ancak yarısını ifade eden gözlemlerdir. Buna daha sonra geleceğiz. Ancak bu noktada asıl söylemek istediğimiz şudur:

Yalçın Küçük, kendisi dahil cümle solcuyu seçim heyecanı ve helecanı kaplamadan evvel, çok değil Ocak ayında ilk baskısı yapılan Çıkış kitabında ve özellikle Odatv’de yazdığı yazılarda neler söylemişti?

Küçük, Türkiye’de “Tüsiad, oligarşi, Doğan matbuatının” yürekten desteklediği “Obama Doktrini” dediği ABD politikası icabı Tayyip’in kesin olarak bittiğini ilan etmemiş miydi?

Yine “Obama Doktrini” dediği emperyalist politikanın Türkiye dahil bölgede “Kürtlere yeni roller biçtiği, Kürt rengine yeni kapılar açtığını” söyleyen Küçük değil miydi?

Türkiye’de “Kürt Siyasi Hareketi’nden bir “Türkiye Partisi” çıkartmanın Obama Doktrini’nin asli unsurlarından biri haline geldiğini kendisi söylemiyor muydu?

Siyasal alan yeniden yapılanırken AKP için de CHP-DP ilişkisine benzer şekilde bir “le retour”/dönüş partisinin inşa edilmekte olduğu imasını Küçük’ten okuduğumuzu hatırlarken hafızamız mı bizi yanıltıyor?

Seçimlerin sonunun geldiğini, partilerin benzeştiğini ve de facto tek parti halinin yaşandığını, Türkiye’de serbest seçim yapılamayacağını ilan eden, seçimleri oligarşinin kontrol ettiğini söyleyen Yalçın Küçük değil de bir başkası mıydı?

Not aldığımız şu cümleler kime aitti? “Cehepe-mehepe, hâlâ akepe’dedirler. Cehepe-mehepe-Sözcü-Gülen Hareketi, sadece, Erdoğan’a ve sarayına karşı oldular. Saraylar ve yolsuzluklar dışında gözleri kördür, akepe’ye hiçbir muhalefetlerini görmüyoruz ve bu nedenle de ilk ikisini artık parti bile saymıyoruz.”

Yalçın Küçük’ün Ertuğrul Kürkçü veya Altan Tan için yazdıklarını buraya aktarmıyorum. Merak edenler kitaba bakabilir…

Burada sıralananların doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmıyorum. Bu öngörü ve tespitlerde bulunmuş bir kişinin “7 Haziran devrimdir”, “Mutlak ve yıkılması pek uzak görünen bir iktidar birden felç olmuş haldedir” “Kürtler örs, Türkler çekiç oldu” diyen kişi ile aynı olmasındaki, en hafif tabirle, tuhaflığa dikkat çekmek istiyorum.

Aradan geçen birkaç ayda buharlaşıveren Obama, oligarşi, Doğan matbuatı, TÜSİAD’ın nereye gittiği sorusunun anlamlı olduğunu düşünüyor; en azından fikr-i takip amacıyla buharlaşanların izini sürmenin gerekliliğinin altını çiziyorum?

Ocak ayında Erdoğan’la ortaklık kurarak Kürdistan’ı faşizme teslim ettiği ilan edilen “Apo” ile “kardaşlığı” yeniden keşfedilen “Öcalan” arasındaki mesafeyi sorgulamanın siyasi olarak anlamı var mı emin değilim ancak kişisel olarak bir açıklama aradığımı söylemeden geçemem.

Bu noktada ne mi yapmalı?

Sanıyorum bu durumda yapılacak en iyi şey Yalçın Küçük’e, Çıkış çalışmasında bahsettiği “somut bakma bataklığı”nı ve çizdiği Perinçek portesini hatırlatmaktır.

Hoca’yı ciddiyete davet ederken kendisinin Perinçek’e ilişkin düştüğü o küçük notu buraya aktaralım:  

“Perinçek’in ele aldığı her politikaya, her tarafından dalma eğilimi var (...). Her politika veya ‘çözüm’ ile hummalı bir aşk yaşadığını teşhis edebiliyoruz. Peki, iyi mi kötü mü, vuslatı olmayan hummalı aşkları birbirini izliyor; yalnız pek çabuk unutabildiği için sağlığına bir zarar gelmediğini anlıyoruz. Sevincimizdir.”  

Sevincimize bir virgül koyalım ve "Türkiye’de olan yarı-devrim değilse nedir" sorusunun yanıtını aramayı başka bir yazıya bırakalım. Yaratılmaya çalışılan iğdişler saltanatını, belleksiz tebaayı ve iktidarsız solu inceleyeceğimiz bir sonraki yazımıza...


[1] Tocqueville, Michelet’nin tersine olumsuz ve kötüleşen iktisadi/politik/sosyal koşullardan ötürü değil, bunların kıta Avrupası’nın geri kalanına nazaran daha olumlu olması dolayısıyla Fransa’da devrimci sürecin sonuç alıcı olduğunu iddia eder.