Kabul edin, hepiniz hastasınız!

Faruk Bilen Çelik

Blog: Serbest Kürsü

Akıl almaz bir hastalık ile karşı karşıyayız. Son bir yılda giderek yaygınlaşan, yandaş medyanın büyük katkısı ile ülkemizde sadece gençlerin değil; ev, iş, okul ve aile başlıklarında ortalamanın üzerinde sorun yaşamayan insanların bile kapıldığı bir hastalık bu…

Ülkeden kaçmak…

Yaşadığımız, büyüdüğümüz, anılarımızı biriktirdiğimiz memleketimizden kaçmayı tereddüt etmeden yanlış kategorisine koymak mümkündür.

Ülkemizin yaşanılamaz halde olduğu büyük bir gerçeklik; sokakta rahatça dolaşabilmemizi bile kısıtlayan güvenlik tehditleri, kadınların sosyal hayata tutundukları alanların giderek daralması, medya, akademi ve diğer pek çok alanda muhalif seslerin mahkum edilmesi, çocuklarımızı birer yarış atına dönüştüren ama özünde hiç birşey veremeyen eğitim sistemi, işsizlik, sömürü ve bu karanlık düzen… 

Hepimiz bunları neredeyse çok iyi biliyoruz. Hatta yakından deneyimliyiz. Peki bu durumda tek çare kaçmak mı? 

Hiç tereddütsüz söylenebilir ki kaçarak kurtulamadığımız, bizim emeğimizi ve fikirlerimizi sömüren o düzenin adı kapitalizmdir. Bunu bile bile memleketi terketmeyi düşünenler ise aslında vicdani bir çıkmazın içindedir. 

Nasıl mı?

Farz edelim ki dünya haritasından bir yer beğendiniz ve gittiniz. Çok büyük hayaller içerisindesiniz; çünkü ekonomik, sosyal, kültürel vb. anlamda gelişmiş bir ülkedesiniz. Her şey gayet rahat, gittiğiniz ülkede burada kazandığınızın iki katını kazanıyorsunuz, belki de ülkenizde yapamadığınız birçok şeyi rahatlıkla yapabiliyorsunuz, kültürleriniz asimilasyonun kıyısına bile uğramadan duygusal bir paylaşım halini alıyor, asgari düzeyde de olsa devam ediyor fakat ülkenizden bağınızı koparamıyorsunuz. Büyük bir iç çatışma içerisine giriyorsunuz.

Nasıl mı?

Daha açıklayıcı olalım.

“Belki okurum” diye yanınızda götürdüğünüz aşk romanını matbaada hazırlayan işçinin eline giyotin bıçağı düşüyor, parmakları kopuyor, haberlerde görüyorsunuz. Birileri çıkmış televizyona, yalanlar söylüyor, lanet ediyorsunuz. Geride bıraktıklarınız, dostlarınız; ayağına pranga vurulmuş, bin bir haksızlığın, eşitsizliğin içerisinde kabullenemiyorsunuz. Ankara’da bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, korkuyorsunuz; gittiğiniz o gelişmiş, her şeyin rahat olduğu ülkede yılbaşı büyük bir coşku ile kutlanıyor, bir bakıyorsunuz ülkenizde Reina saldırısı…

Evet, kendinizle çatışma içerisine giriyorsunuz; nedeni ise çok açık:  aynı düzenin sürdüğü bir dünyanın hiçbir yerinde rahat olamazsınız.

Kapitalizmin ve emperyalizmin ayak bastığı, hâkimiyetini sürdürdüğü bir düzenden kaçarak kurtulmak?

Mümkün değil. 

Zannediyor musunuz ki Batı Avrupa ülkelerine, örneğin Almanya’ya göç eden insanların sömürüsüz bir dünyada yaşadıklarını. Çalıştıkları fabrikalarda çok iyi şartlarda çalışıyor ve bu “medeni” ülkede sermayedarların da patronların da bizim ülkemizdekilerden daha insancıl olduklarını!

Zannediyor musunuz ki İran’da İslami devrim sürecinde ve sonrasında ülkeyi terk eden “orta sınıf” İran vatandaşlarının zulümden kaçabildiler.

Bildiğimiz, yakından izlediğimiz bir örnek: Suriye.

Savaştan, bombalardan, kaçıp bataklığın içine sürüklenen insanlar. Ülkemizde en ağır iş kollarında üç kuruşa çalıştırılanlar. Sokak başlarında tecavüze uğrayan Suriyeli kadınlar. Mendil satarken canlı bombalardan kaçamayan paramparça olan Suriyeli çocuklar…

Düşman kalesine sığınmak, kamufle olmak. 

Akıl karı değil.

Bugün hayalini kurduğunuz, canla başla orada yeniden hayatımı kuracağım dediğiniz ülkelerin, yaşadığımız topraklarda sınıfsal sömürünün büyümesinde, rol oynamasında parmakları var. Yaşanılmaz hale getirilmeye çalışılan; bilime, sanata, aydınlanmacılığa kin kusan bir düzenin kalelerinde yaşamayı düşünmek anlaşılabilir, ancak bu kaçışı meşru hale getirmek hastalıktır!

Toplumsal bilinci ile yozlaştırılmak istenen ülkemizin kapıldığı hastalık budur. 

Düşünsel olarak ise gayri meşrudur. Saçmalıktır. 

Hastalıktan kurtulmak ise mümkün: Ülkemizi sevmek, sorumluluk almak.

Bu lanet düzene karşı mücadele etmek, örgütlenmek, inat etmek.

Önümüzdeki referandum sürecinde bir “Hayır” oyu vermenin yeterli olmadığını görmek, ötesine geçmek, sesi günden güne çoğaltmak.

“Ne değişecek ki?” ile başlayan kısır döngü sorularıyla yol alamadığımız malum.

Bu malum kısır döngüden çıkmanın yolu da malum. Ve son derece bilimsel: Değiştirme eylemi olmadan bütünlüğü göremeyiz.