Devuşkin öldü, Falstaff'ı biz öldürmeliyiz

Galip Munzam

Blog: Serbest Kürsü

Neoliberalizm, kapitalizmin geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde yürüttüğü, örgütlü saldırıya verilen isim. Neoliberalizm, bir sınıfsal saldırı programı olarak planlandı, yürürlüğe kondu, bugün ulaştığı sınırlarına kadar "başarıyla" sürdürüldü. Arkasında başta Chicago Üniversitesi olmak üzere üniversiteler, düşünce kuruluşları, araştırma merkezleri, istihbarat örgütleri, medya kuruluşları, ordular ama hepsinden önemlisi bunların tamamının iplerini elinde tutan tekeller var.

Kapitalizmin neoliberal saldırısı, tüm dünyada emekçilerin üzerine çökerken kısaca TINA ("There is no alternative") denilen temel bir söyleme, ideolojiye dayanıyordu: Başka alternatif yok. Türkçe kısaltmasıyla BAY.

Kapitalizmden başka yol yoktu.

Sovyetler Birliği'nde karşı devrimin başarıya ulaşması ile bu argüman güçlendi. Kapitalizmden başka seçenek yoktu, tarihin, büyük anlatıların sonuydu. BAY'la birlikte proletaryaya da onun diktatörlüğüne de "bay bay" demenin vakti gelmişti.

Büyük gericilik dönemi bu şekilde açıldı. Hızla yol aldı.

Sol, bu sürece ideolojik olarak o kadar zayıf ve silahsızlanmış olarak girdi ki gericilik döneminin tezlerine teşne olmaktan başka bir şey yapamadı. Reel sosyalizme edilen küfürleri "Moskova'nın yükü nihayet omuzlarımızdan kalkıyor" diye alkışladı.

Egemen sınıf, planlamaya, kamu mülkiyetine saldırdıkça sol tezahürat yaptı. İşsizliğin olmadığı bir ekonomik yapı rekabet olmadığı için verimsizleşiyordu, işletmeler devletin çiftliğine dönüyordu. Devlet neden çorap üretsindi?

"Hür Dünya", diktatörlükle suçladıkça solu, sol, kendisine uzatılan demokrasi kavramına sarıldı.

Kapitalizm son yirmi senede, tüm dünya tarihini yeniden yazarken, insanlığın kolektif belleğini yeniden inşa ederken çekirdek çitleyip olan biteni dirsekleri ile birbirini dürtüp "bak bak ne olmuş" fısıldaşmaları ile izledi sol.

Enternasyonal'in yerini John Lennon'dan Imagine, Dünyayı Sarsan On Gün'ün yerini Gulag Takımadaları aldı.

Ne Yapmalı çöpe atıldı, Lenin'i ilk planda kapı dışına koyamayanlar yastıklarının altına Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı'nı bir de Sol Komünizm'i iliştirdiler. Stalin resimleri indi, duvarda çerçeve iz bırakmıştı. Tüm duvarı boyamak da kolay iş değildi… Eh onu kapatmak için Gramsci'nin bir portresini bulup iliştirdiler oraya. Onu da ters astılar.

Yarım yüzyıla yakındır insanlık bu gericilik içinde debeleniyor. Görünen o ki solun da kapitalizme olan aşkı depreştikçe depreşiyor. Öyle bir karanlık içinde kalındı ki bu karanlıktan çıkışı örgütlemesi gerekenler bile aydınlıktan korkar hale gelmiş durumdalar.

Demek ki "solcu" dediğimiz kişi de evrimleşti bu süre boyunca. Karanlığa uyum kapasitesi çok yüksek bir canlı türüne dönüştü. Karanlık içindeki koşulların değişimine uyum sağlamayı meziyet kabul eden bir canlı tipine.

Yalçın Küçük 1980'lerin başında Dostoyevski'nin İnsancıklar romanındaki Makar Devuşkin'e benzetmişti soldaki hakim tipolojiyi. Devuşkin, şirin, aşkının peşinden giden ama tembel, tembel olduğu için ahmaklaşan, aşkında şiddet, ilgisinde tenkit olmayan, özgüven yoksunu bir kişiydi. Yalnızlıktan ölesiye korkuyordu. Yalnız kalmaktansa kendisini öldürmeye razıydı.

Aradan geçen sürede neredeyiz?

Herhalde şu şekilde özetlenebilir: Devuşkin öldü ve Falstaff'la baş başayız.

Sör John Falstaff, Shakespeare'in bir kaç oyununda karşımıza çıkar. Falstaff, zamanının çoğunu müdavimi olduğu bir handa içmeye ve kendini övmeye ayıran, istediğinde girişken olabilen ancak bu huyunu hayatını kurnazlıkla, kestirme yollarla ve üçkağıtçılıkla sürdürmek için kullanan, korkak diyemeyeceğimiz ama cesaretini korkak görüntüsünün arkasına gizlemeyi tercih eden, yeri geldiğinde gözünü kırpmadan yalana sarılıveren, haysiyet ve onur gibi kavramlara kıymet vermeyen, bunları eski kafalılık, işbilmezlik olarak gören, başkasının sırtından geçinmekle maruf asalak bir tiptir. Falstaff'ın esprilerine ve cinaslarına diyecek yoktur. Yoktur da bir meseleyi enine boyuna tartışabildiğini ise gören olmamıştır.

Sol, kusura bakılmasın, Devuşkin'den yalnızlık korkusunu alıp giderek Falstaff'a dönüşmüştür.

Çok cahil birer Falstaff'a…

Öyle kesif bir cehalet ki sınırlarını belirlemek mümkün değil. Birbirine tutulan iki ayna gibi iç içe geçen sonsuz yansıması mevcut. Hepsi birbirinin aynıdır. Hepsinde gittikçe ufalan bir Ertuğrul Kürkçü olduğunu görebiliyoruz.

Cehalet derken kimsenin okuyup yazmışlığına ettiğimiz bir laf yok. Haşa... Meseleyi açıklığa kavuşturmak için tarihimizin en büyük aydınlarından Şemsettin Sami'nin 1901 yılında yayımladığı Kâmûs-ı Türkî'nin (Türkçe Sözlük) 169. sayfasındaki "ümmî" maddesindeki bir nota bakmak lazım:

"Ümmî" ve "câhil" arasında çok fark vardır: Ümmî yalnız okuyup yazmak bilmeyendir. Câhil ise velev biraz okuyup yazma bilse bile bir şey bilmeyen nâdândır. Her ümmî, câhil değildir; anadan kör doğmuş nice zevat geçmiştir ki bi't-tab okuyup yazmaktan mahrûm oldukları halde, ekser-i ulûm ve fünûnda e'imme sırasına geçmişlerdir.

Demek ki cehaletin okuyup yazmakla bir ilgisi yok. Daha doğrusu cahilin tanım gereği "biraz okumuş" olması gerekiyor.

Ne demek istediğimi anlatmak için Yunanistan'daki referandum tartışmalarına bakalım… Meseleye evet ve hayırın küçük penceresinden bakan herkes Avrupa'yı kurtarmaktan dem vuruyor. Öncelikli görevimiz bu! Hadi, evetçiler bizi pek ilgilendirmiyor da hayır cephesinde bunu dillendiren kimler yok ki?

Avrupa'yı kurtarmak... Kimse "Avrupa'yı niçin ve neden kurtarıyoruz" diye sormuyor. Onu geçiyorum daha meşru bir soru olan şu dahi sorulmuyor: AB'nin dağılması, Euro'nun çökmesi neden Avrupa'nın çöküşü anlamına geliyor?

Cehalet, tam da burada bu soruları soramamak oluyor. Kendisini kalabalıklar arasına atmak tutkusuyla yanıp tutuşanlar, başkasının sırtına binerek ilerlemeyi meziyet sananlar, kurnazlık ve üçkağıtçılığı siyasi yetkinlik olarak görenler bildiklerini unutuyor, unuttukları oranda cahilleşiyor.

Cahiller ama ümmi değiller.

Yoksa bugün "Avrupa'yı kurtarmak"tan dem vuranların yarın siz "aydınlanma" dediğinizde, aydınlanmanın da dahil olduğu Batı kanonunun faşizmi, kolonyalizmi doğurduğunu anlatmak için Horkheimer'dan, Adorno'dan, Benjamin'den girip Edward Said'den çıkmaları nasıl mümkün olurdu?

Soldaki hakim tipolojinin Falstaff'a dönüştüğünü söylemiştik.

Falstaff, hem de nasıl! En konformistinden… Kendisini Falstaff yapan koşulların değişmesinden ölesiye korkuyor. Kapitalizme aşkları buradan kaynaklanıyor. Bir aşk ki artık dillere destan.

Yine referandum gündeminden bir örnek verelim:

Yunanistan'da patronların borcunu Türkiye'den emekçilerin vergileriyle oluşturulan bütçeden ödemeyi öneren, karşılığında da "barış satın almayı" planlayan Kürkçü'nün patron aşkı ne yeni ne şaşkınlık uyandırıyor. Seçim döneminde İzmirli patronları ziyaret ederek sol siyaset yapan Kürkçü'nün enternasyonal dayanışmayı böyle kurgulamasında şaşılacak bir yan yok. Aşk yüzünden…  

Ama Kürkçü tekil örnek değil.

Yunanistan için borçlar silinmeli, kamulaştırmaya gidilmeli diyen ve "e hani SYRIZA memorandumları geldiği gün yırtacaktı şimdi yenisini imzalıyor" diye soranlara "devlet idaresi o kadar kolay iş değil, büyük sorumluluk" diye yanıt veren ve size sosyalizmin imkansızlığını anlatan, sizi sorumluluğa davet eden "solculara" ne demeli? Kapitalizm içerisinde "fizıbıl" planlarla devrimcilik yapılabileceğini sanan bu nevzuhur "devrimci" türü karanlığa duyulan aşktan ve yalnız kalma korkusundan kaynaklanıyor.

BAY'a o kadar inanmış durumdalar ki sosyalizmin mümkün ve gerekli olduğu akıllarına gelmiyor.

Yunanistan'a net nakit akışı şöyleymiş, bankaların açık pozisyonu böyleymiş, Yunanistan'ın borcu zaten hiçbir koşulda sürdürülebilir değilmiş, KİT'lerin hemen verimli hale getirilmesi mümkün değilmiş. Velhasıl sosyalizm mümkün değilmiş!.. Korkarım ki bunlar yarın Türkiye devrimi gerçekleşirken "aman cari açığı kapatmadan devrim yapmayın batarsınız mazallah" diyecekler. (1)

Falstaff'ın konformizminin başka sonuçları da oluyor tabii.  

Olgulardan konuşamıyoruz mesela. Falstaff'lar küçük mutlu dünyalarının bozulmasını istemiyor. SYRIZA, Yunanistan'ı ve dahi Avrupa'yı kurtaracak; monarşiyle mücadeleyi pek bir demode bulan Podemos, İspanya'da oligarşiyi helak edecek, bunların Türkiye bayileri de mebus olsunlar ya da olmasınlar AKP'yi geriletip, Türkiye'deki sorunları bir bir çözecekler. Bu stratejiyi gerçeklik testine tabi tutunca strateji patır patır dökülüyor tabii. Biz gerçekleri yüzlerine vurdukça kulaklarını kapatıp türkü çığırmaya başlamaları o sebepten.

soL'da bu doğrultuda yaptığımız haberlere zaman zaman böyle tepkiler geliyor. "Bu haberi neden yaptınız ki?" diye soruluyor. Habere itirazın tam olarak ne olduğunu, haberde yanlış, yalan, eksik unsur bulunup bulunmadığını sorduğunuzda ses yok. Yapmasaymışız daha iyiymiş. Ne gerek varmış! İyi de arkadaşım olan bu. Olsun, gerçeklere gerek yok. Küçük güzel dünyamızda gündüz düşlerine devam edelim yeter.  

Gerçeği eğip büken küçük sahtekarlara ise diyecek laf yok. Bu küçük sahtekarların cibiliyetsiz ağabeyleri 2012 yılında Yunanistan Komünist Partisi'nin politbürosundaki hizipleri yazar, "devrimci kanadın statükocuları ha devirdi ha devirecek noktaya geldiğinden" mutlulukla bahsederdi. Baktılar bu olmuyor şimdilerde "taban çok karışmış hacı" muhabbetine giriştiler. Şahit mi? Şıracılarla, bozacılar her daim kuyruk oluşturur nasıl olsa şarlatanların kapısında. (2)

Peki biz ne yapmalıyız?

Şimdi bizim "başka alternatif yok" deme zamanımızdır. Sosyalizmden başka alternatif kalmamıştır. Sosyalizmden başka bir alternatifi işaret eden her açılım, insanların bu düzene en ufak bir umut kırıntısı beslemelerine neden olacak her adım gayrı meşrudur.

Dünyada reformlar ve reformizm son atımlık barutunu kullanıyor. Çünkü, daha önce de dediğimiz gibi, kapitalizmin krizi reformların yapılacağı o günü çöpe attı.  

Bugün, insanlara pazarlanabilecek son sahte umutlar pazarlanıyor.  

Bu nedenle umut tacirliği değil, devrim neferliği yapacağız. Yalnız kalmaktan değil, yalnızlığımızı örgütleyememekten korkacağız. Komünistlerin tanım gereği tek, başka bir deyişle yalnız olması gereken hattını emekçi kitlelerle buluşturacağız. Nihayetinde sermayeyi yalnızlaştıracağız.

Gericiliğin üzerine sahte umutlarla değil, Gerçek'le yürüyeceğiz. Unutmayacağız, gerçekler değil ama Gerçek devrimcidir.

Yine unutmayacağız, Devuşkin elimizden kurtuldu ve Falstaff'a dönüştü.

Bu kez Falstaff'a var gücümüzle vuracağız. Özür dileyene kadar mı?

Hayır, soluk almadığından emin olana dek.


(1) Bunun Türkiye'deki yansımaları da var elbette. Seçimler döneminde bolca gördük… Buna uzun uzun girmiyorum. İsteyen Özgür Şen'in solculuğun mazeret üretmek haline geldiğini tespit ettiği yazısına bakabilir. Tam olarak ne olup bittiği orada anlatılıyor.

(2) Referandum meselesindeki tavırlara ilişkin daha detaylı bir yazıyı önümüzdeki haftaya bırakmak durumundayız.